ANKARA – Sosyolog Duygu Yayla, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Ana Bilim Dalı’ndaki eğitiminin ardından “Türkiye Sinemasında LGBT kimliklerin farklı temsili 1960-2017” başlığıyla tez hazırladı.
Yayla, 1960-2017 yılları arasında Türkiye sinemasında çekilen ve doğrudan LGBT karakterlerin olduğu filmleri merkeze aldığı tezinde, 1960’lı yıllarda görülmeye başlanan LGBT karakterlerin günümüze kadar gelen süreçteki farklı temsillerini sinema ve toplum ilişkisi bağlamında inceledi. Çalışmaya göre LGBT hareketi yıllar içerisinde güçlendikçe, LGBT karakterler beyaz perdede daha görünür oldu.
TÜRKİYE’DE BİLİNEN İLK TRAVESTİ FİLMİ: LEBLEBİCİ HORHOR
Türkiye sinemasındaki filmlerde İntersex kimliklere odaklanan film olmadığı ve inceleme yapılamadığı için tez, Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans (LGBT) kimlikleri merkeze alarak yazıldı. Sosyolog Duygu Yayla’ya göre Türkiye sinemasında heteronormatif (heteroseksüelliğin toplumsal ve doğal norm olarak kabul edilmesi veya bu kabulü içeren kültürel yapı) karakterlerden ilk kopuşların kökeni 1923 yılına kadar dayanıyor. Türkiye’de bilinen ilk LGBT karakteri içeren filmler yapılmadan önce bazı filmlerle birtakım nabız yoklamaları yapıldığının gözlemlendiğini belirten Yayla, “Filmlerdeki bazı karakterler, doğrudan LGBT olarak sunulmasa da bazı kadın ve erkek karakterler toplumsal cinsiyet rollerine uygun heteroseksüel insanlar olarak verilmemiş, farklı bir bakış açısı yahut farklı tavır, hareket, kıyafet ile servis edilmiştir” ifadelerini kullanıyor. Türkiye’de bilinen ilk transvesti filmi olarak anılan filmin, senaryosunu Muhsin Ertuğrul ve Nazım Hikmet’in yazdığı, yönetmenliğini ise Muhsin Ertuğrul’un üstlendiği Leblebici Horhor olduğunu belirten Yayla, bu dönemde kılık değiştirme üzerinden yaratılan temsile dikkat çekiyor.
1960’LI YILLAR: KILIK DEĞİŞTİRME
LGBT tarihinin heteroseksüelliğin tarihi kadar eski olsa da 60’lı yıllarda LGBT hareketinin Türkiye’de varlık gösteremediğini belirten Yayla’ya göre LGBT görünürlüğünün olmadığı, eşcinselliğin, biseksüelliğin ve trans varoluşun yalnızca “sapkınlık” olgusu üzerinden bilindiği bir dönemde sinemada LGBT temsilleri ortaya çıktı. 1960’lı yıllarda birçok “kılık değiştirme” filminin çekildiğini, birçok erkek oyuncunun kadın rolü oynadığını belirten Yayla, bu rollerin hepsinin zorunluluk üzerinden kurgulandığını, karakterlerin saklanmak ya da bir oyun kurmak için kadın kılığına girdiklerini ifade etti.
Amerika ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde sinemada ilk olarak gey karakterlerin görüldüğünü, Türkiye’de ise ilk eşcinsel ilişkilerin kadınlar üzerinden kurgulandığını belirten Yayla, 60’lardaki eşcinsel ilişki içerisindeki kadın karakterlerin genel olarak kötü rollerde olduğunu belirterek şunları dile getirdi:
“Bu dönemde kadınlar, lezbiyen stereotipine göre kurgulanmamışlardır. Fakat karakterlerin lezbiyen ilişki içerisinde oluşları erkeksiz kalmaları ve kötü ahlaklı olmalarına bağlanmıştır. Yahut da bu karakterler kötülük peşinde koşan karakterlerdir. Bu filmlerin sonunda ise bu karakterlerin başlarına kötü bir şey gelmiştir. Nihayetinde eşcinsel ilişki içerisinde olan karakterler cadılaştırılarak temsil edilmiş ve eşcinsel ilişki lanetlenmiştir. Böylece Türkiye sinemasında ilk heteronormatif karakterler dışındaki karakterler seyirciye olumsuz olarak geçirilmiştir.”
70’LI YILLAR: SEKS FURYASI VE EROTİZM NESNESİ OLARAK LEZBİYENLİK
Türkiye sinemasında 1970’li yıllarda seks içerikli film patlaması yaşandığını belirten teze göre, 60’larda üstü kapalı bir şekilde gösterilen lezbiyen ilişki sahneleri 70’lerde aleni bir biçimde seyirciye sunuldu. Yayla’ya göre burada amaç heteronormativitenin dışındaki bir karakteri temsil etmekten öte cinsel açlığı doyurmak şeklinde kurgulandı.
Bu dönemde yalnızca biseksüel kadın karakterlerin filmlerde konu alındığını belirten Yayla, bu karakterlerin bir LGBT temsili olduğu çıkarımına ulaşmanın güç olduğunu belirterek şunları kaydetti: “Çünkü filmlerde kamera ve kurgu erkeklerin hazzına yönelik seks sahneleri ortaya koymaktadır. Kadınlar yalnızca erkeklerin ‘lezbiyen’ fantezilerini süslemekte, karakterlerin bir derinliği görülmemektedir. Nitekim kadınlarla cinsel ilişki yaşayan kadınlar bir süre sonra cinsel açlıklarını doyuramadıkları gerekçesiyle erkeklerle birlikte olmaya devam etmektedirler.”
80’Lİ YILLAR: TRANS KADIN GÖRÜNÜRLÜĞÜ
70’li yıllarda görülen “cinsellik amaçlı” filmler, 1980 askeri darbesinin ardından gelen sansür ve yasaklarla birlikte ortadan kalktı. 80’lerin ikinci yarısında sokakta yeniden bir hareketlenmenin yükseldiğini, LGBT’lerin sokağa çıkmaya, başkalarıyla tanışmaya başladığını belirten Yayla, “Önceki dönemlerde her daim yalnız olduğunu düşünen, eşcinsellerin öldürüldüğü transların da yalnızca seks işçisi olduğunu düşünen LGBT’ler bu dönemde yalnız olmadıklarını anlamış ve birbirleriyle dayanışma göstermeye başlamışlardır. Bu dönemde Zeki Müren ve Bülent Ersoy gibi güçlü ekollerin varlığı da LGBT’lerin yalnız olmadıklarını algılamaları bakımından önemlidir” dedi.
1980 yılında başrolünde Bülent Ersoy’un kendisini oynadığı “Şöhretin Sonu” filminin önemine dikkat çeken Yayla, “Şöhretin Sonu filmi de Bülent Ersoy’un yaşadığı tüm süreçleri bir belgesel gibi göstermiştir. Bu film her ne kadar sansürün etkisiyle Ersoy’un ‘yanlış yolundan dönmesi’ ve günah çıkarmasıyla sonlansa da film gerçekleri göstermesi bakımından çok etkilidir. Bu film sayesinde Türkiye toplumu trans bir kişinin çocukluğundan itibaren yaşadıklarını, hissettiklerini ve maruz kaldığı şeyleri bilme fırsatı bulmuştur” ifadelerini kaydetti.
İLK GEY KARAKTERİN TEMSİL EDİLDİĞİ FİLM: ACILAR PAYLAŞILMAZ
Türkiye’de ilk gey karakterin temsil edildiği “Acılar Paylaşılmaz” filmi de yine bu dönemde 1989 yılında çekildi. Filmin, hem gey bir karakterin ilk defa kurgulanması bakımından önemli hem de gey karakterin stereotiplere kaçmadan temsil edilmesi bakımından değerli olduğunu vurgulayan Yayla, bu sürece ilişkin şunları kaydetti:
“Darbenin getirdiği baskının yavaş yavaş ortadan kalktığı ve sokakta sol örgütlerin etkin olabildiği bu dönemde film bir avukatın oğluyla ve işiyle kurduğu ilişkiyi konu edinir. Filmdeki gey karakter kriminalize edilmez, stereotipleştirilmez ve filmin sonunda başına bir şey gelmez. Fakat bu karakter babasını sınamak ve vicdanına seslenmek amacıyla kurgulanmış olması bakımından fobiktir. Bu karakterin Türkiye sinemasında yer bulması, dönemin ikonlarından Zeki Müren’in etkisi olduğu söylenebilir. Fakat bu temsilin dönemi açısından ve görünürlük açısından etkisi önemlidir.”
90’LI YILLAR: LGBT FARKINDALIK DÖNEMİ
90’lı yıllar LGBT bireylerin öz örgütlenmelerini oluşturdukları, ilk LGBT derneklerinin kurulduğu ve sokakta görünür olmaya başladıkları dönem olarak dikkat çekiyor. Bu dönemde, baş karakterin LGBT olduğu ya da güçlü LGBT karakterlerin işlendiği birçok film çekildi. Yayla bunlara örnek olarak, iki biseksüel kadının aşk yaşadığı ‘Düş Gezginleri’ (Atıf Yılmaz, 1992), bir trans kadın ve bir cücenin hayatının konu olduğu ‘Dönersen Islık Çal’ (Orhan Oğuz, 1993) ve bir trans bir de trans olmayan seks işçisinin hayatının konu olduğu ‘Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’ (Atıf Yılmaz, 1993) filmlerini örnek gösterdi.
Türkiye sineması tarihinde birçok ilke sahip olan bu dönemde, lezbiyen ilişkinin filmin merkezine alınıp incelendiği ilk filmin ‘Düş Gezginleri’ olduğunu belirten Yayla, filmin LGBT hareketinin güçlenmesine dair katkı sağladığını belirtti. Bu dönemde çekilen filmlerde LGBT karakterlerin yer almasının, yaşadıkları sorunların görünmesi açısından önemli olduğunu vurgulayan Yayla şunları söyledi:
“Birbiriyle ilişkisi olan iki erkek karakterin kurgulandığı ‘Hamam’ filmi ve o dönemde çekilen LGBT içerikli filmlerin çoğunda karakterlerin yaşadıkları ‘mahalle baskısı’, farklı cinsel yönelime sahip oldukları için daima ifşa edilme ve çevrelerinden izole edilme korkusu yaşamaları, bu sebepten işlerinden olmaları yahut taciz edilmeleri gibi gündelik hayatta LGBT kişilerin karşılaştığı birçok zorluk seyirciye aktarılmıştır. Fakat bu filmler, homofobi, bifobi ve transfobiden azade değildir. Lezbiyen, biseksüel, gey ve trans kişilere karşı gelişen bazı ön yargılar bu filmlerin bakış açısından görülmektedir. Bunlar LGBT hareketinin sokakta yeni yeni varlık göstermesi ve entelektüel camianın dikkatini yakın zamanda çekmiş olması ile ilişkilendirilebilir.”
2000’Lİ YILLARDA LGBT BİREYLERİN GÖRÜNÜRLÜĞÜ ARTTI
2000’lerin Türkiye’de LGBT hareketinin en çok ivme kazandığı dönem olduğunu, Kaos GL ve Lambda İstanbul gibi 1990’larda örgütlenen oluşumların resmi olarak dernek statüsüne kavuştuğunu belirten Yayla, bu dönemde LGBTİ bireylerin görünürlüğünün arttığını belirtti. Sokakta yaşanan gelişmelerin ardından Türkiye sinemasında da birçok filmde LGBT karakterlerin yaygınlaştığını belirten Yayla, bu döneme ilişkin şu tespitlere yer verdi:
“Karakterlerin neredeyse hepsi gey ya da trans kadın karakterlerdir. Filmlerde LGBT karakterler genel olarak babasız büyümüş, toplum baskısına şiddetli bir biçimde maruz kalan, aile baskısı gören, filmdeki diğer karakterler tarafından aşağılanan, ölümle tehdit edilen ve bazen de öldürülen karakterlerdir. Genel olarak 2000’lerde çekilen filmlerde LGBT karakterler üzerinden seyirciye dram ve ajitasyon yapıldığı gözlemlenmektedir. Bu ilk bakışta farkındalık amacıyla kurgulanmış gibi görünse de cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine dair yetersiz ve yer yer fobik varsayımlar üzerine kurulan bu karakterlerin seyircide üzüntü yaratması hedeflenmiş görünmektedir. Ayrıca drama konu olan karakterlerin genel olarak gey ve trans kadın olması da kritiktir.”
2010’LU YILLAR: LGBT’LER KENDİ KİMLİKLERİYLE BAŞROLDE
2010’ların başlarında Türkiye’de LGBT aktivizminin hızla büyüdüğünü fakat ilerleyen tarihlerde Türkiye’de yaşanan bombalı intihar saldırıları nedeniyle sokak hareketlerinde düşüş yaşandığını belirten Yayla, bu duruma rağmen LGBT’lerin toplum nezdinde farkındalığının azalmadığının sinema alanında görüldüğünü belirtti.
Bu dönemde başrolde LGBT karakterlerin yalnızca LGBT olmak bakımından kurgulanmadığını, hayatın içine karışan LGBT temsillerinin olduğu filmlerin ortaya çıktığını belirten Yayla, ‘Nar’ ve ‘Tamam Mıyız’ filmlerini örnek vererek şu tespitleri yaptı: “LGBT’lerin daima kriminalize edilmesi, hayatlarında başlarına gelen her şeyin LGBT oluşlarına bağlı olarak kurgulanmasına bir karşı çıkış olarak adlandırılabilecek olan Nar ve Tamam Mıyız filmleri, hem Türkiye sineması hem de LGBT hareketi bakımından önemli bir gelişmedir. Bu filmlerin yanı sıra gösterime giren diğer LGBT karakterli filmlerde de fobiden arındırılmış, ajite edilmemiş ve olumlayıcı temsiller görülmüştür. Yine bu dönemde Bülent Ersoy’la 1982 yılında denenmiş olan gerçek LGBT hayat hikayesinin filmin konusu olması, Zenne filmi ile ilk başarılı örneğini gerçekleştirmiştir. 2008 yılında babası tarafından eşcinsel olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız’ın hayatını konu edinen Zenne filmi hem halktan hem de eleştirmenlerden çokça beğeni almış ve bir süre Türkiye gündeminde kalmayı başarmıştır.”
‘SİNEMA SEKTÖRÜ LGBT’LERE BAKIŞ AÇISINI OLUŞTURMAKTA ETKİLİ’
Sinemanın, toplum nezdinde LGBT hakkında olumlu ve olumsuz yargıların oluşmasında etkisi olduğu sonucuna ulaşıldığını belirten Yayla, tezinin sonuç kısmında şunları ifade etti: “Sinemada LGBT temsillerin dönemler arası farklılığı açıkça gösteriyor ki gerek LGBT örgütlenmesi, gerek Türkiye’nin LGBT politikası, gerekse sinema sektörü, toplumun LGBT’lere bakış açısını oluşturmakta oldukça etkilidir. Bu bağlamda sinema sanatının ve toplumun sağduyusunun birbiriyle ilişki içerisinde hareket ettiğini söylemek mümkündür.”