Belarus Sovyetlerin dağılmasıyla Ağustos 1991’de bağımsızlığını aldı.
Demokratik, çoğulcu ve son derece özgürlükçü bir anayasa yaptıktan sonra muazzam bir gelecek potansiyeli ile 1994’te ilk özgür ve adil seçimlerini gerçekleştirdi.
Halk bu şekilde; daha önce Sovyet ordusunda görev yapmış, biraz kollektif tarımla uğraşmış ve Belarus parlamentosunda Sovyetlerin tasfiyesine karşı 91 yılında ‘ret’ oyu kullanmış olan tek kişiyi yani Alexander Lukeşonko’yu iktidara getirdi.
Ve o günden beri de çok mutlular ki hala aynı kişi yönetiyor…
Bir videonun daha burada sonuna gelirdik eğer dünyada her şeyi devlet medyalarından dinliyor ve öğrenip inanıyor olsaydık…
Belarus’ta ulusal bir referandumla kabul edilmiş olan o anayasanın demokratik, çoğulcu ve özgürlükçü maddeleri ilk yazıldığı günkü haliyle yerinde duruyor ve değişikliğe uğramadı.
Size gerçek bir demokrasi ile kağıt üzerinde bir demokrasiyi birbirinden ayıran şeyler nedir bunu Belarus örneği üzerinden izah edeceğim.
Belarus ile ilgili herhangi bir şey konuşmak için önce biraz bu ülkeyi biraz tanımamız lazım.
Doğu Avrupa’da Rusya ile Polonya arasında sıkışmış 10 milyon nüfuslu bir ülkeden bahsediyoruz.
Denize sınırı yok ama 10 binden fazla gölü var. Son derece düz bir coğrafyaya sahip olan bu göller ülkesinin yüzde 40’ı da geniş bakir ormanlık arazi.
Şehirleri ise batı Avrupa ülkelerinden daha temiz ve Stalinist mimaride büyük modern yapılarla dolu.
Çalışan nüfusun yüzde 40’ı ya devlet memuru ya da devlet kontrolü altındaki özel şirketlerde iş başı yapıyor.
Ana ihracat ürünleri olarak endüstriyel araçlar, malzemeler ve petrol yan ürünleri üreten Belarus’un en büyük ticaret ortağı da Rusya.
Belarus’da üretilenler ürünlerin çoğunu Rusya satın alıyor karşılığında bu ükeye ucuz petrol, gaz ve hammade sağlıyor.
Belarus, ekonomisi Rus petrolüne ciddi şekilde ihtiyaç duyuyor çünkü Avrupa’ya yapılan ihracatın en büyük bölümünü Belarus’da işlenen petrolün yan ürünleri oluşturuyor.
Rusya’nın on yıllardır sağladığı bu ucuz hammade desteği aynı zamanda Lukoşenko’nun sosyal refah devletini ayakta tutmasını sağlayan şey.
Ülkede sağlık hizmeti ve eğitim bedava. Çok sayıda insana bedava sosyal konut da veriliyor. Özel mülk vergisi de neredeyse sıfır.
Ülkeye yabancı işçi göçü de olmadığı için neredeyse tüm istihdam açığını yerel halk karşılıyor. Bu nedenle işsizlik de oldukça düşük.
Ancak yine de ekonomi çok iyi değil. 2018 yılı verilerine göre ortalama bir Belaruslu’nun maaşı 250 dolar kadar.
Rus ekonomisinde yaşanan her dalgalanmadan direk etkilenen Belarus Rublesi, sürekli değer kaybediyor. En son 2016’da paradan 4 sıfır atıldı.
Alkol ve kumar ülkede ciddi bir sorun halini almaya başladı. 2020 dünya alkol tüketimi sıralamasına göre Belaruslular 1. Sırada.
Aynı zamanda doğum oranlarındaki düşüş, dışarıya verdikleri göç ve yabancı göç almamaları nedeniyle de nüfus kaybı yaşıyorlar.
Rusya’nın yasaklaması ile yeni gelir kapısı haline kumarhaneler zengin Rusları Belarus’a kumar turizmi için çekiyor.
Ancak bunlara rağmen Rusya, Ukrayna ve hatta Litvanya’ya oranla suç oranı son derece düşük.
Bunda kişi başına düşen polis sayısının yüksek olmasının da önemli bir etkisi olabilir tabi.
Ülkenin gelişmiş diyebileceğimiz sektörlerden biri de ilginç şekilde yazılım ve IT sektörü.
Örneğin ‘World of Tanks’ gibi dünyaca ünlü bazı bilgisayar oyunları burada geliştirildi.
Son yıllarda Rusya’nın üzerindeki ekonomik yaptırımlar ve baskıların artması ile Belarus ekonomisindeki Rus desteği azaldı.
Ve tabi bu istikrarlı görünen devlet mekanizması da tökezlemeye başladı.
En son Aralık 2019’da Vlademir Putin ve Lukoşenko arasında 2020 yılı için yeni bir petrol antlaşması konusunda uzlaşma çıkmayınca Moskova arzı daralttı.
Bu durum daha Ocak 2020’de Belarus’un ithalat kaleminde yüzde 30’luk bir düşüş yaşanmasına neden oldu.
Minsk yönetimi bu nedenle alternatif olarak Norveç ve Azerbaycan petrollerine yöneldi.
Belarus ham petrole o kadar bağımlı ki, ABD ile bile masaya oturdular.
Şubat 2020’de Amerikan Dışişleri Bakanı Mike Pompeo Minsk’e gelerek yapılan görüşmede uygun fiyatlı petrol satmayı teklif etti.
Bu hamle tabi Rusya’ya karşı çok stratejik bir girişimdi aslında.
Ancak bu girişimler Rus-Belarus ilişkilerini yıpratmaya ya da var olan özel ilişkiyi ortadan kaldırmaya katiyen yeterli değil.
Çünkü Sovyetler çöktüğünden bu yana Rusya bu ülke ile ekonomik ve askeri alanda derin bir entegrasyon için özel çaba sarf ediyor.
Bunun için 1999’da bir antlaşma bile imzalandı.
Bu antlaşma gümrük birliği, serbest dolaşım ve ortak para birimi gibi unsurların hayata geçirilmesini öngörüyordu.
Ancak bu tarz bir plan halk içinde, özellikle de yeni nesil arasında, hiçbir zaman popüler olmadı. Neden?
Çünkü teknoloji ve sosyal medya çağında yetişen yeni jenerasyonlar dünyadan haberdar.
Geleceklerini Rusya tipi değil Avrupa Birliği üyesi tipi bir ülkede görmek istiyorlar.
Üstelik Belarus, tüm diğer eski-Sovyet ülkeleri ile karşılaştırıldığında kendi ayrı kültürel ve etnik kimliği en zayıf olan ülke olduğu halde durum bu.
Ülkede Rusça konuşuluyor ve Rus medyası izleniyor.
Lukoşenko idaresi altında uzun yıllar Belarusça yerine Rusça teşvik edildi.
Okullarda da tarih dersleri hep Sovyetler Birliği eksenli ve merkezli anlatıldı.
Ancak son yıllarda Belarus halkı her anlamda Rusya’dan farklı olduklarını hissetmek ve bunu göstermek istiyor.
Çünkü Rusya’nın halini gidişatını beğenmiyorlar.
Özellikle Kırım’ın ilhakından sonra milliyetçi akımlar daha da büyüdü.
Belarusça okullarda giderek daha fazla kullanılır oldu.
Tarih dersleri de Sovyet ekseni dışında yüzyıllar öncesinde Belarus halkının varlığına vurgu yaparak anlatılmaya başlandı.
Eskiden Belarus milliyetçiliği hoş karşılanmazken ve Belarus’un Sovyetler öncesi bayrağının kamusal alanda taşınmasına müdahale edilirken,
şimdilerde halk bu bayrağa olan bağlılığını her fırsatta korkmadan gösteriyor.
Lukoşenko’nun bu eski sembollere ses etmemeye başlamasının ardında da Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi meselesi yatıyor.
Ne olur ne olmaz diye uzun süre tü kaka edilmiş olan Belarus milliyetçiliğine artık karşı çıkılmıyor.
Minsk, Kırım konusunda hala bir taraf belli etmiş değil ve hatta Kırım da henüz Rusya’ya ait olarak resmen tanınmadı.
Tersine Lukoşoneko Kırım’daki gelişmeyi kendisine bir uyarı olarak addetti. Bu durum AB ile kötü olan ilişkilerin yeniden canlanmasına bile neden oldu.
Bu gibi nedenlerle Lukoşenko bir süredir dış politikada ikili oynuyor. Rusya ile özel ilişkiyi mümkün olduğu kadar korurken, Avrupa Birliği’nin Doğu Ortalık Antlaşması içerisinde yer alacak kadar da açıldı..
Lukoşenko aslında uzun bir süredir Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmak
ve farklı işbirlikleri ile oyun alanını, hamle kapasitesini genişletmek istiyor ama pek başarılı olamıyor.
Neden?
Çünkü parti devleti haline gelen Belarus’un elit bürokrasisi içerisinde Rusya tarafından desteklendiği ve yerleştirildiği tahmin edilen
ve bu nedenle bir nevi dokunulmazlığı olan kişiler Lukoşenko’yu Moskova eksenin kalması konusunda sınırladığı düşünülüyor.
Lukoşenko iktidarı son bulsa bile ülkenin kısa-orta vadede batı ile fazla yakınlaşması ya da Avrupa Birliği, NATO gibi üyelikler düşünmesi de zor.
O neden?
Bunun ekonomik olduğu kadar tarihi, kimliksel ve duygusal sebepleri mevcut.
Evet milliyetçi duygular yükselişte ama neyin karşısında yükselişte?
Belarus, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni oluşturmak adına 1922’de Rusya’ya ilk katılan ülke.
İkinci Dünya Savaşı’nda Belarus nüfusunun dörtte biri, evet dörtte biri, Sovetler için savaşıp öldü.
Yani neredeyse herkesin geniş ailesinde Rusya için fedakarlık yapmış, hayatını vermiş birkaç aile büyükleri var, onların çocuklarının canlı hatıraları var.
O dönemden beri de haliyle Rusya ile tek millet iki devlet benzeri bir durum söz konusu.
Bugün bile örneğin iki ülke arasında fiziki sınır yok.
Tıpkı Avrupa Birliği’ndeki gibi iki ülke vatandaşları sınırdan arabalarıyla serbestçe geçip gidiyorlar.
Ülkede hem etnik olarak hem de duygusal olarak Rus yanlısı olan hatta Rusya ile birleşmeyi savunan önemli bir kısım da var.
Ukrayna’da yaşanan devrim sonrası olduğu gibi Putin’in adamı iktidardan giderse, Putin yine kimlik siyaseti üzerinden Belarus’un en azından stratejik bir kısmını ilhak etme yoluna gidebilir.
Bu tip durumlar NATO’nun veya AB’nin başına almak istemeyeceği dertler.
Belarus’a dair bu genel jeopolitik, ekonomik ve sosyolojik çerçeveyi çizdikten sonra gelelim bu ülkenin rejimine ve son seçimlerine.
Lukeşenko her süzme otokrat gibi gücünün sınırlarını beğenmediği ve yeterli bulmadığı için seçildikten hemen iki yıl sonra
Yani 1996’da bir referandum gerçekleştirerek devlet başkanının güçlerini ve yetkilierini arttırıp
kendisini denetleyecek olan meclisin gücünü ve yetkilerini kırptı.
Bu son seçimin adilaneliğinden ne kadar emin olabiliyorsak, 96’daki o referandumun geçerliliğinden de o kadar emin olabiliyoruz tabi.
Bu referandumla gerçekleştirilen en önemli değişimlerin başında şu ikisi vardı;
1 – Başkanlık kararnameleri meclis yasalarının üzerinde bir güce kavuşturmak
2 – Devlet başkanının görev süresini sınırsız hale getirmek.
Her şey bu referandum ile değişmiş oldu.
Görünürde seçimler vardı ama her seçimde Lukeşenko dışında birinin kazanması hep imkansız hale getirildi.
Muhalif isimler yıldırıldı ve gerekirse türlü suçlamalarla hapse atıldı.
Peki, neydi o halde Belarus halkının daha 94 yılında en başta Lukoşenko’yu seçmesinin nedeni?
Neydi biliyor musunuz?
Lukoşenko her yerde kendini yolsuzluk karşıtı biri olarak lanse etti ve bu şekilde 93 yılında ‘Belarus Yolsuzluğu Önleme Komistesi’nin başına getirildi.
Ve o da bu pozisyonu, dönemin başbakanı da dahil 70 yöneticiyi koltuklarından etmek için kullandı.
Başbakan iddialar üzerine istifa etti ama Lukoşenko’nun hazırlattığı iddialar hiçbir zaman kanıtlanamadı.
Bir yıl sonra da ülkenin ilk demokratik seçimlerinde yolsuzluk karşıtı bir kahraman olarak adaylığını koydu.
Günümüzde böyle göstermelik seçimlerin olduğu, muhalefete izin veriliyormuş gibi yapıldığı ülkeler için kullanılan bir terim var:
‘Rekabetçi Otoriterlik’.
Yani bu ülkeler teknik olarak, kağıt üzerinde diktatörlük değiller.
Anayasalarında gelişmiş bir batı toplumunun sahip olduğu tüm maddeler var.
Ancak muhalefetin önüne öyle engeller çıkarılıyor veya iktidara öyle büyük avantajlar sağlanıyor ki değişim mümkün olmuyor.
Bir yerin rekabetçi otoriterlik olup olmadığını anlamak için birkaç kritere bakılıyor:
Özgür ve adil seçim var mı? Temel haklar mevcut mu?
Yani çeşitli kaynaklardan haber alma özgürlüğü, inanç özgürlüğü, dernek kurma, üye olma veya toplanma gösteri özgürlüğü… gibi gibi..
Belarus anayasasına baktığımızda tüm bunların mevcut olduğunu net şekilde görüyoruz.
Birinci madde ülkeyi demokratik ve sosyal bir devlet olarak tanımlıyor.
Üçüncü madde devletin gücünü ve yetkilerini sadece halktan alabileceğini belirtiyor.
Dördüncü madde siyasi çoğulculuğun esas olduğu, vatandaşlara siyasi partilere, dini gruplara veya başka herhangi bir derneğe, örgüte üye olmak zorunluluğu getirilemeyeceği ifade ediliyor.
- maddede devletin ve mahkemelerin tüm dinlere karşı eşit mesafede olduğu kaydediliyor.
31, 33 ve 36. maddelerde de yine inanç, ibadet, düşünce ve ifade özgürlüğü daha da detaylı şekilde tanımlanarak hepsi güvence altına alınıyor.
“Hiç kimse görüşlerini açıklamaya zorlanamaz” deniyor.
“Medya üzerinde tekel kurulamaz” deniyor. “Sansür uygulanamaz” deniyor.
Yani Fransız anayasasında ne varsa Belarus’ta da o var.
Ancak bir ülkedeki rejimin adında ‘cumhuriyet’ ifadesinin geçiyor olması veya harika bir anayasası olmasının gördüğünüz gibi hiçbir önemi yok.
Yani eğer bazı adli ve mali kurumlar özerklik kazanmamış, birey olma, vergi ödüyor olma kavrayışı gelişmemiş, azınlık hakları ciddiye alınmayan, itiraz mekanizmaları işletilmeyen, oyun sırasında kural değiştirilmesine ses çıkarılmayan, kısaca demokrasiyi içselleştirmemiş bir ülkede yaşıyorsanız o ülkenin;
örneğin medeni kanunu İsviçre’den, ceza kanunu İtalya’dan, İdare hukukunu Fransa’dan veya ne bileyim sosyal medya kanunlarını Almanya’dan alıyor olması hiç bir şey ifade etmez.
Bunlar en ufak bir medeniyet göstergesi bile değildir.
Peki demokrasi nasıl içselleşir?
Bazı şeyler sadece zaman değil bedel de ister.
Bu bedel o toplum için hayati veya maddi kayıplar anlamına gelebilir.
Demokrasinin içselleştirilmesindeki en gerekli kilit şey; talebin halktan gelmesi ve risklerin de bizzat halk tarafından alınmasındır.
Bu ikisini ayrı ayrı açalım:
Talebin halktan gelmesi ne demek?
Mesela eğer bir ülkeye çağdaş rejimi bir kurtarıcı tarafından hediye edilmişse
ya da kendileri dışında gelişen olayların bir sonucu o rejim bir anda ortaya çıkmışsa, tırnak içinde o “ilerleme” uzun soluklu olamıyor.
Belaruslular bağımsızlıklarını ve demokrasilerini Sovyetlere karşı ayaklanıp elde etmediler.
Sovyetler dağılınca her ikisini de kucaklarında buldular.
Peki, risklerin bizzat halk tarafından alınması ne demek?
Yine örneğin her şeyini bir kurtarıcıya borçlu hisseden toplumlar daha sonrasında da kurtarıcı beklemeye devam ediyorlar.
Bu kurtarıcı bazen üstün yetenekli bir kişi oluyor bazen de baskıcı diktatörü devirip demokrasi getiren başka bir devlet oluyor.
Ancak her iki durumda da demokrasinin neden sürdürülmesi gerektiğini, demokratik kurumların neden korunması gerektiğini bilen ve anlayan yeterli makul çoğunluk oluşmamış oluyor.
Bundan ziyade o demokrasiyi kendi ideolojisi ve amaçları için geçici bir araç olarak gören kişiler veya gruplar ortaya çıkıyor.
Ve kısa sürede fazla direnç ile karşılaşmadan süreci tersine çeviriyorlar.
Dönelim tekrar Belarus’a…
Freedom House’un 2020 raporuna göre Belarus sadece ‘rekabetçi otoriter’ bir rejim bile değil ‘tamamen otoriter’ rejim.
Rapora göre Belarus’ta çoğulcu bir medya yok. Seçim süreci de güvenilir ve şeffaf değil.
Kasım 2019’da yapılan parlamento seçimlerinde tek bir sandalye bile Lukaşenko’ya muhalif bir isme gitmedi.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı da seçimlerde gözlemcilerinin sandık sayımlarını izlemesine müsaade edilmediğini ve neredeyse tüm sandıklarda hile yapıldığını rapor etti.
ABD’de olduğu gibi Belarus’ta da devlet başkanını seçmenler kurulu diye bir yapı göreve getiriyor.
63 bin 646 üyeli bu yapıda kaç muhalif üye var biliyor musunuz? 21.
Sadece 21 kişi. Dünyanın en mutlu ülkesi olduğunu varsaysak bile hayatın doğal akışına ters bir durum bu.
Ha tabi bu arada; yüksek mahkeme üyelerini de devlet başkanı bizzat kendi atıyor.
Belarus’ta gazetecilik de düzenli olarak gözaltına alındığınız bir meslek.
Ülkede tüm gazeteciler faaliyetlerinin takip edildiği varsayımı ile çalışmak durumunda.
Herhangi bir skandalı veya yolsuzluğu haber yapmaları da mümkün değil çünkü
“Üst düzey yetkililerin onuru ve namusu korunmalıdır” diye bir düzenleme var.
Bunların yanı sıra her türden protesto için izin alınması gerekiyor ve başvuruların neredeyse tamamı reddediliyor.
2002’den bu yana da bazı dinlere ait kitapların basılması ve satılması engelleniyor.
Bu yetmezmiş gibi Belarus Ortadoks Klisesi’ne de özel ayrıcalıklar getirildi.
Sonrasında olaylar çıkan bu son seçimler nasıl oldu peki?
Lukeşenko’ya aslında iki tane cesur sağlam rakip çıkmıştı.
Biri banka yöneticisi Viktor Babariko diğeri eski büyükelçi ve IT girişimcisi Valery Tsepkalo.
Anketlerde de iyi gidiyorlardı ancak seçime girmeleri yasaklandı. Niye?
Babariko kara para aklamaktan suçlandı ve hapse atıldı.
Tsepkalo ise aday olmak için gerek duyulan 100 bin imzaya ulaşamadı.
E böyle bir ülkede ‘muhalif destekliyorum’ diye adınızla soyadınızla imza vermek kolay bir şey değil elbette.
Bu iki isim elemine edilince uzun dönem Lukaşenko’ya cesurca eleştiriler yöneltmiş sevilen bir youtuber olan Sergei Tikhanovsky aday olmaya karar verdi.
Ancak adaylığını açıklayınca o da bir örgütlenmeyle ilintilendirildi ve hapse atıldı.
İşte bunun üzerine ülke yönetmek aklından bile geçmeyen bir isim onun yerine aday oldu:
Svetlana Tikhanovskaya. Yani hapse atılan youtuber’ın eşi.
Aday olmaları mümkünsüz hale getirilen diğer iki ismin de destek açıklamasıyla bütün ülke bir anda Tikhanovskaya’nın arkasında durdu ve muhalefet çığ oldu.
Daha adayken bile Tikhanovskaya kendisinin hapse atılmakla ve çocuklarının kendisinden alınmasıyla tehdit edildiğini açıklamıştı.
Bunun üzerine çocuklarını hemen yurtdışında yaşayan büyükannelerinin yanına göndermişti.
Svetlana ülkesinin siyasi lideri olmaya ve demokratik devrimler yapmaya çalışmıyor.
Seçim kampanyası iki vaatten ibaret:
Siyasi tutukluları salmak ve hemen ülkeyi özgür, adil, çoğulcu bir seçime hazırlamak.
Hepsi bu.
Seçimler yapıldı oylar kullanıldı ve seçimleri takip etme konusunda tek yetkili medya organı olan devlet ajansı
Lukoşenko’nun daha önceki 5 seçimde olduğu gibi bir kez daha yüzde 80’e yakın oy aldığını açıkladı.
Oysa Svetlana’nın mitinglerine 91’deki bağımsızlık kutlamalarından bile daha büyük kalabalıklar katılmıştı.
O akşam halk sokağa indi, protestolar başladı…
Seçimi takip eden üç gün boyunca internet erişimi ülke çapında kısıtlandı neredeyse tamamen kesildi.
Önce normal kolluk kuvvetleri, yetmeyince özel kuvvetler devreye sokuldu.
Lukoşenko kendisine ve rejime sadık olmaları için özel polis kuvvetlerinde yer alacak kişilerin yetimhanelerden seçilmesini istemişti.
Bu onun lehine işledi çünkü halkın arasında bu polislerin akrabaları, yakınları pek yok.
Protestocular dövüldü, gözaltına alındı ve hatta pişmanlık videoları çektirilip yayınlandı.
Lukoşenko bu olan biten kendi baskısı ve düzenbazlıklarından kaynaklanmıyormuş gibi hayalet mihraklardan bahsetti.
Çeklerin bu işin arkasında olduğunu söyledi.
Rusya’da bu işin arkasında olan farklı klikler var dedi…vs
Ama neticede protestolar dinmedi.
Halk Psiphon gibi uygulamalarla internet kısıtlamalarını aştı ve eylemlere devam etti.
Ancak başkan adayı Svetlana ortada yoktu.
Can güvenliği endişesi ile Litvanya’ya gittiği anlaşıldı.
Daha sonra buradan bir video mesajı yayınladı.
Bu mesajda
“Bazılarınız beni anlayacak bazılarınız nefret edecek ama Tanrı kimseyi böyle bir seçim yapmak zorunda bırakmasın”
diyerek seçimde hile olduğunu aslında kendisinin kazandığını bildiği halde ağlamaklı bir şekilde destekçilerine “Eve dönme, kendilerine dikkat etme” çağrısı yaptı ve
“hiçbir şey çocuklarımızdan daha kıymetli değil” dedi.
Svetlana’nın hapisteki eşi, ailesi ve muhtemlen diğer yakınlarının tehdit edildiği tahmin etmek zor değil.
Avrupa’nın bu son diktatörlüğü yıkılır mı şimdilik bilmiyoruz.
Protestolar devam ediyor ve bu video çekildiği sırada 7 bin kişi gözaltına alınmıştı…
Ama değişim için umut da var çünkü çok sayıda polisin protestoculara şiddet uygulamayı reddettiğini ve onlara engel çıkarmadığını gösteren görüntüler de mevcut.
Neticede öyle veya böyle herkes tarihin bir tarafında yer almayı tercih etmek durumunda kalıyor.
Bireysel ve etkisi küçük zannedilen her bir tercih ise sonunda bir ülkenin bir toplumun geleceğinde sonsuza kadar yankılanıyor.