Türkiye’nin sermaye siyaseti erbabı, eğer bir konunun tartışılmasını istemiyorsa ya da yaptığı icraatın savunulacak bir yanı kalmamışsa, “Atatürk de böyle yapmıştı”ya sığınmışlardır. Böylece yapılan icraatı eleştiren herkesi, Atatürk’le karşı karşıya getirme en geçerli taktik olmuştur. Üstelik bu yöntem çoğu zaman geçer akçe olmuştur.
Bu, aynı zamanda siyasette, o siyasi odağın kendisini (ve icraatını) savunmak için bütün güncel gerekçelerinin çöktüğünün göstergesi olmuştur.
Koronavirüse karşı mücadelenin, özellikle ekonomik boyutunda sınıfta kalan Erdoğan ve Hükümeti de sonunda; aldığı ekonomik önlemlerin halkın sıkıntılarına bir çözüm olmadığının ortaya çıkması ve her geçen gün inandırıcılını daha da yitirmeye başaması üzerine; ta 1921 yılına giderek, “Tekalifi Milliye Emirleri”ni (milli yükümlülükler emirleri) kendine dayanak yapmak için Atatürk’e sığınmak zorunda kaldı!
BAĞIŞ GÖNÜLSÜZLÜĞÜ TEPKİSİ!
Diğer ülkelerin koronavirüse karşı mücadele amacıyla açıkladığı paketlerle karşılaştırıldığında, Erdoğan Hükümetinin “Ekonomik İstikrar Kalkanı” paketinin “hiç” düzeyinde olduğu ortaya çıkmıştır. Dahası, bu paketteki önlemlerin, salgının asıl olarak vurduğu işçilere-emekçilere değil sermayeye destek (100 milyar TL’lik paketten sadece yüzde 2’si emekçilere yönelik) olduğu da kimsenin itiraz edemeyeceği biçimde görülmüştür.
“Ekonomik İstikrar Kalkanı” paketine emekçiler cephesinden ve kamuoyundan gelen tepkilere karşı Hükümet, bir yandan bir karşılığı olup olmadığı belirsiz yeni “mini paketler” açıklayarak, öte yandan bu paketlerin maliyetini karşılamak için “Biz bize yeteriz Türkiyem” adında bir bağış kampanyası açarak yanıt vermeye çalıştı. Ancak Erdoğan’ın, CHP’li belediyelerin açtığı bağış kampanyasına karşı ve belediyeleri suçlayıp hesaplarına el koyarak başlattığı bu kampanya, en yandaş kesimler dışında tepkiyle karşılanmıştır.
Tepki kendisini “bağış gönülsüzlüğü” biçiminde ortaya koymuş görünmektedir. Bu yüzden en fazla bağışın beklendiği ilk hafta içinde, bankalar ve büyük sermaye kurumlarının adeta emirle yaptıkları yüksek miktarda bağışlara karşın, bağış miktarı bir buçuk miyar TL’yi ancak bulmuştur!
TEKALİFİ MİLLİYE NEREDEN ÇIKTI?
Bu tablo karşısında, 30 Mart’ta ilan ettiği, “Biz bize yeteriz Türkiyem” kampanyasının üstünden bir hafta geçtikten sonra tekrar halkın karşısına çıkan Erdoğan, Tekalifi Milliye Emirlerinin 10 maddesini noktasına, virgülüne vurgu yaparak okuma ihtiyacı duydu.
Bu ihtiyacın nedenlerini şöyle özetleyebiliriz:
1) Erdoğan-AKP’nin, bağış kampanyası gerekçesinin kabul görmesini sağlamak için, kendi 18 yıllık iktidarı boyunca, öz güvenle gösterebileceği bir örnek yoktur. Örneğin Erdoğan Hükümeti halka, “1999 depremi sonrasında toplanan ‘deprem vergisi’nin, depremzede ve depremin yıkıcılığını azaltacak önlemlerin alınması için kullandık” diyememektedir. Tıpkı 15 Temmuz mağdurları için toplanan 380 milyon TL’yi bulan yardımı, “Mağdurlara şöyle dağıttım” diyememesi gibi…
2) 18 yıllık iktidarı boyunca her zor durumu, hemen her krizi sermaye lehine bir fırsata dönüştürmenin ve sermayeye yeni kaynaklar aktarmanın vesilesine döndürmesi, halk indinde hükümetin “bağış kampanyası”na karşı “güven sorunu”nu kışkırtmıştır.
3) Bağış kampanyasının CHP’li belediyelere karşı, onları “çalıştırmamanın” bir adımı olarak kullanılmak istenmesi, virüse karşı mücadelenin “partizanca” kullanılıp “tek adam yönetimi”nin yeni bir dayanağı yapılmak istenmesi, halkın kampanyaya gerekli itibarı göstermesini engellemiştir.
Bu yüzden, bütün tarihi boyunca Atatürk’e ve onun eylemlerine yönelik muhalefeti varlık nedeni yapan bir siyasi gelenekten gelen Erdoğan’ın, böyle kritik bir dönemde Atatürk’e sığınması, “Atatürk istismarcılığı ve CHP’nin sıkıştırılması amacından çok, ne kadar çaresiz kaldığının ifadesi olarak” görmek, gerçeğe daha yakın bir değerlendirme olur.
ÜLKEYİ ‘TEKALİFİ MİLLİYE’ ŞARTLARINA GETİRMEK BİR MARİFET Mİ?
Erdoğan ve partisinin iktidarları boyunca en başarılı olduğu alan; her başarısızlığını önceki iktidara yıkmak, bunu yapamadıklarında ise başarısızlığı bir “zafer” olarak göstermek olmuştur.
Bunun en bariz örneklerinden birisi, 2018 seçiminde AKP-MHP ititfakının; ülkenin işsizlik, yoksulluk, demokratikleşme, barış gibi en önemli sorunlarını gündemden düşürmek için, “Türkiye’nin beka sorunu var” diyerek, 16 yıllık iktidarı sonunda ülkeyi “Beka sorunuyla karşı karşıya getirmiş olmayı” bir “zafer” olarak göstermesi olmuştur. İktidar, bu tutumunu, halka gazi ve şehit olmayı vadetmeye kadar vardırmıştır.
Bugün de Erdoğan ve iktidarı, Kurtuluş Savaşı’nın en ağır koşullarının yaşandığı dönemin önlemlerini kendilerine gerekçe göstererek, virüse karşı mücadelede “Bağış kampanyası açmayı” bir zafer gibi sunmaktadır…
Oysa aklı başında hiçbir kişi, odak ya da iktidar 18 yıl yönettiği ülkeyi bir “beka mecrası”na itmiş olmayı savunmayacağı gibi, Kurtuluş Savaşı koşullarına sürüklemiş olmayı da bir zafer olarak göstermez.
Tabii AKP ve onun “tek adam yönetimi” gibi, gerçeği ters yüz etmeyi bir yönetim ilkesi olarak gören bir iktidar değilse!