Türkiye, ayrımcılık ve eşitsizlik üzerine kurulu tarihsel Roma devletinden farklı olarak eşit vatandaşlık temelinde siyasi rejimi olan bir ülkeyse neden bu ülkenin tüm insanlarının vatandaşlık haklarından eşit biçimde yararlanmasının önünde anayasal, yasal, hukuki, siyasi vs. engeller vardır? Neden mesela başını örten kadınlar ve genç kızlar için eğitimde, çalışma hayatında, birtakım kamu alanlarında yaygın ve açık yasak devam eder? Dindarları, sosyalistleri, Alevileri, Kürtleri kamu alanlarından dışlayan gizli yasakları hiç saymayalım!
Cumhuriyet rejiminde devlet aygıtı adeta vatandaşların belli kesimlerine tepkili, mesafeli ve kısıtlı, buna karşılık belli kesimlere kural, sınır ve ilke tanımaksızın açıksa bu ülkede eşit yurttaşlık ilkesinin geçerli olduğundan söz edilebilir mi?
Öyle anlaşılıyor ki Türkiye, ya eşitsizliğin hukuki çerçevesinin bulunduğu antik Roma devleti gibi bir cumhuriyet olmaya devam edecek ya da eşit yurttaşlığın yürürlükte olacağı türden kelime anlamına uygun bir cumhuriyete dönüşecektir. Küçük bir azınlığın, cumhuriyeti antik Roma’daki gibi ayrıcalıklı bir grubun egemenliğine dayalı siyasi rejim tanımında tutmak istemesi bugünkü gerilimin temel sebebidir. Ülkenin geniş kesimleri, cumhuriyetin ekonomide, siyasette, hukukta ve sosyal hayatta eşitsizlikler ve ayrıcalıklar rejimi olmaktan bir an evvel çıkmasını talep ediyor. Bu talebin sahiplerinin ağırlıklı olarak AK Parti’de toplandığını bu partinin 2002’den bu yana girdiği bütün seçimleri kazanmasından ve tabanında hiç dinmeyen yüksek hararetli değişim enerjisinden anlıyoruz. Yine CHP’yi bölünmenin eşiğine kadar getiren değişim gerilimi de, cumhuriyetin eşit yurttaşlar rejimi olarak tanımlanması ve bu temel sorun aşıldıktan sonra CHP’nin kendisini sosyal politikaların savunucusu olarak konumlandırması tartışmasıyla ilgilidir.
Cumhuriyette neden kimi halk kesimlerinin vatandaş sayılmadığı ve eşitsizliği kabullenerek kendi sınıfsal gerçekliğine boyun eğmek zorunda bırakıldığı sorusunun cevabını egemen laiklik anlayışında bulmak mümkündür. Mevcut laiklik rejimi, cumhuriyetin kuruluşunda milyonlarca kilometrekareden ancak nefes alınabilecek bir ölçeğe kadar küçülmüş vatanı elde tutabilmek, yani fiziksel varlığı kurtarmak için taktik olarak Batılı emperyalistlere verilmiş kültürel varlıktan vazgeçme tavizidir. Osmanlı paşalarının, kendilerinin de içinde yetişip büyüdükleri, eğitim, görgü ve adetlerini benimsedikleri toplumsal hayatın akışını, bin yıllık dili, kültür ve gelenekleri, giyim kuşamı bu kadar radikal, keskin, hızlı ve ani biçimde değiştirmeye teşebbüs etmesinin başka anlaşılabilir bir izahı var mıdır? Bazı ateist laiklerin, Atatürk’ü, iç dünyasında ateist/pozitivist ama halka karşı Müslüman görünen biri olarak tarif edip, gerçekleştirilen keskin reformları buna bağlamaları kabul edilebilir bir yorum mudur? Bu yoruma göre cumhuriyet tarihimiz, Batılıların Türkiye’de İslam’ın kökünü kazımak için Lozan’dan başlayarak yürürlüğe koydukları gizli ajandanın icraatlarından ibaret olmalıdır! Yok eğer bu yaklaşım gerçeğin tamamen hilafına ise ve ortalama bir laik bu yoruma tepki gösterecekse geriye kalan seçenek, Atatürk ve arkadaşlarının, çetin bir süreçte Anadolu’da varolabilme kazanımı karşılığında taktik bir adım atarak Batılıların Türkiye’nin imparatorluk dönemiyle ilişkisini kesmesi şartını kabul etmek zorunda kaldıklarını ve mevcut laikliğin de o günlere ait bir kötü bir hatıra olduğunu kabul etmesidir. Çünkü Lozan’dan bu yana Türkiye’nin müstevlilere karşı varlığını koruyabilmek için seçtiği enstrüman hep “Batıyla birlikte hareket etme” olmuştur.
Türkiye, NATO’ya hangi amaçla girdiyse, Kore’ye hangi amaçla asker gönderdiyse, İsrail’i hangi amaçla tanıdıysa cumhuriyet dönemindeki reformları da aynı amaçla yaptı: Batıyla birlikte hareket etmek.
Batıyla birlikte hareket etmek, cumhuriyetin kuruluşunda fiziksel varlığı kurtarmak için kültürel varlığı feda etmeyi gerektiren ağır kurtuluş reçetesini kabul etmek anlamına geliyordu. Laiklik, işte bu reçetenin tadı hayli acı, yan etkileri bir hayli fazla ve uzun vadede bünyeyi telef etmesi mukadder ilacıdır. Atatürk’ün, Batıyla birlikte hareket etme siyasetini ne zamana kadar sürdürmeyi planladığını bilmiyoruz, fakat hayattayken Afganistan’dan Balkanlara, Kafkaslardan Ortadoğu’ya yönelik kimi ilgileri, laikliğe rağmen Diyanet İşleri Başkanlığı ile din hizmetlerini bizzat devlet eliyle yürütmekten vazgeçmemesi, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen gibi âlimlere din bilgisinin yaygın biçimde öğretilmesi siparişini vermesi, tefsir yazdırıp Sahih-i Buhari’yi tercüme ettirmesi gibi icraatlar, taktik olarak benimsenmek durumunda kalınmış acı ilaç laikliğin yan etkilerine karşı toplumu korumaya dönük girişimler şeklinde tasnif edilebilir. Bu tarih okumasının yanlışlığını iddia edenlerin masaya koyabilecekleri tek yorum, laikliğin bir itikat, ideoloji ve doktrin olduğu ve bu itikat uyarınca toplumu dininden diyanetinden uzaklaştırıp dini toplumsal hayattan kazımanın amaç ve hedef telakki edildiği olabilir.
Kuşkusuz cumhuriyet tarihinde böyle düşünülen cinnet dönemleri oldu. Kur’an eğitiminin yasaklanması, camilerin ahır yapılması, camilerden halıların kaldırılarak kilisedeki gibi sıra konulmak istenmesi (gerçi bu fikri hala ortaya atabilen hastalıklı ruhlar var!), “Kâbe Arap’ın olsun, bize Çankaya yeter” hezeyanının ulu orta söylenebildiği karanlık dönemleri unutabilir miyiz? İlkokulda harf reformu anlatılırken bin yıllık alfabeyi değiştirmenin gerekçesi bize “kargacık burgacık harflerdi, hiç kimse anlamıyordu” izahıyla öğretilmedi mi? Oysa o “kargacık burgacık” harfleri çoğumuz çocuk yaştayken bir yaz kursunda öğrenmiş, öğrenmekle kalmamış bir de altı yüz küsur sayfalık Kur’an’ı hatmetmemiş miydik? Bu satırların yazarı, ilkokul öğretmeninin şartlandırmasıyla gittiği Kur’an kursunun daha ilk günlerinde hızla alfabeden ileri seviyeye geçtiğinde kendisine öğretilenden nasıl da şüpheye düşmüştü! Batıyla birlikte hareket etme mecburiyetinin taktik değil ideolojik ve itikadi bir tercih olduğuna inanan zihinlerin bulup bulabileceği izah zaten ancak gülünç olabilirdi. Dünyada hiçbir büyük millet, bin yıllardır devam eden alfabesini değiştirmeyi aklının ucundan geçirmemişken, o büyük milletler ailesinin parçası olan, medeniyet ve imparatorluk kurmuş bir entelektüel, bilimsel ve tarihsel mirasın varisleri neden böyle tuhaf bir yola sapabilirdi ki yoksa? Neden durduk yerde başa şapka takmak zorunlu hale getirilsin? Neden yüzyıllardır kullanılan uzunluk ve ağırlık birimleri aniden değiştirilsin ve hiç bilinmeyen, yabancı ve kültürel geçmişi olmayan birimler kullanılmaya başlansın?
Bu reformları her halükarda hatalı bulan tarihçilerin yorumundaki haklılık ayrı bir konu olmakla birlikte, bütün bunlar Türkiye’de eşit yurttaşlığın önündeki en büyük engel olan laikliğin bizdeki serüvenine getirilebilecek en makul yorumu önümüze koymaktadır: Batıyla hareket etme taktiğinin acı ilacı olarak laiklik, Türkiye’nin gücünü zaafa uğratan, eşitsizlik yaratan, ayrımcılığa neden olan, imtiyazlı bir sınıfın doğmasına, buna mukabil başka kesimlerin aşağı kastta sıkışıp kalmasına neden olan bir uygulamadır.
Dini hayatın görünür olmaktan uzaklaştırılması için yapılan reformların ancak bir sömürge ülkesinde yaşanabileceğini düşünenler, Atatürk’ün sömürgeciliğin ajanı ya da akıl dışı düzeyde Batı kültürü hayranı biri olmadığını başka birçok duruma bakarak tespit ettiklerinde bu reformların olsa olsa taktik ve zorunlu olduğu sonucuna varacaklardır. Gerçi bizim irrasyonel laiklere göre o reformların hepsi birer “devrim”di ve Türkiye’yi batılı bir ülke yapmayı amaçlıyordu. Tıpkı Rus çarının bir dönem Batılılar gibi kalkınmak için sakalları kesmeyi mecburi tutması gibi.
Türkiye’nin kuruluş dönemindeki laiklik taktiğinden alabileceği azami sonuçları devşirdiği, ama o taktiğin artık ülkenin iç barışına, kalkınmasına, büyümesine ve demokratikleşmesine zarar vermeye başladığı değerlendirmesi bugünkü muhafazakâr iktidarın 2002’de başlattığı değişimi iyi anlamak için anahtar olabilir. Muhafazakâr iktidar, Lozan metaforunda konu ettiğimiz bedelin bütün borç senetlerini muhataplarından geri alarak yerlerine yeni borç senetleri vermiş ve bu sayede küresel irade tarafından onaylanan değişim sürecinde, Lozan’da vazgeçilen kültürel varlığı geri çağırmaya koyulmuştur. Laiklerin, Batılı hegemoninin neden muhafazakârları bu kadar benimsediğini çözememesi bu bedel takasını kavrayamamasındandır. Muhafazakâr iktidar, Lozan’daki bedeli yeni bir bedelle takas etmiştir: Muhafazakâr modernleşme!
Bu iktidar zamanında, hal diliyle Lozan’ın bedelinin ödendiği söylenmektedir. Çünkü Lozan’ı imzalamak zorunda kalmak, oradaki bedelin ebedi olduğu anlamına gelmiyordu. Laiklerin anlamadığı da budur. Onlar, bedeli ebedi sanıyor ve o bedelin en acı meyvesi olan laikliği itikat haline getiriyorlar. Oysa Lozan, Peygamber’in imzalamak durumunda kaldığı Hudeybiye gibiydi. Şartlarının ağırlığına rağmen Hz. Peygamber, Hudeybiye anlaşmasını imzalamakla Mekkeli müşrik otorite karşısında taraf ve muhatap olma hüviyeti kazanmıştı.
Mevcut muhafazakâr iktidarın “Batıyla birlikte hareket etme” siyasetini ve modernleşme taahhüdünü kendi üslubunca sürdürme vaadiyle Batılılardan aldığı destek, bugünkü iktidarın muhafazakar modernleşmeci denklemini anlamamızı kolaylaştırabilir.
Bugün muhafazakârlar, batıyla birlikte hareket etme siyasetini bunun sosyolojisini de oluşturarak yürütüyor. Laikler ve ulusalcıların ise on yıllardır batıyla birlikte hareket etmenin değişmez oyuncuları olmaktan neden çıkarıldıklarını bir türlü anlayamamaları, artık batıyla birlikte hareket edemedikleri, bunu başaramadıkları, bu iş için entelektüel ve beşeri enerjilerini kaybettikleri ile açıklanabilir. Dillerindeki anti-emperyalist söylemin de küskünlükten kaynaklandığı çok açıktır. Laik kesimler, yaratıcı katkıyla batıyla birlikte hareket edemezken, muhafazakârlar batının ne söylemeye çalıştığını çok iyi anlayarak, karşılıklı çıkarları yaratıcı biçimde uzlaştırmayı her defasında başarıyorlar. Batı da buna karşılık iç siyasette onların hamlelerine tahammül ediyor, hatta kültürel varlığın geri çağrılmasına olumsuz bakmıyor. Çünkü muhafazakârlar, kültürel varlığı geri çağırdıkça motive oluyor ve çok daha yaratıcı hale geliyorlar.
Türkiye, fiziksel varlığı kurtarmak için kültürel varlıktan vazgeçme taktiğinin yan etkilerinin başında gelen laikliği, cumhuriyetin demokratik, eşitlikçi ve ayrımsız bir siyasi rejim haline gelebilmesi için tartışmak zorunda kalacak ve reforma tabi tutacaktır. Türkiye, ekonomik büyüme, refah seviyesinin yükselmesi, iç barışın ve huzurun sağlanması, demokratik bir siyasi ve ekonomik rejimin tesisi için buna mecburdur.