İstenen bakış açısı şu, “bu olay sağlık sistemine mal edilmesin, çürük elmalar ayıklanırsa sistem zaten kusursuz çalışıyor.” Oysa çeteyi kuran ilişkiler sağlık sisteminin işleyişinde gelişmiş
Dr. Yağız Alp TANGÜN
Araştırmacı
Kriz anlarında politikacıların kullandığı sözcük, üslup ve vurgular belli bir politik stratejinin sonucudur. Bu yüzden, söylem, toplumsal çatışmanın da en etkin ideolojik donanımlarından bir tanesidir. Politikacıların söylemleri, zihinsel kuşatma stratejilerini içerir ve hegemonyanın yeniden üretimine katkı sağlar. Sağlık Bakanı’nın hafta sonu katıldığı hamsi festivalinde, Yenidoğan Çetesi için dile getirdiği “çürük elma, kanı bozuk, vicdansız” tabirleri de bu açıdan ayrıca önemsenmeli. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha önce bu skandal hakkında konuşurken kullandığı “çürük elma” metaforu, olayla ilgili resmî söylemin olmazsa olmaz bir unsuru haline geldi. Söylem ile örtük olarak benimsenmesi istenen bakış açısı şu, “birkaç kişinin ahlâksızlığından/vicdansızlığından kaynaklanan bu olay sağlık sistemine mal edilmesin, bu çürük elmalar ayıklanırsa sistem zaten kusursuz çalışıyor.” Oysa Bakan, ilk ihbarın aslında 2023’ün Mayıs ayında yapıldığını duyururken, esasen bu olayın ortaya çıkmadığı sürece sistemin işleyişine engel olmadığını da itiraf etmiş oldu. Çünkü çeteyi kuran ilişkiler sağlık sisteminin işleyişinde ve asli unsurları arasında, gelişmiş…
ÇETELERİ SİSTEM ÜRETTİ
Sağlıkta Dönüşüm Programı’na karşı itirazı ve bu tür sonuçlarla karşılaşmanın kaçınılmazlığı TTB başta olmak üzere geniş bir demokratik toplum bileşenleri cephesi tarafından dile getirilmişti. Sağlıkta, kentte, yönetimde veya herhangi bir alanda neoliberal reform politikalarının yolsuzluk, suç, yıkım üretmeden işlemesi mümkün değil… “Benim reformum biraz daha ahlâklı olsun, bir tık daha vicdan ekleyelim” deme şansı tanınmıyor. Buna karşın sistemin işleyişinde ortaya çıkan çeteleri birer “çürük elma” yahut “istisna” gibi görme/gösterme eğiliminin ideolojik bir tutum olduğunu belirtmek gerekiyor. Sağlık hizmetlerinde kapitalist reformu uygulayanlar “çeteleri”, kapitalist reform reçeteleri yazan ideologlar ise “kurumları” sistemin aksağı olarak teşhis etme eğilimi taşıyor. Bu saptamayı yapmak, başka bir sağlık sistemi talep etme ve kamucu olanakları tartışmak için iktisat ideolojisiyle de hesaplaşmayı işaret ediyor.
Kimilerince sosyal devletin altın çağı diye betimlenen, 1945-1970 yılları arasında Keynesyen ekonomi politikaları çerçevesinde sosyal güvenlik rejimleri kamu harcamalarıyla desteklenip onarıldı. 1970 sonrası ise kapitalizmin krizlerine çözüm olarak liberal iktisadi düşüncenin ideologları çözümler önerdi. Friedrich von Hayek ve Milton Friedman kamu harcamalarının kesilmesini içeren doktrinleriyle Nobel ödülü aldı. 1980’ler ve 1990’lar boyunca piyasanın işleyişinde fiyat istikrarı sağlanması için kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve kamu harcamalarının azaltılması fikirleri sahaya sürüldü. Kapitalist reformların uygulanması için kurumları hedef alan Robert Fogel ve Douglas C. North gibi isimlerin yanı sıra en son kurumları baz alarak yaklaşım geliştiren Daron Acemoğlu ve arkadaşları da Nobel iktisat ödülü aldı. Şunu belirtmekte fayda var kapitalist restorasyondan geçen kurumlar, serbest piyasaya açılma ve reform programlarını uygulama sürecinde ortaya çıkıyor, yani sürecin sebebi değil sonucu. Dünya Bankası gibi aktörler ve sermaye çevreleri bu kurumlar oluşsun diye hibeler, krediler veriyor, raporlar hazırlıyor… Demek gene de kurumlarda sorun olduğu söyleniyorsa, ortada topyekun bir beceriksizlik olduğu mu kabul edilmeli? Hayır. Kurumların şekli şemali, ulusal ölçekteki piyasanın küresel ölçeğe hangi üretim, birikim ve borç ilişkileriyle eklemlendiğiyle ile ilgili bir mesele. Piyasa içindeki çatışma ve uzlaşıların etkilediği beklentiler ne kadar orantısız, zamansız ve acımasızsa kurumlar da ona göre şekilleniyor. İşleyişin yarattığı yıkım ve şiddet söz konusu kapitalist eklemlenme tarzına endeksli. Bu da bir kalkınma ve az/gelişmişlik sorunu olarak etiketlenmemeli kapitalizmin tarihsel ve coğrafi gelişim dinamikleri belirlenerek analiz edilmeli.
Böyle bir yerden bakıldığında piyasa açısından ne SGK, ne de Sağlık Bakanlığı başarısız kurumlar değildir. Neoliberal mutasyonun evrimsel izleri kurumsal bünyelerinde açıkça görülür. Keza deprem olduğunda Kızılay’ın afetzedelere çadır satması da bahsedilen “başarı” kriterine uygundur. TOKİ de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı da deprem sonrasında piyasa için en kârlı olanakları yaratmadı mı? Özetle, kurumların tıkır tıkır işlediği görülüyor. Gündeme gelen her mafyalaşmada, çete faaliyetinde ya da yolsuzluklara karşı muhalif kesimlerden yöneltilen “kurumların çürüdüğü” iddiasına da bu noktada itiraz etmek gerekiyor. Yani finans-kapitalin yatırımlarıyla ete kemiğe bürünmüş sağlık reformu, çeteler ve çürük kurumlar mı üretmiş?
ÇETELER YA DA KURUMLAR PİYASA İÇİN ENGEL TEŞKİL ETMİYOR
Bu sorunun yanıtı bir başka Nobel ödüllü “sakatatçı” pardon iktisatçı Gary Becker’in böbrek ve ciğer fiyatlarını hesaplaması örneğinde görülebilir. Becker’in giriştiği hesap kitap işi, böbreğini bağışlayanın karşılaşacağı risk ve potansiyel rahatsızlıklar karşılığında ne kadar para talep edeceğine dair “adil bir değer” bulma amacıyla yapılmış. Yönetmen Michael Moore’un Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi (2009) adlı belgesel filminin bir kısmında tam da böyle bir “risk” üzerinden sistemin nasıl kazanç sağladığı anlatılmaktadır. ABD’de adı geçen şirketler, ölüm riski düşük bazı çalışanlarını onlardan habersiz yüksek primler ödeyerek sigortalamakta ve öldükleri takdirde yüklü miktarda tazminatlar almaktadır. Kimin bedeni, kimin kararı? Sağlığımıza doğrultulmuş ticari bakış bizleri, kasap dükkânlarının duvarına asılan, hayvan bedeninin bölümlere ayrıldığı bir poster gibi görüyor… Friedrich Nietzsche, antik dönemde Mısır’da alacaklının alacağına karşılık borçlunun bedeninden bir parça kesme hakkına sahip olmasından bahsediyordu… Michael Moore’un Amerikan sağlık sistemini anlatan Hasta (2007) belgeselinde el parmaklarının ikisi kesilen işçi Rick’e her parmağı için sigorta kurumunun ayrı fiyat biçmesi ve bu yüzden Rick’in daha ucuz olan parmağı seçmek zorunda bırakılması da kasap dükkânına girmekle, rehin dükkânından çıkmak arasında bir şey. Öyleyse sağlığımız üzerinden riskin ne olduğunu belirleyenlerin, yıkımı sermaye birikimine dönüştürme araçlarını ellerinde tutanların burada bir kaybı yok. Sosyal güvenlik sisteminde ve sağlık hizmetlerinde çeteler ya da kurumlar piyasa için engel teşkil etmiyor. Hatta piyasanın çözümsüz kaldığı yerlerde çeteler de kurumlar da üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor olmalı.
BİLGİ ÜRETMEK AKADEMİK ELİTLERİN TEKELİNDE KALMAMALI
Başka bir sağlık sistemini hayal etmeye başladığımız yer tam da şurası; neoliberal reform programlarının yarattığı yıkım ve şiddeti gizlemek için çeteleri, kurumları hedef gösteren bilgi üretimi ve söylem pratikleriyle hesaplaşmak. Hegemonya ile hesaplaşırken, karşı-hegemonya için bilginin üretilmesi de bir başka mesele. Herkes için eşit, parasız, nitelikli, erişilebilir, koruyucu bir sağlık sistemi için bu talebi oluşturacak siyasal katılımın önünü açmamız gerekiyor. Kolektif bilgi üreten ilişkiler kurarak örgütlenmek buna bir zemin sunabilir. Bilgi üretmek akademik elitlerin tekelinde kalmamalı, bu anlamda pedagojik bir açılıma da ihtiyacımız var. Taner Akpınar ile Evrensel Gazetesi için yaptığımız Pedagojik Tahakküm kitabı söyleşimizde, bu konuya da temas etmiştik. En azından sosyal güvenlik/sağlık sistemi ile ilgili herkesin sınıfsal konumuna oturan bir deneyimi var ancak bunu derli toplu bir politik bir talebi beslemek üzere aktaracağı kanallardan ve örgütlenmeden yoksun. Bu bakımdan, Evrensel Gazetesi’nin farklı il, meslek, cinsiyet ve yaş gruplarından katılımcılarla gerçekleştirdiği anket çalışması tam da böyle bir katılımı beslemeye yakın duran somut bir araştırma olmuş. Ancak bu tip araştırmaları arttırmalı ve kolektif bilgi üretim kanallarını, alanlarını daha etkin hale getirmeliyiz.