Gazetemizde üç günden beri “Kürt sorununda nasıl yapmalı?” başlığı altında bir tartışma sürdürüyor.
Şu açık ki; dağlardan savaş naraları yükselip ölüm haberleri geldikçe, kentlerde, cenaze törenlerinin gösteriye dönüştürülmesi, baskınlar ve sokak çatışması haberleri, üniversitelerde Kürt ve Türk kökenli gençlerin kavgası haberlerine karıştıkça; halkaların kardeş olmasını isteyen gerek Türkler gerekse Kürtler arasında, “Ne oluyor, nereye gidiyoruz?” kaygısı büyümektedir.
Şu açık ki; dağlardan savaş naraları yükselip ölüm haberleri geldikçe, kentlerde, cenaze törenlerinin gösteriye dönüştürülmesi, baskınlar ve sokak çatışması haberleri, üniversitelerde Kürt ve Türk kökenli gençlerin kavgası haberlerine karıştıkça; halkaların kardeş olmasını isteyen gerek Türkler gerekse Kürtler arasında, “Ne oluyor, nereye gidiyoruz?” kaygısı büyümektedir.
Ama aynı zamanda böyle durumlarda, çatışan tarafların karşı tarafı suçlayan açıklamaları ve söylemleri de daha yüksek perdeden olmakta; kendi halkının, tartışmasız ve itirazsız kendi tarafında olması ve kendi haklılığını savunmasını istemeyi en doğal hak olarak görme eğilimi büyümektedir.
Ve burada, Kürt sorunu konusunda en kolayı; Türklerin Kürtleri, Kürtlerin de Türkleri suçladığı genel bölünme olmaktadır.
Sermaye basını ve siyasetçileri, bu kolay, geleneksel “Madem ki ortada böyle ulusal bir dava vardır, öyleyse derhal hükümetin safında yer almalı; bölücülere, teröristlere veryansın etmeliyiz!” tavrını alıp, hükümetin arkasında saf tutmaktadırlar.
Bugün çatışma tırmandıkça da böyle bir süreç işlemekte; asker ölümlerini ve cenazelerini bahane eden sermaye medyası ve her renkten milliyetçi odaklar, “hain terörist”, “kalleş bölücüler”, “vatan haini alçaklar” gibi nitelemeler eşliğinde, bir Kürt-Türk çatışmasını hazırlamaktadırlar.
Sorarsanız, niyetleri asla bu değildir! Ama yaptıkları bundan ibarettir ve geçmişte yaptıklarının, pek sevdikleri “40 bin ölüm”deki paylarını hiç gözetmeden; savaşın kentlere, üniversitelere, kentler arasına, halklar arasına taşınmasına hizmet etmektedirler. Muğla’da baş gösteren öğrenciler arasındaki çatışmanın yanıtı, Diyarbakır’da, Mardin’de verilirse; nasıl bir Türkiye tablosu çıkar ortaya, bunu ya hiç umursamıyorlar ya da “böyle olsun” istiyorlar!
Bu türden “ulusal davalarda” devrimci, demokrat, barıştan, kardeşlikten yana tutum; herkesin kendi hükümeti, kendi ulusundan olan savaşın tarafı olan odaklara karşı mücadele etmesidir.
Bu genel yaklaşımı “Kürt sorununun demokratik çözümü” mücadelesine uygularsak, PKK’nin politikalarını beğenmiyorlarsa, onu eleştirmek, ona karşı durmak en başta Kürt aydınlarına, demokratlarına, ilericilerine düşen bir şeydir. Türkiye’de hükümetin izlediği barış düşmanı, savaşı kışkırtan politikalara karşı durmak, milliyetçi odakların saldırganlığa varan politikalarını boşa çıkarmak için mücadele ise Türk kökenli ilerici demokrat güçlerin işidir.
Dün, gazetemizde çıkan Emek Partisi Genel Başkanı Levent Tüzel’in açık bir dille ifade ettiği tutum ve üç gündür süren tartışmada tartışmaya katılanların hükümeti ve milliyetçi odakların saldırganlıklarını eleştirmeyi öne çıkarmasının nedeni de budur. Barış ve halkların kardeşliğinden yana tutum da budur.
Yoksa Türklerin, PKK’ye, Kürt siyasetçilere ne kadar küfürlü olursa malum çevrelerden o kadar alkış aldığı tutum, elbette barışa ve kardeşliğe hizmet etmediği gibi, orta ve uzun vadede sadece Türkiye’yi bölmek isteyen, bundan fayda uman iç ve dış güç odaklarına yarayan bir tutumdur.
Bu açıdan bakıldığında; İsrail’in “yardım gemilerine” karşı giriştiği korsanlık karşısında bir avuç İsrailli insan hakçısı ve ilericinin Tel Aviv’de takındığı İsrail’in saldırganlığını protesto eden tutum, elbette örnek ve kahramanca bir tutumdur. Yoksa elbette onların da Türkiye’nin politikalarına eleştirileri vardır. Ama onlar, enternasyonalist bir tutum takınarak tepkilerini kendi hükümetlerine yöneltmişler; Türkiye hükümetini eleştirmeyi de Türkiyelilere bırakmışlardır.
“Eksen kayması”, “Türkiye batıdan kopuyor mu?” gibi çok önemli bir bölümü “sanal” olan gürültülü kampanya, Kürt sorunu üstünden gelişmeleri gölgelese de; olup bitene az çok gerçekçi açıdan bakan herkes, “Kürt sorunu” etrafındaki gelişmelerin çok tehlikeli bir sürece girdiğini görmektedir. Ve burada en büyük sorumluluk, elbette Türkiye’nin ilericilerine, demokratlarına, aydınlarına, Türk-Kürt kardeşliği temelinde bir birlik isteyen güçlere düşmektedir. Bunun yolu da, hükümetin sorunu şiddetle çözme girişimlerine karışı durmak; hükümetin, kendi Kürtlerini muhatap alıp konuşarak sorunu çözmeyi esas almasında ısrar etmekten geçmektedir.
Evrensel