Ancak ne yazık ki, klasik İslamcıların ısrarla İslam’dan kapitalizm çıkmayacağını ifade etmelerine karşın yaşanmakta olan fiili durum bunun tam tersini gösteriyor. Bir başka ifadeyle İslam’dan zaten kapitalizm çık(arıl)mış durumda. Bununla birlikte fiili durum aksini gösterse de söylem bazında İslam’dan kapitalizm çıkmayacağı konusunda hemen herkes hemfikir. Dolayısıyla hal-i hazırda yaşanan tartışmalar, “İslam’dan sosyalizm çıkar mı çıkmaz mı?” sorusu etrafında şekilleniyor. Ancak klasik İslamcılık, İslam’ın kapitalizm ve sosyalizmden farklı olarak nasıl bir üretim biçimi öngördüğünü ve İslam’ın kendine özgü ekonomi-politik yapısını Kur’an ve Peygamberin uygulamaları çerçevesinde henüz ortaya koyabilmiş değil. Dolayısıyla ilk bakışta oldukça isabetli gibi görünen bu argüman, 80 öncesine ait anti-komünist reflekslerin hâlâ canlılığını koruduğunu gösterir cinsten. Zira 80 öncesinde bütün komünistlerin “dinsiz-imansız” oldukları zannediliyordu ve buna bağlı olarak Müslüman olmanın birinci şartı da anti-komünist olmaktı.
Eleştiriler: Tarih tekerrür ediyor
Eliaçık ve onun gibi düşünenlere karşı başlatılan topyekûn saldırının altında yatan ana etkene gelince: Bunun tek nedeni, işsizlik, yoksulluk ve açlık gibi sosyal gerçekliğe dayanan söylemlerin gerek kamuoyunda gerekse katı cemaatçi/örgütçü yapılanmaların tabanında yankı bulması ve söz konusu çevrelerin neredeyse söylem iktidarını kaybetme noktasına gelmeleridir. Zira “totaliter Tanrı” anlayışıyla insanı özne olmaktan çıkarıp nesne haline getiren, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi salt korkuya dayandırarak insanın manevi-ahlaki tekâmülünü baltalayan, günümüz dünyasının sorunlarını Ortaçağ’dan kalma yöntemlerle çözmeye çalışan, Kur’an’ın her iki dünyayı da kapsayan “kurtuluş” çağrısını göz ardı ederek dini uyuşturucu haline getiren; adaleti, eşitliği, refahı, huzuru ve güvenliği devamlı surette ahirete erteleyen klasik din anlayışı, ezilen kitlelere kurtuluş vaat etmedi. Aksine, klasik İslamcılık, sokakta olup bitenler için “Bizim sorunumuz değil, sistemin sorunu” diyerek kendisini toplumdan soyutladı ve atıl hale getirdi. Dolayısıyla kapitalizmin köleleştirdiği insanı içine düştüğü derin bunalımdan kurtaracak bir reçete sunamadı. Hal böyle iken İslam’ın kendi içinde “sol” olarak nitelendirebileceğimiz veya “İslam’ın sol yorumu” diyebileceğimiz bu adaletçi-eşitlikçi söylemin gündeme damgasını vurması kaçınılmazdı.
Ancak şunu da söylemek icap eder ki, Eliaçık, hiçbir yerde “ben solcuyum/sosyalistim” veya “Marksist’im” demediği ve “İslami sol” tabirini hiçbir şekilde kullanmadığı halde, kendisini marjinalleştirmek ve etkisizleştirmek isteyenler tarafından bu şekilde nitelendiriliyor. Dolayısıyla otuz yıllık İslami tecrübesi boyunca hiçbir zaman solcu/sosyalist olmayan Eliaçık’ın kaleme aldığı “Yaşayan Kuran” isimli Meal-Tefsir ve yirmiye yakın Kur’an kaynaklı eser yok sayılıyor. Görünen o ki, özellikle sosyal sorumluluklarından kaçmak isteyenler için yeryüzünde İhsan Eliaçık diye biri yaşamıyor.
Bu bağlamda ortaya çıkan fiili durum itibariyle tarihin tekerrür ettiğini söylemek mümkün. Zira İslam’ın sosyalizmle bağdaşmadığını öne sürenlerin çoğunlukla kırkta bir zekâtla sınırlandırılmış “sınırsız ferdi mülkiyet hakkı”nı savundukları, bu görüşü desteklemek üzere Hz. Osman, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah ve Sad b. Ebu Vakkas gibi sahabenin ileri gelen isimlerini örnek gösterdikleri; buna mukabil Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah İbn-i Mes’ud, Ammar b. Yasir ve Selman-ı Farisi gibi sahabeleri eleştirmeye güçleri yetmediği halde Ebu Zer el-Gifari’yi “kompleksli, dengesiz ve anarşist” olarak nitelendirdikleri görülmektedir. Burada paradigma birden tersine dönüveriyor ve Ehl-i Sünnet’in bütünüyle “adil” kabul ettiği sahabelerden biri, ortaya çıkan fiili durum karşısında “güç ve statü”ye kurban edilerek sürgüne gönderiliyor. Ne gariptir ki, aynı şekilde “Allah-perest sosyalist” tabirini kullanan Merhum Şeriati’yi sahip olduğu konum itibariyle eleştirmeye cesaret edemeyen klasik anlayış, Eliaçık’ı insafsızca eleştiriyor, hatta tekfir ediyor. Zira onun bugün itibariyle başını çektiği adaletçi-eşitlikçi söylemin, mahrum-mahkûm sınıfın sesi olarak fiilen ortaya çıkması, bir başka ifadeyle çitlerin olmadığı, paylaşıma dayanan bir yaşam biçiminin pratize edilip sağlıklı bir hareket modelinin ortaya konması ihtimali söz konusu çevrelerin uykularını kaçırmakta. Bu nedenledir ki, Eliaçık ve onun gibi düşünenlerin söyledikleri -cumhurun ittifakıyla(!)- Marksizm’i yeniden üretmek anlamına geliyor.
Medine’de serbest pazar ekonomisi: Müslüman’ın zengini makbuldür
İlginçtir ki, bugün bazı Müslümanlar, Peygamber’in Medine’de serbest pazar oluşturduğundan söz ediyorlar. Oysa Peygamber’in Medine’de oluşturduğu sistemin, bugünkü serbest pazar ekonomisiyle uzaktan yakından herhangi bir ilişkisi yoktu. Zira Medine’deki model, bugünkü serbest piyasanın temelini teşkil eden üç kâğıda/üçkâğıda (faiz, borsa ve döviz) dayalı değildi. Ayrıca her türlü kazancı meşru gören bir yapıya sahip olmamakla beraber, emeğin sömürülmesini, yoksulun yoksul olarak kalmasını ve üç-beş kodamanın çıkarını korumayı hedeflemiyordu. Aksine kişilerin malları üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunmalarına engel teşkil ediyordu. Zekât müessesesi yürürlükteydi ve her kesimden insanın barınma ve beslenme gibi temel ihtiyaçları insan onuruna uygun bir biçimde karşılanabiliyordu. Dolayısıyla bu söylem, içtimai ve iktisadi dinamiklerini yitirmiş, mevcut küresel kapitalizme entegre olarak hasımları için tehlike olmaktan çıkmış bir İslam anlayışını Müslüman kitlelere empoze etmeyi amaçlayanların ortaya attıkları bir safsatadan ibaret. Peygamber’in uygulamasında, hiçbir zaman, kapitalist sistemdeki gibi üretim araçlarının -ki, 7. yüzyılda topraktı- özel mülkiyetin elinde tekelleşmesine müsaade edilmemiştir. Zira bu, bir yandan toplum içerisinde belli bir zümreye yönelik aşırı zenginliği beraberinde getirirken, öte yandan halk arasında kahredici bir yoksulluğa sebebiyet vermektedir.
Klasik İslamcı yaklaşım bununla da yetinmeyerek Hz. Peygamber’in zenginlere savaş açmadığını; aksine Müslüman’ın zengin olanının makbul kabul edildiğini söyleyecek kadar ileri gidiyor. Malı ve serveti kutsal sayanların “mal ve servet düşmanlığı yapılıyor” diyerek gazete köşelerinde pehlivan tefrikasına dönüştürdükleri eleştiriler, klasik İslamcılığın ortaya çıkan bu fiili durumu tabanına izah etmekte güçlük çektiğinin açık bir göstergesi adeta. İşin garibi birileri çıkıp “kırkta bir zekâtını veren istediği kadar mal yığabilir” dediğinde bu, kapitalizmle özdeşleştirilmezken; “adalet-eşitlik, paylaşım, ortaklaşacılık” dendiğinde akıllara hemen komünizm gelmektedir. O halde şunu sormak icap eder: İslam hiçbiri olmadığına göre(!) doğru yaklaşım nedir?
İSLAM’IN EKONOMİ-POLİTİĞİ
Durum tespiti ve karşı eleştiri içeren bu girişin ardından üretim ilişkileri ve mülkiyet anlayışı bağlamında İslam’la sosyalizmin bağdaşıp bağdaş(a)mayacağını ortaya koyabilmek için öncelikle konuyu İslam nokta-i nazarından ele almak yerinde olacaktır:
Hiç şüphesiz, servet yığmada sınır tanımayan zihniyetin hâkim olduğu bir toplumda sadece maddi değerler ve menfaatler ön plandadır. Bu durumda her bir birey diğeriyle acımasız bir rekabet içerisindedir; yardımlaşma, merhamet ve şefkat duyguları körelmeye yüz tutmuştur. Öyle ki, çoğu zaman kardeşin kardeşe dahi faydası yoktur. Mevdudi’nin ifadesiyle, “Servet kaynaklarının mümkün olduğu kadar çoğunu kapmak, onları kendi çıkarı için zaptetmek ve servetini biraz daha artırmak için ölesiye bir çaba vardır. Bu mücadelede başarısız olanlar veya onun içinde yer almaya gücü olmayanlar, yardımcısız ve kendi hallerine bırakılırlar…” (Mevdudi; Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim). Amiyane tabirle bu tür bir toplumsal yapıda düşenin dostu olmaz, hatta cimrilik ve açgözlülük içerisinde manevi-ahlaki yönden yozlaşan bireyler, “düşene bir tekme de sen vur” dercesine bir tutum ve davranış içerisine girerler.
Buna mukabil İslam, servetin belirli kişilerin elinde tekelleşmesini ve zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet/iktidar aracı haline gelmesini, hem birey hem de toplum için olumsuz bir durum olarak nitelendirir (59/7). Dolayısıyla açgözlülük ve cimrilik, gerek dünya gerekse ahiret mutluluğunun önündeki iki büyük engeldir. Kur’an, Hz. Şuayb’ın ağzından kişinin malı üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkına sahip olmadığını belirtir ve bunu salâtın (namazın) gereği olarak zikreder (11/87). Sâlat, Kur’an’da sürekli olarak manevi-ahlaki ilkelerle birlikte zikredilmiştir (2/177, 277; 23/1-11; 70/19-35), zekât ise namazın ikamesindeki en önemli unsurdur; zira zekât da sürekli olarak namazla birlikte zikredilmiştir. “Zekât, ekonomik hayatı manevi hayatla bütünleştirir ve sosyal yardımlaşmayı imana çözülmez bağlarla bağlar. Böylece sosyal adalet ortaya çıkar.” (Garaudy; İslam ve İnsanlığın Geleceği)
Şu halde, Kur’an’ın sıkça vurgu yaptığı infak/ihtiyaç sahipleri için yapılan harcama, özellikle zekât müessesesi; insanı elde ettiği fazlalıktan arındıran, dolayısıyla nefsi temizleyen, kişinin manevi/ruhsal açıdan yükselişine katkıda bulunan, bireyleri sosyal güvence altına alan ve toplumsal yapının dayanışma, merhamet, şefkat ve adalet duyguları temelinde şekillenmesini sağlayan ferdi ve ictimai bir görevdir. Buna göre ihtiyaçtan fazlasını elde tutmak, cimrilik ve açgözlülük etmek suretiyle bu hakkın gözetilmemesi kişiyi her iki dünyada da helake sürükleyen toplumsal bir suçtur. Zira “Bir toplumun mevcut kaynakları, bazı toplumsal grupları refah içinde yaşatırken, toplumun çoğunluğunu emeklerinin ancak günlük yiyecek ihtiyacını karşılamaya yettiği bir duruma düşürecek şekilde adaletsizce dağıtılmışsa, yoksulluk, ruhi gelişmenin en büyük düşmanı olur ve bazen de bütün toplumu Allah’a karşı sorumluluk bilincinden uzaklaştırarak ruhi gelişmeyi öldürücü bir materyalizmin kollarına iter.” (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı, Maide Suresi 38. Ayetin dipnotu)
Yeryüzünün ziyneti, dünya hayatının metaı
Kur’an’ın açık ifadesiyle Allah, yeryüzünde ne varsa tümünü insanın hayatını idame ettirebilmesi için yaratmıştır (2/29); bütün bunlar yeryüzünün süsü/ziyneti (18/7) ve dünya hayatının metaı (3/14) olmakla birlikte amel bakımından kimin daha güzel davranacağını sınamak üzere birer imtihan aracı kılınmıştır (18/7). Dolayısıyla insandan istenen, denenmek üzere geçici olarak/emaneten sahibi kılındığı şeyleri meşru çerçevede kullanması ve bunları hemcinslerinin ortak istifadesine sunmasıdır (2/267, 3/92).
M-t-a (götürdü, uzadı, yükseldi) kökünden gelen “mutûin” kelimesi, uzama ve yükselme demektir. Bu bağlamda “metea’n-nehar/güneş yükseldi” denir. Bitki ilk çıkarken biraz yükselmeye başladığında da yine aynı şekilde “metea’n-nebât” denir. “Metâa” ise, eğlenmek/hoş vakit geçirmek demektir. Bu bağlamda “metteahullahi bikezâ ve emteahû ve temettea bihî/Allah ona mutlu bir hayat verdi, onu hayatın tadına erdirdi ve o da bunun tadına erdi” denmektedir. Bu anlamda “metâa”, “hayatın gerekleri, azık-yiyecek, mal-mülk, varlık, eşya, her gün kullanılan şey, gözü gönlü açan, seyri hoş olan şey”, daha genel bir ifadeyle “herhangi bir şekilde kendisinden faydalanılan şey” anlamına gelir ki, “istemtea” fiili, “faydalanmayı istedi” demektir (Rağıb; Müfredat). Nitekim Kur’an, kadınları -dolayısıyla kadınlar için de erkekleri-, çocukları, altın ve gümüşü, sürüleri ve ekinleri, “metau’l-hayatu’d-dünya/dünya hayatının metaı/dünya hayatında faydalanılan şeyler” olarak nitelendirmektedir (3/14).
İmtihanın gereği olarak dünyaya gelen her insan belli bir süre yeryüzü nimetlerinden yararlanacaktır (2/36). İnsanın görevi, kendisine verilenle ahiret yurdunu araması, dünyadan da nasibini unutmamasıdır (28/77). Bunun anlamı, insanın sahip kılındığı imkânları yeryüzünde adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün tesisi gibi erdemli amaçlar uğrunda kullanması; ancak bunu yaparken kendi temel ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde bu imkânlardan yararlanması gerektiğidir. Nitekim insanın dünya hayatında kendisine sunulan imkânlar karşısında takındığı tavır, onun karakterini ortaya koyar ve nihai olarak akıbetini belirler. Burada iki tür insanın varlığı söz konusudur: Birincisi, varlığı ve eşyayı Allah’a karşı şükrünü eda etmek için bir araç olarak görür, bunlardan meşru çerçevede faydalanır ve sahip olduğu maddi imkânları diğer insanlarla paylaşır. İkincisi ise, varlığı ve eşyayı ihtiraslarını tatmin etme aracı olarak görür, bunları elinden geldiğince tekeline almaya çalışır ve sahip olduğu maddi imkânlardan diğerlerini mahrum eder. Birincisi, Allah’ın zatı müstesna olmak üzere, varlığı ve eşyayı fani olarak görürür; ikincisi, varlığa ve eşyaya ebedilik atfeder.
İnsanın yeryüzünde kendine biçtiği rol/kendisi için belirlediği konum, doğrudan doğruya onun mülk tasavvuruyla alakalıdır. Mülkü kendisine ait gördüğünde Rableşme-İlahlaşma eğilimi gösterir; Allah’a ait gördüğü takdirde ise kulluğunun bilincine varır.
Mülk kime ait?
Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Mülk kime aittir? İnsan mülk talebinde bulunabilir ve mülk sahibi olabilir mi? Eğer insan için mülk(iyet) mümkün ise, bunun belli bir sınırı var mıdır; yoksa insan bu konuda namütenahi bir salâhiyete mi sahiptir? Bu soruya cevap vermeden önce mülk kavramının ifade ettiği anlama kısaca değinmek yararlı olacaktır.
M-l-k (hâkimiyeti altına aldı, elde etti, sahip oldu, yönetti) kökünden türetilen “mülk”, “kendisinde tasarruf edilebilecek şeyleri güç ile ele geçirmek”tir (Rağıb; Müfredat). Aynı kökten türetilmiş olan “milk” ise -çoğulu “emlak”- “mal-mülk, servet, zenginlik ve gayrimenkul/taşınmaz, arazi, arsa, ev vs.” anlamlarına gelir. Yine aynı kökten gelen “melik”, “halk üzerinde emretme ve yasak koyma yetkisine sahip olan kişi”dir; “malik” ise, “hükmeden/hâkim” ve “sahip olan” demektir ki, bu ikisi Allah’ın Esmasındandır (el-Melik/mutlak hükümdar, el-Meliku’l-Hakk/gerçek iktidar sahibi, Maliku’l-Mülk/mülkün ezeli ve ebedi tek sahibi). Aynı şekilde “memleket”, “hükümdarın sahip olduğu ve onun sultası altında olan bölge” anlamına gelir; “memlûk” ise, el altında bulundurulan kimseleri/köleleri ifade eder. “Melekût” ise, yalnızca Allah’ın hükümranlığı için kullanılan bir kavramdır. Dolayısıyla mülk, Allah’ın sürekli olan hakkıdır (Rağıb; Müfredat).
Nitekim Kur’an, göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin mülkünün Allah’a ait olduğunu (2/107, 3/189, 5/17, 40, 120, 7/158, 9/116, 24/42, 39/44, 42/49, 43/85, 45/27, 48/14, 57/2, 85/9), her şeyin melekûtunun Allah’ın elinde bulunduğunu (36/83), O’nun mülkünde ortağı bulunmadığını (17/111, 25/2) ve mülkünün sonunun olmadığını belirtir (54/55). Yine Kur’an’ın ifadesiyle “göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah’a aittir” (2/284, 3/109, 129, 4/126, 131-132, 170, 10/55, 66, 24/64, 31/26, 53/31).
Peki, mülk Allah’ın sürekli olan hakkı ise ve -insan dâhil- göklerde, yerde ve bunların arasında bulunan her şey Allah’a ait olduğuna göre, o halde insanın yeryüzündeki konumu ve fonksiyonu nedir? İnsan yeryüzünde kendine nasıl bir rol biçmelidir?
İslam nokta-i nazarından insan, yeryüzünde belli bir anlam ve amaç üzere ve geçici olarak bulunmaktadır. Yeryüzünün mülkü bütünüyle ona emanet edilmiş ve kendisinden bu emanete gereği gibi sahip çıkması; emniyeti, adaleti, eşitliği ve özgürlüğü tesis etmek suretiyle yeryüzünde Allah’ın hükümranlığını görünür kılması istenmiştir (yeryüzü hilafeti). Dolayısıyla Allah’ın arzında varlığını sürdürdüğü müddetçe ondan meşru ölçülerde yararlanabilir; ancak Allah’ın arzusu hilafına ve hemcinslerinin aleyhine olacak şekilde/sınırsız ve mutlak anlamda mülk(iyet) sahibi olamaz ve böyle bir talepte bulunamaz; aksi takdirde Firavunlaşır (43/51). Zira yeryüzü insanlığın ortak mülkiyetidir ve yeryüzü nimetleri tüm insanlığın ortak istifadesine sunulmuştur. Dolayısıyla süreç içerisinde makam-mevkii, mal-servet ve rızıkta üstün hale gelenler, geçici olarak sahip oldukları bu şeyler üzerinde temel ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarrufta bulunmak ve ihtiyaçtan fazlasını topluma devretmek durumundadırlar.
Sermaye ve emek: Ortaklık mı, sömürü mü?
Hakikatte izzet/onur kaynağı olmamakla birlikte günümüz dünyasında kişiyi diğerlerine göre varlıklı ve imkân sahibi kılan iki ana unsur bulunmaktadır: Mal ve insan gücü, yani sermaye ve emek.
İnsanın ihtiyaçlarını gideren maddi-manevi her türlü vasıta mal (çoğ. emvâl) hükmündedir. Nitekim iktisadi teşebbüsün amacı, ihtiyaçları gidermek maksadıyla mal elde etmektir. Mal, temelde iki kısma ayrılır: Serbest mallar ve iktisadi mallar. Serbest mallar, insanın hayatını idame ettirebilmesi için elzem olan ve doğada bol miktarda bulunan unsurlardır. Hava, su, güneş ışığı, ateş, madenler ve otlaklar bu kısma girer ki, bunlar tüm insanlığın ortak malıdır. Bu kaynaklar hiçbir surette özelleştirilemez, belli kişi veya insan grupları tarafından işletilerek gelir kaynağı haline getirilemez. Nitekim Hz. Salih’in mücadelesi bu yönüyle ön plana çıkar. Yeryüzünü parselleyip Yüce Yaratıcı’nın tüm insanlık ailesinin ve hayvanatın ortak istifadesine sunduğu otlakların ve su kaynaklarının yalnızca kendilerine ait olduğunu öne süren, bu nimetlerden diğer insanları ve hayvanatı mahrum etmeye kalkışan malum zihniyete şöyle seslenilir:
“İşte size Allah’ın devesi… Bırakın onu Allah’ın arzında otlasın, su içsin; sakın ona bir kötülükle ilişmeyin…” (26/153-159)
İktisadi mallar ise, elde edilmeleri için sınırlı kaynaklar kullanılarak üretilen, dolayısıyla emek ve masraf gerektiren mallardır. Ekmek, tuz, şeker, yağ, mobilya, ayakkabı, otomobil vb. bu gruba girer. Bunun yanında mallar, tüketim ve üretim malları olarak da iki kısma ayrılırlar. Tüketim malları, temel ihtiyaçları gidermeye yarayan mallardır. Gıda maddeleri ve giyim eşyaları böyledir. Üretim malları ise, doğrudan ihtiyaçları karşılamayan, ancak tüketim mallarını üretmeye yarayan mallardır. Her türlü hammadde, alet, makine, bina vb. bu gruba girer. Malları taşınır-taşınmaz, bölünebilen-bölünemeyen, maddi-gayri maddi vs. şeklinde de kategorize etmek mümkündür. Ancak hangi sınıfa girerse girsin genel olarak mallar kişinin imtihanı için araç kılınmıştır (8/28, 64/15) ve her ne şekilde olursa olsun kişi, sahip olduğu malları temel ihtiyaçları oranında elinde tutabilir (2/219); bunun dışında kalan kısmını toplumun yararına olmak üzere üretime sokmakla, yeri geldiğinde bunları topluma devretmekle yükümlüdür. İslam’da bu devir işlemini sağlayan sosyal mekanizmanın adı zekâttır ve merkezi olarak tahsil edilir.
Bununla birlikte mallar, maddi ve gayri maddi olarak da ikiye ayrılır. Maddi mallar, belli bir şekli, yapısı ve ağırlığı olan, gözle görülen ve elle tutulan mallardır. Fiziki bir yapısı bulunmayan, ancak hissedilen ve varlığı kabul edilen, fakat gözle görülmeyen ve elle tutulmayan mallar ise, gayri maddi mallardır. Bilgi, düşünce-fikir (ki, bunlar üzerinde de toplumun hakkı bulunmaktadır), haklar, itibar vs. bu gruba dâhildir.
Peki, ihtiyaç ve ihtiyaç fazlasının ölçüsü nedir? Hz. Peygamber’in ifadesiyle, “Her insanın, içinde yaşayacağı bir ev, çıplaklığını örtecek bir giysi ve bir parça ekmek ile bir testi su sahibi olma hakkı doğuştan vardır.” Dolayısıyla her fert, asgari olarak yeterli beslenme ve barınma imkânını elde edebilmekle birlikte eğitimde fırsat ve imkân eşitliğine sahip olmalı ve hastalık halinde ücretsiz tıbbi bakım hizmeti alabilmelidir. Bu hayat standardını sağlayacak ölçüde mal sahibi olmak meşru olup bundan fazlası ihtirasları tatmin etme aracıdır. Bu noktada şunu söylemek icap eder ki, İslam, “temel ihtiyaçlarla sınırlanmış ferdi mülkiyet hakkı”nı kabul eder. Bu mülkiyet hakkının ne şekilde kullanılabileceğine yukarıda değinmiş bulunuyoruz.
Şu halde İslam, insanın sadece manevi ihtiyaçlarını değil, aynı zamanda maddi ihtiyaçlarını da karşılayan bir sistem öngörmektedir. Nitekim ferdi mülkiyetin temel ihtiyaçlarla sınırlanması da doğrudan bununla alakalıdır; zira kişinin temel ihtiyacından fazlasını elinde tutması, diğerlerinin mahrumiyeti anlamına gelir. Böyle bir toplumda hak-adalet, eşitlik, özgürlük ve manevi-ahlaki gelişimden söz etmek mümkün olmaz; dahası böyle bir toplumda huzura ve istikrara yer yoktur. Bu nedenle Kur’an, her insanın-Müslim veya gayrimüslim- toplumun mali kaynakları üzerinde adil miktarda pay sahibi olmasını ve bu sayede onurlu bir yaşam sürmesini öngörür. Servetin belli kişi ve grupların elinde toplanması, buna engel teşkil eden bir durumdur (59/7).
Emek (sa’y), gelir elde edebilmek için mal ve hizmet üretmek amacıyla insanlar tarafından planlı bir biçimde ortaya konan zihinsel ve bedensel faaliyettir. Üretimin temel unsurları arasında yer alır ve üretimde kullanılan diğer unsurları da aktif hale getirir. Dolayısıyla emeğin bulunmadığı bir üretim faaliyetinden söz edilemez. Nitekim Kur’an, sermayeyi değil emeği esas alır (53/39); zira yeryüzünde ortaya çıkan ilk sermayenin temelinde dahi -doğal kaynakların haricinde- emek yatmaktadır. İmtihanın gereği olarak her insan yaratılış itibariyle değişik şartlara ve özelliklere sahip olduğundan, süreç içerisinde insanların kimi kimine göre makam-mevkii, mal-servet, rızık vd. imkânlar bakımından üstün hale gelmiş (6/165, 16/71, 4/132) ve buna bağlı olarak emek-sermaye ilişkisi ortaya çıkmıştır. Ancak emek, asgari şartlarda üretimin yarısını teşkil eder. Dolayısıyla emek olmadan üretim gerçekleşmez ve insan için emeğinin karşılığından başka bir şey söz konusu olamaz (53/36). Bu durumda İslam’ın ruhuna en uygun olan üretim ilişkisi, emek-sermaye ortaklığıdır.
Servet ve iktidar insanı bozar
Ne var ki, insan, geçmişten günümüze sınırsız servet ve iktidar arayışı içinde olmuştur. Oysa “ihtiyacından fazla dünyalık elde eden, bilmeden helakini satın almış olur.” Zira servet ve iktidar, doğası gereği insanı bozar ve ona manevi-ahlaki yükümlülüklerini unutturur. Bu durumda insan, sahip olduğu şeylerin miktarıyla doğru orantılı olarak istikbar eder/kendisini büyük ve ulaşılmaz görür, gerçekte kendinde olmayanı varmış gibi göstererek büyüklenir. Dolayısıyla istikbar ve tekebbür, servet ve iktidar sahiplerinin genel karakteristiğidir. Bu bağlamda tarih boyunca iki sınıf insanın birbirleriyle mücadele içerisinde oldukları görülür: Müstekbirler (büyüklük taslayan hâkim sınıf) ve mustaz’aflar (ezilip horlanan mahkûm sınıf). Nitekim peygamberler devamlı surette müstekbirlerle mücadele etmişlerdir.
Kapitalist dünya düzeninde “özgürlük” denilen şey, salt iktisadi teşebbüs, sınırsız sermaye birikimi ve bunlar vesilesiyle insanın nefsini tatmin etmesinden ibarettir. İşin ilginç yanı insanın bu şekilde bir yol tutturması için Allah’ı ya da ahireti tümden inkâr etmesi gerekmez; aksine bizim coğrafyamızda bunlar genellikle dindar insanlardır. Aynı şekilde Mekke aristokrasisi de dindar insanlardan oluşuyordu. Kendilerini Hz. İbrahim’e nispet ediyorlar, Mescid-i Haram’ı imar ediyorlar, Kâbe’nin kapıcılığını ve koruyuculuğunu yapıyorlar, namaz kılıyorlar, tavaf ediyorlar, hacılara su dağıtıyorlar (9/19) ve kendileri de haccediyorlardı. Fakat aynı zamanda cimri davranıyorlar (92/8-10), yetime ikramda bulunmuyorlar (89/17), yetimi itip kakıyorlar (107/2), yoksulları doyurmak için birbirlerini teşvik etmiyorlar -dolayısıyla yoksulları eziyorlar- (89/18, 107/3), hak-hukuk gözetmeden mirası açgözlülükle yiyip bitiriyorlardı (89/19).
Dolayısıyla tarih boyunca yeryüzünde yaşanan tüm bunalımların temel nedeni, insanın manevi-ahlaki hiçbir ölçü tanımaksızın sürdürmekte olduğu bu ‘çokluk yarışı’dır. Daha fazla servet, daha fazla güç, daha fazla lüks, daha fazla teknoloji, daha fazla petrol, daha fazla toprak, daha fazla köle, daha fazla kan, daha fazla zulüm, daha fazla…
Nitekim kapitalist düzende insanın tüm korku ve endişeleri son tahlilde dünyevidir. Bu nedenledir ki, yaşantısını sadece dünya nimetlerini elde edip biriktirme tutkusundan ibaret kılan ve devamlı surette vahyin süzgecinden geçmemiş gayri meşru arzuları/hevası doğrultusunda hareket eden zihniyet, Allah’ın tüm insanlığın ortak istifadesine sunduğu rızık kaynaklarını tekeline alan ve diğerlerini bu kaynaklardan mahrum bırakan egemen sınıfı Rableştirmiş ve sözü edilen sınıfa çeşitli şekillerde kul olmuştur. Zira egemen sınıf eliyle yeryüzünde ihdas edilen kapitalist düzen, dünya nimetlerine kavuşmaktan, servet ve iktidar sahiplerine boyun eğmekten geçer hale getirmiştir. Buna karşın Kur’an, yegâne Rabb’in, Melik’in ve İlah’ın Allah olduğunu ifade ederken, “yeryüzünde büyüklenenler/müstekbirler-ezilip horlananlar/mustaz’aflar”, “tabi olunanlar-tabi olanlar”, “refah ve servetle şımaranlar-yoksullar” ayrımı yaparak mücadelenin saflarını belirlemektedir.
İslam’ın “ekonomi-politiği” sosyalizmle örtüşür
İşte tam bu noktada 19. Yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan sosyalizm (Ar. İştirakiyye), yeryüzünde ezilip horlananlar ve sömürülenler (hakları gasp edilenler) için yeni bir umut ışığı oldu. İslam’a benzer bir biçimde, üretim ve mübadele araçlarının kolektifleştirilmesi yoluyla sınıfsız bir toplum oluşturmayı amaçlayan bu düşünce, herkesin yeteneğine göre çalışmasını ve yaptığı işe göre pay almasını öngörür. Bunun bir ileri aşaması ve nihai hedefi olan komünizmdir ki, buna göre fertlerin topluma yetenekleri oranında katkıda bulunup üretimden ihtiyaçları kadar pay almaları gerekir. Dolayısıyla sosyalizm, kapitalizmin temel dayanağı olan “ferdi/özel mülkiyet”i reddeder ve bunun yerine “kolektif/ortak mülkiyet”i esas alır.
Bu bağlamda sosyalizm, insanın doğasına aykırı bir sistem öngörmez. Aksine, gündeme getirdiği sosyal düzenin izlerine diğer kutsal metinlerde de rastlamak mümkündür. İşte kutsal kitapların sosyalist-komünist (!) ayetleri:
“Ve yer daimi surette satılmayacaktır; çünkü Bana aittir. Siz ise yabancısınız, konuğumsunuz.” (Eski Ahit, Tevrat, Levililer, 25: 23)
“Bugün bize gündelik ekmeğimizi ver.” (Yeni Ahit, Matta İncili, 6: 11)
“Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin. Burada güve ve pas onları yiyip bitirir, hırsızlar da girip çalarlar. Bunun yerine kendinize gökte hazineler biriktirin. Orada ne güve ne pas onları yiyip bitirir, ne de hırsızlar girip çalar. Hazineniz neredeyse, yüreğiniz de orada olacaktır… Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya, hem de paraya kulluk edemezsiniz.” (Yeni Ahit, Matta İncili, 6: 19-21, 24)
“Bu nedenle size şunu söylüyorum: ‘Ne yiyip ne içeceğiz?’ diye canınız için, ‘Ne giyeceğiz?’ diye bedeniniz için kaygılanmayın. Can yiyecekten, beden de giyecekten daha önemli değil mi? Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne biçer, ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Göksel Babanız yine de onları doyurur. Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz? Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir? Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz? Kırın zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın! Ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler. Ama size şunu söyleyeyim, bütün görkemine karşın Süleyman bile bunlardan biri gibi giyinmiş değildi. Bugün var olup yarın ocağa atılacak kır otunu böyle giydiren Tanrı’nın sizi de giydireceği çok daha kesin değil mi, ey kıt imanlılar? Öyleyse ‘Ne yiyeceğiz?’, ‘Ne içeceğiz?’ ya da ‘Ne giyeceğiz?’ diyerek kaygılanmayın. Uluslar hep bu şeylerin peşinden giderler. Oysa göksel babanız bütün bunlara gereksinmeniz olduğunu bilir. Siz öncelikle O’nun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin, o zaman size bütün bunlar da verilecektir. O halde yarın için kaygılanmayın, Yarının kaygısı yarının olsun. Her günün derdi kendine yeter.” (Matta İncili, 6: 25-34)
“Onun sözünü benimseyenler vaftiz oldu. O gün yaklaşık üç bin kişi topluluğa katıldı. Bunlar kendilerini elçilerin öğretisine, paydaşlığa, ekmek bölmeye ve duaya adadılar… İmanlılar bir arada bulunuyor, her şeyi ortaklaşa kullanıyorlardı. Mallarını-mülklerini satıyor ve bunun parasını herkese ihtiyacına göre dağıtıyorlardı. Her gün tapınakta toplanmaya devam eden imanlılar, kendi evlerinde de ekmek bölüp içten bir sevinç ve sadelikle yemek yiyor ve Tanrı’yı övüyorlardı. Bütün halkın beğenisini kazanmışlardı. Rab de her gün yeni kurtulanları topluluğa katıyordu.” (Yeni Ahit, Elçilerin İşleri, 2: 41-42, 44-47)
“İnananlar topluluğunun yüreği ve düşüncesi birdi. Hiç kimse sahip olduğu herhangi bir şey için ‘Bu benimdir’ demiyor, her şeylerini ortak kabul ediyorlardı… Aralarında yoksul olan yoktu. Çünkü toprak ya da ev sahibi olanlar bunları satar, sattıklarının parasını getirip elçilerin buyruğuna verirlerdi; bu da herkese ihtiyacına göre dağıtılırdı. Örneğin, Kıbrıs doğumlu bir Levili olan ve elçilerin Barnaba, yani Cesaret Verici diye adlandırdıkları Yusuf, sahip olduğu bir tarlayı sattı, parasını getirip elçilerin buyruğuna verdi.” (Yeni Ahit, Elçilerin İşleri, 4: 32, 34-37)
İlahi rehberliğin ve bu adil-eşitlikçi söylemin son halkasını teşkil eden, kendinden önceki vahiyleri tasdikleyen/Musaddık, geçmiş vahiylerden bugüne kalan tüm doğruları kendi bünyesinde toplayan Kur’an (3/3), son noktayı şu şekilde koymaktadır:
“İnsan için emeğinin karşılığından başka bir şey yoktur.” (Necm: 39)
“…göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin mülkiyeti Allah’a aittir…” (Maide: 17)
“…altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azap ile müjdele.” (Tevbe: 34)
“…Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan arta kalanı.” (Bakara: 219)
“Rızık konusunda kiminize kiminizden fazla veren Allah’tır. Hal böyleyken kendilerine fazla verilmiş olanlar, rızıklarını eşit hale gelsinler diye ellerinin altında bulunan kimselerle paylaşmıyorlar. Peki, (böyle yapmakla) bile bile Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?” (Nahl: 71)
Herhalde Kur’an’ın en sosyalist-komünist ayetleri(!) bunlar olsa gerek.
Sonuç olarak şunu söylemek icap eder ki, -İslam dâhil- yeryüzünde beşeri olmayan hiçbir şey yoktur. Zira son tahlilde her şey, algılama ve uygulama açısından beşeri boyutta şekillenmektedir. Bu bağlamda çağımızın kavramlarıyla konuşacak olursak: İslam kapitalizmle hiçbir konuda örtüşmez, ama üretim ilişkileri ve mülkiyet anlayışı itibariyle pekâlâ sosyalizmle örtüşür. Aradaki tek fark, İslam’ın iki dünyalı, sosyalizmin ise tek dünyalı oluşudur. Bu bakımdan İslam ve sosyalizm babaları bir anaları ayrı iki kardeş gibidir. Biri Resullerin pak-temiz vicdanlarında teşekkül eden ilahi vahiyden neş’et ederken, diğeri Allah’ın insana bahşettiği salt aklın ürünüdür.
Esenlikle…
(Bu makale daha önce “İslam, Sosyalizmle örtüşür mü?”, “İslami Sol tartışmaları”, “R. İhsan Eliaçık ve İslami Sol tartışmaları üzerine” başlıkları altında çeşitli internet sitelerinde yayınlanmıştır. İhtiyaca binaen ve makaleleri aynı yayın organında bir araya toplamak amacıyla tekrar yayınlandı.)