Konunun daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla, yazının sonunda söyleyeceğimi başında söyleyerek giriş yapmak istiyorum: Aynı dili konuşmak, insanın yaşadığı toplumla aynı etnik kökene dayalı dili konuşması değil, aynı tanımlamalar üzerinden anlamaya ve anlaşılmaya dönük iletişim kurmasıdır.
Bu anlamda kendimizden yola çıkarak yaşadığımız hayatı yorumlama çabası içerisinde kendimizi ve ötekini tanımlamanın değişik adlandırması olan, “ne olduğumuz” ve “ötekiyle olan ilişkimizde ne söylediğimiz”, bunun yanı sıra “anlaşılması gerekenin ne olacağı”, özellikle üzerinde durulması gereken bir konudur.
Hayata ve insan dair bir şeyler söyleme cehdi içerisinde olan her bireyin göz önünde bulundurması gereken ölçünün (Kur’an’ın) “anlaşılabilirlik” kıstası gereğince, söylediklerinin, muhatabın algı dünyasında nasıl yankı uyandıracağı endişesi önemlidir.
Son mesajın tabiriyle resuller kendi toplumlarının diliyle mesajı açıklamışlardır: “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara iyice açıklasın.” (İbrahim, 4 )
Özellikle bilince çıkarılması gereken şey, resullerin, kendi halklarının diliyle gönderilmiş olmaları ve bundan kastın aynı etnik dili konuşmakla birlikte, muhataplarıyla aynı kavramlar üzerinden anlaştıklarıdır. Dolayısıyla bu husus, meseleyi anlamaya çalışan zihinlerin dikkat kesileceği şeydir kanaatimce.
Kendi açımızdan bugün özelde toplumumuza ve genelde dünya halklarına “ne demek” istediğimizi anlatma cehdi, kendi halkımızla aynı kavramlar üzerinden anlaşma çabasını net, anlaşılır ve tutarlı olma adına örneklendirmek ve bu örnekliği bireysel ve toplumsal anlamda görünür kılmak demektir.
Belki de bugüne kadar en çok ötelenen şeydir bu çaba. Nice doğru düşüncelerin yanlış kişiler tarafından, yanlış kelimeler kullanılarak, sanki anlaşılmamak istercesine sadece kendine veya belli bir kliğe hitap eden bir dil oluşturulması, daha başlangıçta tohumun kendi içerisinde çürümeye yüz tutmasına neden olmuştur.
Bu bağlamda resullerin çabası; kendi toplumlarını analiz etmeye ve mesajın doğru algılanabilmesine dönük okumaları, bizim için örneklik teşkil etmektedir.
Yaşadığımız pratik göz önünde bulundurulursa, anlamak-anlaşılmak değil de, sanki anlaşılmamak isteyen ve garip bir dille, yaşadığı toplumu tanımadan onu değiştirip dönüştürme isteği, zihinlerde oluşturulan krallıklarda ilan edilen “doğrular”ın herkes tarafından bir anda aynı şekilde yer etmesi arzusu, yanlış duruş sergileme ve iletişimsizlik becerisi gösterme, bizi marjinallikten ve ego tatmininden öte bir yere götürmedi.
.
Yaşadığımız toplumu göz önünde bulundurarak bu çabanın günümüzde nasıl olması gerektiği konusunda düşüncelerimi paylaşmak istiyorum: Öncelikle bugünü anlama noktasında SOSYOLOJİ VE PSİKOLOJİ biliminden özellikle yararlanılması gerektiğini düşünüyorum.
Vahyin ilk inişinde de görüldüğü üzere, analiz etmiş ve çözüm önerisi sunma aşamasına gelmiş bir aklın, önce muhataplarının ve hedef kitlenin inancını ve alışkanlıklarını dikkate alarak, başka bir ifadeyle toplumun ZİHİN HARİTASI’nı çıkararak, gerekeni ortaya koyma ameliyesi dikkat çekicidir. Burada en önemli noktanın mevcut yapıyı ve durumu analiz etmek olduğunu görüyoruz.
Tersi bir duruş, amaçsızca ve ne istediğini bilmeksizin heyecanını boşaltmaktan öte bir şey değildir.
Bu bağlamda duyarlı bilinçler açısından, tevhid, adalet, eşitlik ve özgürlük üzere, yaşanan çağa karşı bir duruş sergileyen birey ve toplulukların erteledikleri en önemli şey, bu çabadan yoksun bulunmalarıdır. Yaşanan tıkanıklıkla beraber düşünüldüğünde bunun, üzerinde önemle durulması gereken bir konu olduğu görülecektir.
Bu noktada halkı, onun seviyesini veya anlama çabasını yetersiz bularak bu durumu mazeret gösterenler bulunmakla beraber, halkı başka bir düşünce formatına dönüştürerek yeniden inşa göreviyle kendilerini görevli addeden birey ve toplulukların da kullandıkları dilin sanki “halk bizi anlamasın” dercesine kelime oyunlarıyla, halkın yabancı olduğu kelime ve kavramlara söylemlerinde yer vererek, daha ilk baştan iletişimsizlik örneği sergilemeleri de manidardır.
Var olan gerçekliği yok sayarak, halka rağmen halkı değiştirme çabası içerisinde gözükenler açısından bu çabalar, kendilerine kişisel olarak değer katma anlamında “anlamsızdır” demek istemiyorum. Ama eğer amaçları üzüm yemekse bu çaba sonuç alıcı değildir. İletişimde asıl olan zaten anlamak ve anlaşılmaktır. Böyle bir amaç yoksa bir şeyler eksik demektir.
Tabii bu bağlamda “Halk kimdir?”, Homojen bir halk tanımı yapılabilir mi?” diye sorulabilir haklı olarak. Genel tanımlama yapmak istemiyorum, sadece her nerede, kiminle, hangi düşünsel grupla karşı karşıyaysak onların anlayabileceği “DİLİ” anlaşılır kılmalıyız demektir muradım.
Çözüm niteliğinde söylenebilecek şey ise, en acilinden halkın anladığı, bildiği, ters yüz edilmiş, mevcut zulmün devamına yarayan kavramları asli haline, yani DİRİLTİCİ BİR SESE dönüştürmektir.
İlk anlamda belki de aynı anlam dilini konuşma çabası içerisinde olmak, ne demek istediğimizi anlatma adına bir nebze olsun çabalarımızı daha anlamlı kılabilir.
Bundan sonrası mesajı dinleyip dinlememek, bilerek kabul edip reddetmek üzere özgür bireylerin tercihine kalmıştır ki, mesajı ileten açısından mazeret ortadan kalkmış olsun.
Yaşanan gerçekliğe vurgu yapma anlamında yaşadığımız toplumu analiz etmek gerekirse, toplum kendisini İslam’a nispet etmekle beraber, böyle bir tanıma uyacak düşünce ve pratikten fersah fersah uzak bulunuyor.
Bu avantajı ve dezavantajı kendi içinde barındıran bir gerçekliktir. Avantajdır, çünkü inandığı kavramları aslına, onu değiştirip dönüştürecek, anlamlı kılacak hale de dönüştürebilir. Bu kavramlar, ilk olarak egemenler tarafından bellettirilen şekliyle afyona ya da kendine yabancılaşmasına da neden olabilir ki, bugün yaşanan şey tam olarak budur.
Yaşadığımız ülkede maalesef İslam’ı afyon hale dönüştürenlerle, bu afyona bakarak İslam’dan uzaklaşan, hatta İslam’dan ve Kur’an’dan nefret edecek pozisyona gelmiş birey ve topluluklar var.
Bu bağlamda anlaşılabilir muhatap olma adına “Sen kimsin”, “Siz kimsiniz?” sorusunu soracak zihinlere, Allah’la karşılıklı özgür bir şekilde sözleşme anlamında kimliğimizin “İslami” adımızın da “Müslüman” olması, net, tutarlı kimlik tanımlaması açısından hayatı, insanı ve bir bütün olarak toplumu kuşatan alanlarda vahyin yol göstericiliğini kabul etmiş akıllar tarafından deklare edilmesi gerekiyor.
Tersi bir uygulamayla da hep bu tanımlamaları insanların gözüne sokarcasına ön plana almak, bu isimlendirmeleri içi boş tanımlamalara dönüştürmek değildir, olmamalıdır da.
Dolayısıyla peygamberlerin, gönderildikleri toplumların diliyle konuşmaları ve her kavmin kendi içinden çıkan peygamberlerin oluşu, her toplumun bir ecelinin olması, şu gerçekliği göz önünde bulundurmamızı gerektiriyor: Nihayetinde peygamberler de kendi toplumlarının ürünüdürler.
Mevcut bulundukları toplumlardan bağımsız bir sosyal ve psikolojik varlık değillerdir.
Etkilenmiş ve etkilemişlerdir, yapmak istedikleriyle yaptıkları arasındaki farkı görebilecek bir gözle biz de bugünümüzü aynı nedenlerle yola çıkarak vahyi harfi harfine bugüne taşıma adına geçmişin yaşanmışlığını bugüne taşıma değil, anlamı merkez alarak ve resullerin ne demek istediğine odaklanarak kendi hukukumuzu toplumu kuşatan bütün bir alana taşıyabilmeli, geleneksel tabirle kendi şeriatımızı oluşturabilmeliyiz.
Daha somut ve anlaşılabilir olma adına net tanımlar üzerinden muradımı beyan etmem gerekirse, şöyle diyorum: Neyin tarihe ait, neyin evrensel olduğunu tespit edip, evrensel olanı alıp kendi tarihimizi, bu tarih içerisindeki kutlu yürüyüşümüzü, tevhid, adalet ve özgürlüğü esas alan dilin pratiğiyle beraber sürdürmeye gayret etmeliyiz.
Bu da ancak eski olan, eskimiş olandan kurtulup var olan kavramlara yorum zenginliği katarak, toplumu kuşatan şartlar ve karşı karşıya kaldıkları olaylar bağlamında geleceğe yönelik uyandırmak, insanları ilerleme ve gelişme yoluna yöneltmek için çaba sarf eden, kınayıcıların kınamasından çekinmeyen, özgür birey ve bireylerin yapacağı şeydir.
Hulâsa dengeli bir yol tutarak, vahyin anlamını ön plana alıp verdiği mesajı anlaşılır kılmaya dönük çabalar içerisinde olmaktır asıl olan. Vesselam…
