Aydınlanmacılığın din yorumun derken kastettiğimiz, Avrupa’da ortaya çıkan aydınlanma anlayışının dine biçtiği rol ve bu din anlayışının İslam dünyasında ne derece geçerli olup olmadığı, İslam’ın bir din olarak bunun neresinde durduğudur.
Hepimizin bildiği bir şey var ki en çok bilinenden başlayalım. Denilir ki “Din bir vicdan işidir.” Konuşmalarımızın birçoğunda ilkokullarda, ortaokullarda, liselerde ve hatta üniversitelerde birçok aydın, okumuş din hakkında konuşurken söze böyle başlar ve der ki; “Din bir vicdan işidir, kişi ile Allah arasında kalmalıdır. Kişi ile Allah arasındaki temiz vicdanlarda durmalıdır, dünyaya, siyasete ve devlete bulaştırılmamalıdır. Çünkü dünya, siyaset ve diğerleri kirli olduğu için, din de insanoğlunun temiz vicdanında temiz bir duygu olarak kalması gerektiği için kirlenir buralara bulaştığı zaman…” denilir.
Peki din acaba sadece bir duygu, sadece bir vicdan meselesi midir? Eğer din sadece bir duygu, sadece bir vicdan meselesi ise o zaman dünyadaki insanlara neden kurtuluş vaat etmektedir? Dünyadaki insanlara neden şunları yapın, şunları yapmayın demektedir? Hatta dünyadaki hükümranlara, Firavunlara, Nemrutlara, eski çağlarda yaşamış olan krallara, peygamberler neden gönderilmektedir? Eğer yalnızca ve sadece temiz bir duygu ve vicdan meselesi ise onlara, iyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, helalin veya haramın ne olduğunu niçin söylemektedirler? Uymaları gereken “Allah’ın kurallarını” neden hatırlatmaktadırlar?
Şimdi burada bir şey anlatılmaya çalışılıyor. Dinin vicdani boyutları ve kökleri vurgulanmak isteniyor. Devletin, siyasetin ve dünyevi çıkar ilişkilerinin kötülüğü, pisliği anlatılmak isteniyor doğru. Ama bir yerde bir bakış açısı yanlışlığı var. Onun düzeltilmesi gerekiyor.
Örnek olarak şöyle dense ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Mesela “Marksizm veya Marksist teori bir vicdan işidir” dense yani tarihe, dünyaya, sermayeye, iktisada, devlete bakışı bir vicdan işidir, insanların vicdanlarında temiz bir duygu olarak kalmalıdır. Kişiyle Marks arasında özel bir duygudan ibarettir. Devlet ile Marksizm birbirinden ayrı olmalıdır. Marksizm dünyanın pis işlerini bulaştırılmamalıdır. Sermayenin, işadamlarının, fabrikaların, patronlarla işçiler arasındaki ilişkilerin içine dalarak o pis dünyada dolaşıp durmamalıdır. Yalnız ve sadece vicdanlarda temiz bir duygu olarak kalmalıdır dense buna bir Marksist acaba ne der? Veya şöyle düşünelim; Kemalizm ve Atatürkçülük bir vicdan işidir, kişi ile Atatürk arasında özel bir duygudur. Devletin, dünyanın pis işlerine bulaştırılmamalıdır, iç politikaya, dış politikaya, iktisada, eğitim hayatına, sağlık hayatına hiçbir şekilde bu bulaştırılmamalıdır. Sadece vicdanlarda temiz bir duygu olarak kalmalıdır dense bir Kemalist bir Atatürkçü buna ne der? İşte bunlar ne ise, bir Müslüman daha doğrusu İslamcı için de din bir vicdan işidir demek aynı şeydir. Aslında din bir vicdan işidir demek, tıpkı Marksizm bir vicdan işidir, Atatürkçülük bir vicdan işidir demek gibi bir aşağılama ve toplum ve dünya dışına öteleme, dışlama ve dolayısıyla vicdanlara hapsetmedir.
Dini vicdanlara hapsetme işini aydınlanmacılar, Katolik Kilisesine karşı bir çare olarak düşünmüşlerdi. Çünkü Katolik Kilisesi din adına, Tanrı adına devlete, dünyaya ve hayata hükmediyordu ve insanların din namına hayatlarını zehir ediyordu. Tanrı adına konuşuyordu. Tanrı’nın egemenliği ve krallığı adına toplum hayatı üzerinde dinsel bir otorite ve hegemonya kurmuştu. Saçma sapan dini teolojiler ve kurallarla toplumsal hayatı cehenneme çeviriyordu. Bilimsel araştırmalar bile yaptırmıyorlardı. Teleskopla gökyüzüne ‘’dine aykırıdır’’ diye baktırmıyorlardı. Din adına engizisyon mahkemeleri kuruyorlardı, insanların içine şeytan kaçmış diye kazıklara bağlayıp kiliselerin önünde yakıyorlardı. Aydınlanma bunlara karşı doğdu ve çare olarak dedi ki; Mademki bu dini yani kiliseyi ve Tanrı adına konuşmayı yeryüzünden tamamen silip süpürmek mümkün değil, o zaman bu sadece inanç olarak kalmalıdır. Devlete dünyaya ve topluma karışmamalıdır. Hayatın rasyonel akışını, irrasyonel din kuralları ile çağlar öncesinden Tanrısal esinlenme ile veya vahiy ile geldiği iddia edilen dogmalarla, değişmez dini vahiyler ile yönetmeye kalkışmamalıdır. Bunlar sadece inanan insanın vicdanında bir temiz duygu olarak kalmalıdır dediler. Çareyi böyle demekte buldular. İşte laiklik dediğimiz şey de buradan doğdu. Papazlar, din adamları, Kilise, değişmez dogmalar ve din kuralları, değişen hayatı ve rasyonel akıp giden devlet ve toplum hayatını yönetemeyecekti, bunları oraya karıştırmayacaktı ki hayatın rasyonel akışı kendi mecrasında yürüsün.
Şimdi bunu İslam hakkında düşündüğümüzde, Kur’an-ı Kerim’de rasyonel bir çok talepler var. Peki bu taleplerle, devlet yönetilmesin ve toplum hayatı idare edilmesin mi? Sadece vicdanlarda mı kalsın? Soruları gündeme geliyor.
Mesela Kur’an-ı Kerim diyor ki adaletle hükmediniz. Bunun neresi laikliğe aykırı olabilir? Bunun neresi devlet ve toplum hayatının rasyonel canlı ve dinamik akışını engeller pozisyonda olabilir?
Mesela Kur’an-ı Kerim diyor ki emanetleri ehil olana veriniz. İşleri istişare ile yani ortak akıl ile yönetiniz. Ölçüyü, tartıyı doğru tutunuz, insanları kandırmayınız, yalan söylemeyiniz, iftira atmayınız, öldürmeyiniz, çalmayınız. İnsan için emeğinden başka hakkı yoktur. Zenginler yoksullara vermelidir, köleler serbest bırakılmalıdır, kadınlar alınıp zatılmamalıdır diyor. Bunların neresi çağdaş dünyaya aykırı? Bunlar zaten çağdaş dünyanın da gerçekleştirmeye çalıştığı konular değil mi? Bunlar da bir sorun yok. Fakat çağdaş dünya dinin bir vicdan işi olarak kalması gerektiğini, bazı değişmez zamanı geçmiş, uygulandığı takdirde toplumu geriye götüreceği varsayılan kuralları gündeme getirerek bunu iddia ediyor.
Mesela diyorlar ki; Kur’an-ı Kerim kadınları aşağılamaktadır, bu sebepten bunu uygulayamayız. Kur’an-ı Kerim dörde kadar evliliğe izin vermektedir, Kur’an-ı Kerim kadınla erkeği ikiye bir yarım görmektedir. Erkeğe iki hak verirken, kadına mirasta bir hak vermektedir. Erkek bir tane şahit olurken, kadınlardan iki tane şahit olmalıdır, yani kadını yarım gördüğü apaçık ortadadır. Biz bunu nasıl toplum ve hukuk hayatında uygulayacağız. Bunları kabul etmezsek o zaman kafir olmuş oluyoruz. Bunları uygulamaya kalksak toplumsal hayat böyle yürümüyor. Çünkü insanlık kadın erkek eşitliği konusunda bir noktaya gelmiş, oradan geri gidemeyiz. O zaman en iyisi bunu vicdan işi olarak görüp, gönüllerde temiz bir duygu olarak bırakırız. Dini, devlet ve toplum hayatından da uzak tutarız.
Yine diyorlar ki; tamam ezan okunsun, hacca gidilsin, oruç tutulsun, inananlar camilere dolarak orada temiz vicdanlarıyla Allah’a dua etsinler ama mirası ikiye bir bölüştürmeye kalkmasınlar, dört kadınla evliliği yasal hale getirmeye çalışmasınlar, kadınların şahitlikte yarım görmeye kalkmasınlar, hırsızın elini kesmeye kalkmasınlar, kısas hükümlerini uygulamaya çalışmasınlar ve toplumsal hayatta Müslüman olmayanları Müslümanlara nazaran, zımni hukuku diye ayrı bir hukuka tabi tutmasınlar. Bütün insanları eşit görsünler deniliyor.
Kur’an-ı Kerim’deki bu tür hükümlere bakılarak bunların normal hayatta uygulanamayacağını, insanlığın çok mesafe kat ettiğini, bunlardan artık geri dönülemeyeceğini, dolayısıyla dini de tamamen ortadan kaldıramayacağımız için en iyisi bunları bir vicdan işi, bir duygu olarak görüp insanların gönüllerinde vicdanlarında yaşadıkları bir dini hayata dönüştürmek, devlet ve toplum hayatından uzak tutmaktır diyorlar.
Bu durumda da Allah’a karşı hesap vereceği duygusu içinde yaşayan dindarlar da bunlardan sorumlu olduklarını, eğer din sadece bir vicdan işi, sadece içimizde yaşayan bir duygu olarak kalacaksa o zaman Allah’ın yap dediği bir sürü şey var, yapma dediği bir sürü şey var, helaller, haramlar, emirler, yasaklar var bunlara bizim uymamız gerekiyor. Hem devlet hayatında hem toplum hayatında uymamız lazım diyorlar.
Mesela Allah diyor ki ‘’rüşvet yemeyin, hakimlere rüşvet yedirmeyin.’’ Şimdi biz buna niye uymayalım, toplumsal hayatta bunu niye uygulamayalım, uyguladığımızda bunun ne mahsuru var, uyguladığımızda bunun Allah’ın emri olduğunu söylemenin ne mahsuru var? Zaten devlet de, rüşvet yasaktır diyor, Allah da rüşvet haramdır diyor. İyi işte ne güzel ikisi buluşuyor denilerek, dinin sadece vicdanlara hapis edilemeyeceğini, rüşvet, öldürmek, çalmak, adaletli olmak, ortak akılla hareket, Firavun gibi tek bir kişiye tabi olmayıp istişareyi çalıştırmak gibi bir çok konuda Kur’an’a uymaları gerektiğini, bu konuda kendilerini sorumlu hissettiklerini söylüyorlar. İşte bu noktalarda seküler laiklerle Müslüman dindarlar arasında bir uzlaşmaz çelişki ortaya çıkıyor.
Demek ki bu çelişkiyi çözmek, bunları uzlaştırmak lazım. İşte benim söylediğim sözler bu uzlaştırmaya yöneliktir. Çünkü ben hem İslamiyet’e hem de aydınlanmaya, çağdaş dünyanın geldiği noktaya inanan birisiyim. Kutsal kitaplarda geçen şeylerin doğru olduğunu düşünüyorum ama aydınlanma gibi çağdaş dünyanın Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ile, Çocuk Hakları Belgeleri ile ayrımcılığa, şiddete karşı ortaya çıkan belgelerle, kutsal kitapları karşılaştırdığımda ikisinin özünün ve ruhunun aynı olduğunu görüyorum. Bunu bir yerde uzlaştırmak gerekiyor Bu nedenle şöyle bir şey söylüyoruz, din sadece bir vicdan işi değildir. Evet din vicdan ile başlayan bir iştir ama din aynı zamanda bir yaşam biçimidir, din aynı zamanda bir değerler, anlamlar ve kurallar bütünüdür. Bu kuralların birçoğu geçmiş çağlarda ortaya çıkmıştır. Bu anlamlar, değerler ve kurallar çağdaş dünyanın anlamları, değerleri ve kurallarıyla birçok noktada örtüşmektedir, Tersleştiği nokta çok azdır. Kur’an-ı Kerim’de hukuk hükümleri 3-4 tanedir. Bir çoğu da tarihsel olduğu gerekçeleriyle değişime açıktır. Yani illa ki hırsızın eli kesilecek, illa çok eşlilik olacak, illa kadınla erkek arasında şahitlik ikiye bir olacak, miras ikiye bir olacak diye bir kural yoktur. Bunlar Kur’an’ın evrensel hükümleri değildir. Bunlar o dönemde verilmiş taürihsel ilk örneklerdir.
Peki evrensel değerler nedir? Hırsızın elini kesmek değil, emeğin hakkını korumaktır. Kısas yapmak değil, yaşamı korumaktır. Kadınla erkek arasında mirası ikiye bir şeklinde bölüştürmek değil, ihtiyacı olana ihtiyacı olacak şekilde bölüştürmektir. Şahitlik konusunda, ticari işlerde özellikle her şeyi kayıt altına almaktır, kayıt tutmak, tutanak hazırlamaktır. Yoksa kadının erkeğe karşı yarım olduğunu kanıtlamak değildir. Kur’an-ı Kerim’de yedi yerde şahitlik geçiyor, altısında böyle bir konu yok. Yedinci yerde, borçlanma ile ilgili bir konu olduğu için böyle bir şey söylüyor. Bu da kadının aşağılanması ile ilgili bir şey değil. Yani insanlığın kadın erkek ilişkileri, bir takım hukuki hükümler, kölelik, cariyelik konusunda geldiği aşama Kur’an’ın karşı çıkacağı bir aşama değildir. Kur’an’ın yapmaya çalıştığı şeylere insanlık zaten kendiliğinden gelmiş. O zaman bu ikisini karşı karşıya getirmenin, çarpıştırmanın, dini hayatın dışına atmanın, din vicdanlarda kalmalıdır demenin bir anlamı yok.
Bunun yerine dinin ortaya koyduğu anlamların, değerlerin ve kuralların, aydınlanma anlamları değerleri ve kurallarıyla, Marksist anlamlar, değerler ve kurallarla, Kemalist anlamlar, değerler ve kurallarla yani çağdaş anlamlar, değerler ve kurallarla Kur’an’da ortaya çıkan anlamlar, değerler ve kuralların uzlaştırılması, örtüştürülmesi, ortak noktalarının belirlenmesi yoluna gidilmelidir. Her iki tarafın da hem çok ihtiyacı olan hem de çok yararına olan bu değilse başka ne olabilir?