Beklenen oldu ve PKK 20 Eylül’e kadar çatışmayacağını açıkladı.
Çift taraflı bir ateşkes sürecinin gelişmesi beklentisini içeren açıklamada 4 maddelik bir barış planı da sunuldu: Operasyonların durdurulması, cezaevlerindeki 1700 sivil Kürt siyasetçinin ve barış grubu üyelerinin serbest bırakılması, Öcalan’ın sürece aktif katılma koşullarının yaratılması ve seçim barajının düşürülmesi istendi.
Yapılan barış çağrılarını da dikkate alan önemli bir iyi niyet göstergesi bu karar.
Ama ‘iyi niyet’, görüldüğü üzere hep ‘tek taraflı’ oluyor.
Görülüyor ki, silahlar patladığında başlayan ve yoğunlaşan beklentiler hep Kürt tarafında karşılık buluyor.
“Beklenen ateşkes” hep ‘tek taraflı’ çıkıyor.
Oysa savaş iki taraflı sürüyor.
Yıllardır böyle ve bu ‘dengesizlik’, giderek, deyim yerindeyse bir “ateşkes yorulması”na da yol açıyor.
Nedir bu?
“Silahlar susunca ne olacak ki; nasılsa karşılık bulmayacak, çözüme evrilmeyecek, bir süre sonra bıraktığımız yerden aynı filmi yeniden izlemeye başlayacağız…” duygusu, sözkonusu “yorulmanın” ifadesidir ve yılların pratiği göz önünde bulundurulduğunda hiç de dayanaksız değildir.
Evet, savaş vurarak, öldürererek yoruyor ama ‘ateşkes yorgunluğu’ da gelecek umutlarını kemirerek tükettiği için en az savaş yorgunluğu kadar önemli bir handikaptır.
Ateşkesin karşılık bulmaması, sessizlikle boğulması ve hak ettiği toplumsal yankıyı uyandırmamasıdır.
Bu, (Kürtler hariç) bütün dar çevre itirazlarına karşın, toplumun önemli ölçüde savaşa alıştırıldığı gerçeğiyle de bağlantılıdır hiç kuşkusuz.
Savaşın hep tek taraflı ve hep “terör” koşullanmasıyla yansıtıldığı, bütün sorumluluk ve yükün Kürt tarafına yıkıldığı bir toplumsal kurgu içerisinde, Kürtlerin ‘tek taraflı’ iyi niyetleri nasıl karşılık bulabilirdi ki?
Şu son bir aylık dönemde taraflara yapılan “karşılıklı ateşkes” çağrılarının, medyada “PKK’ye silah bırak çağrısı”, “PKK’ye barış baskısı” vb. şeklinde sunulması bile tek başına önümüzdeki sürecin tıkanmasına, dolayısıyla “ateşkes yorulması”na ivme katacak bilinçli bir yöntem değil miydi?
(Bir de “şahsına münhasır” nümuneler var. Örneğin Cumhuriyetçi Şükran Soner; “PKK’nin Ramazan kutsal ay esprisi ile savaşa ara verme durumu var ortada. Kürt-İslam sentezi bağlamında yeni bir proje gündeme geliyor gibi…” şeklinde okuyabiliyor ateşkesi! Yılların gazetecisi, bu kadar acınası bir muhakeme yeteneğiyle demir attığı paranoya çöllerinde daha kaç vakit dolanıp duracak? Ne demeli; bu ulusalcı solcuların çarpık laiklik aşklarıyla Kürt kuşkuculukları hiç mi fire vermeyecek acaba?!)
Evet, PKK’nin tek taraflı ateşkesleri, sorunun tartışılmasının değil de gündemden düşürülmesinin vesilesi yapıldı.
Hep böyle oldu.
Ama şu anlaşılmalıdır artık: PKK’nin tek taraflı ateşkesleri, tek başına, ‘çözüm’ olmuyor.
Tek taraflı ateşkes, bugüne kadar gördüğümüz “tek taraflı istismarların” konusu olmayacaksa anlamlı olacaktır. Bölge illerinden yapılan ve örgütlü toplum kesimlerinin ortak taleplerini yansıtan açıklamalar da, PKK’nin ateşkes kararı da bu gerçeği gözetmektedir zaten.
Silahların susması önemlidir elbet. Ama ortada silahların patlamasına yol açan bir sorun var ve çözüm bekliyor. “Silahlar sussun da sözler duyulsun” hoş sadasıyla da bir temenniden öteye geçilemiyor ve çözüm üretilmiş olmuyor ne yazık ki.
Kötümserlik değil, realite bu.
Hep tanık olduk ki, (tek taraflı da olsa) silahlar sustuğunda, sözler de kısılıyor, diller yutağa doğru çekiliyor, kilitleniyor adeta. Ta ki yeni bir “silahlı seans”a kadar! Sonrasında yeniden başlayan “terör yeniden hortladı, PKK hani barış istiyordu?” sayıklamaları ve iyi niyetli barış çağrıları…
Bu yeni süreç de eskinin tekrarı olacaksa yazık olacaktır. Zira ‘tekrar’dan bir yarar beklenmemelidir; “Terörle mücadele” limanlarında demirlemek, küfretmek, lanetlemek, “kayıpları çoğaldı diye ateşkes ilan ettiler” diye istismar etmek, profesyonel ordudan, savaşın modernizasyonundan çare ummak, ve evet, en önemlisi de, muhatap almamak, başarısızlıktan başka bir sonuç vermedi, vermeyecek.
Yani, denenmiş bütün yollar başarısızlığa çıktı, çıkacak…
Çözümden kaçmanın tek yolu kaldı; PKK’nin silahı karşısında Batı’daki Kürtleri tehdit eden ‘rehin’ politikası! “Beyaz Türk” temsilcilerinin başlattıkları “Türklerin ayrılma hakkı” (!) tartışmasıyla da bağlantılı bu yol, felaketin, iç savaşın yoludur. “Birlikte yaşamak zorunda değiliz” diyerek yapılan Batı’daki Kürtlerden kurtulmanın zihni egzersizleri, en son Dörtyol’daki faşist prova gibi, bütünsel bir devlet eğilimine dönüştürülürse, iki halkın geleceğinin dipsiz karanlıklara atılacağı kesindir.
Kürt sorununu “ırkçı Türk sorunu”yla yanıtlamaya çalışınca, kimin neler kaybedeceğinin hesabını kim yapabilir ki artık?
Bu felaket olasılığını akıldan çıkarmamak ve ateşkes kararını bu anlamda da düşünüp değer biçmek, devleti bir de barış için karşılık vermeye zorlamak, Kürtlerde uç vermeye başlayan “ateşkes yorgunluğunu” hesaba katmak, ve evet, Kürtlerin çözüm bekleyen sorunları olduğunu hiç mi hiç unutmamak…
Bunları unutanın, “barış hemen şimdi” ninnisiyle iştigal etmesinin, gerçek bir barış mücadelesine yabancılaşma dışında, beş paralık bir değeri de yoktur!
En azından bunu unutmayalım…
Evrensel