- Aşk
Aşk,[1] sarmaşık demektir;[2] sardıkça saran ve sardığı varlığı kendi adına örtüp kaplayan, böylece varlığın kendi gerçekliğini yaşamasını engelleyen bir durumdur. Bencillik ve aşırı kıskançlık içerir. Sevilen varlığı mülk edinme, tekeline alma, sevgilinin kimlik ve özgürlüğünü yok etme karakterinde olan bir duygu egoizmidir.
Aşk, sevgi zehirlenmesidir, tıpkı güç zehirlenmesi gibi. Zehir tedavi edilmezse kişiyi öldürebileceği gibi aşk da muhabbete yönlendirilerek tedavi edilmezse ruhsal hastalıklar üreterek kişiyi dengesizleştirir.
Sevdiğinden uzakta kalan âşık mâşûğunu[3] ulaşılmaz yapar, ancak gerçeklikle yüzleştiğinde sevdiğini sıradanlaştırır. Aşk, aklı susturan ve aklı duygunun emrine veren bir duygusal yoğunluk yaşama halidir; duygunun akla binmesi ve aklı at gibi istediği yere sürmesidir.
- Hûb(b)
Hûb(b)da[4] gerçeklik vardır, abartı yoktur. Hûb’da aşk binici değil attır. Duyguların aklın kontrolünde olması hûbbu sonuçlandırır; aklın duygu kontrolüne girmesi aşkı üretir. Kur’an, aşk yerine hûbbu tercih eder. Hûbbun doğurduğu sevgiye muhabbet denir.
Peygamberler muhabbetin temsilcileridir, tasavvufçular gibi aşkın değil. Hûbb sahipleri dengeli cümleler kurarken aşkın temsilcileri dengesiz cümlelere imza atarlar. Fakat sadece aklın kontrolündeki şevk’e (coşku, heyecan) evet diyebiliriz. Kendisi ve çevresiyle barışık biri (Müslüman) aklın kontrol ettiği sevgi ve şevkin yanındadır, aşkın uzağındadır. Duygulara esir olmaz, yani aşka düşmez; duyguları esir alır, yani muhabbet sahibi olur.
- 1. Hûbb’un Üstünlüğü
“Kimileri Tanrı’nın yanında duran, yakınlığına erişen; karizma bakımından Tanrı ile eşit veya Tanrı karizmasına yakın olan[5] varlıkların bulunduğunu kabul eder. Onları severken de Tanrı’ya gösterilmesi gereken sevgiyi gösterirler. Hâlbuki vicdân, sağduyu ve akla güvenen ve kendisine de güven duyulan kimselerin sevgi, acıma, adâlet, barış, güven, dayanışma, omuzdaşlık ve özgürlük sevgisi onların tanrılaştırdıkları kimselerin sevgisinden daha üstündür.[6]
Gerçekleri baskı ve zorbalıkla karartanlar,[7] etrafları ateş çemberiyle sarıldığında tüm güç ve yakıcı cezalandırmanın kamu vicdânından geldiğini görecekler. Keşke bu duruma düşmeden yanlıştan vazgeçselerdi. İşte bu ortamda Tanrı karizması verilenler, kendilerini takip eden yoldaşlarını ve ideolojik birliktelik kurduklarını tanımazlıktan gelecekler. Her iki taraf Tanrı’dan rol çaldıkları ve toplumda tanrısallık iddialarıyla dikey bir hiyerarşi kurdukları için umduklarına kavuşamadıkları gibi cezalandırılacaklar da. Yüceltilen, sorgulanmaz ve dokunulmaz kabul edilen kimselerin izinden gidenler ‘Keşke ideoloji ve kabul bakımından devrim sonrasında oluşan üst düzeyli algı ve yaşam seviyesinin[8] altındaki dönemlerimize[9] geri dönsek de şimdi bizi tanımazdan gelenleri biz de görmezden gelseydik.’ diyecekler. Böylece toplum vicdânı onlara tüm eylemlerinin faturasını kesecek ve onları ateş çemberinin dışına çıkarmayacaktır.”[10] âyetlerinde Tanrı ile eşdeğer tutulan kişi, kurum ve nesne sevgisi hûbb üzerinden anlatılıyor.
Kişi inandığı bir tanrıyı sevecekse bu sevginin emekle büyütülen ve gerekçeleriyle ortaya konan bir sevgi olması gerektiği gibi tanrısallık katılan varlıklara gösterilen sevgi de aynı nitelikli olmalıdır. Bir totemin[11] sevilmesi durumunda bile o totem aracılığıyla bir kimlik oluşuyor ve bu kimliğe bağlı kimseler arasında bir dayanışma meydana geliyor. Dayanışma sonucunda siyasal, hukuksal, ekonomik ve kabilesel birliktelikler kuruluyor. Böylece ortaya çıkan sevgi muhabbet oluyor. O nedenle “Sevmek için bu kadar emeğe ne gerek var?” denmemeli, sevmek, ciddi bir iştir; emek, dikkat, duygusallıktan uzaklık ve akılcılık gerektirir.
Bu âyette aşk gibi gözü kara ve aklı öteleyen sevgi türü değil akıl ve mantık örgüsüyle biçimlenen ve gerekçeleri olan emeğe dayalı sevgi, yani hûb öne çıkarılıyor.
- Rahmân
Kur’an’ın tanıttığı Tanrı rahmândır. Rahman, acıyan ve sevendir, vicdân elçisi Muhammed de olsa bir kuluna âşık olan değildir. Rahîm, Kur’an’da Tanrı’nın başka bir niteliği olarak zikredilir. Rahîm, acıması ve sevgisini hiçbir varlığı ayırmadan yayandır, aşkını ilan eden değildir.
- İlâhî Aşk
Ey dostlar, kulak verin söylediğime,
Ne sebepten altmış üçte girdim yere?
Mirâc sırasında Hakk Mustafa ruhumu gördü,
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Hakk Mustafa Cebrâil’den eyledi sual
“Bu nasıl ruh, bedene girmeden buldu kemal?”
Gözü yaşlı, halkın başçısı, bedeni hilâl;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Cebrail dedi: “Ümmet işi size tam hak
Göğe çıkıp meleklerden alır ders
Feryadına feryad eder yedi kat gök…”
O sebepten altmış üçte girdim yere
Önce “Elestû bi-rabbi-kum?” dedi bil, Hakk
“Kalu bela” dedi ruhum, aldı ders
Hak Mustafa oğul” dedi bilin mutlak
O sebepten altmış üçte girdim yere
“Evladım” deyip Hakk Mustafa eyledi kelam
Ondan sonra bütün ruhlar eyledi selâm
Rahmet denizi dolup taş, diye yetişti haber
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Rahim içinde belirdim, ses geldi;
“Zikir söyle!” dedi, organlarım titreyiverdi
Ruhum girdi, kemiklerim Allah” dedi;
O sebepten altmış üçte girdim yere.
Hoca Ahmet Yesevî’nin yukarıdaki şiiri onun altmış üç yaşından sonra neden yer altına yaptırdığı bir yerden çıkmadığını anlatır. Dizelere baktığımızda Tanrı ve Hz. Muhammed sevgisi göze çarpar. Ancak Kur’an’ın hangi âyeti kişinin yaşarken böyle bir saçmalığı seçmesini onaylar? Sevgi adıyla toplumdan soyutlanmak, yaşayan ölüye dönüşmek, varlığı ile yokluğu fark edilmez bir duruma gelmek ne sevgidir ne de mantıklı bir tercihtir. Fakat sevgi zehirlenmesi ve duygusal dengesizliktir. Bu nedenle evliyâ denilerek yüceltilenlerin savunduğu Tanrı aşkı değil, vicdân elçisi Muhammed’in vicdân ve sağduyu temelinde yükselen akla gösterdiği muhabbet değerlidir. Elçi Muhammed, vicdân patlamasının tavan yaptığı aşamadan sonra bir daha mağaraya dönmemiş, indiği Mekke’den bir daha dağa kaçmamıştır. Onun dağ macerası elçilik öncesi arayış sürecinin bunalımlı yıllarını kapsar.
Sevgisi adıyla uygarlıktan dağa, şehirden mağraya kaçış bir sevgi değil, devrimcilikten kaçıp mistik bir Budist rahipliğine soyunmaktır. İslâm, sokakların dilini dönüştürme, çaresizlere çözüm, kimsesizlerin kimsesi olma yoludur. İslâm devrimi ceylanla konuşma, suda yürüme, bulutla uçma sihirbazlıklarıyla Sinbatçılık oynama değildir, Hint masallarının uçan halılarıyla dünyayı turlamak hiç değildir. Gerektiği zamanda eline silahı alıp savaşmak, yeri geldiğinde bir karıncayı dahi incitmemek, adâlet bayrağını vicdân kalesinde sürekli dalgalandırmak; bilgi ve tecrübeyle donanmış sağduyulu aklı rehber edinerek özgürlük, eşitlik ve dayanışma ilkeleriyle barış ve güven toplumu oluşturmaktır.
Düşüncenin kontrolündeki duygu, yani akleden kâlp[12] makbul olandır. Sevgi zehirlenmesine uğramış ve aklın ölçülerini kaçırmış evliya/eren tiplemelerini Allâh dostları diye tanıtmak aklın egemenliğiyle inşâ edilen bilinçlenmeyi (takvâ) hiçe saymak, çocuksu duygusallığı olgun akılcılığa tercih etmektir. Bu nedenle Allâh aşkı adıyla ortaya konan kendini yerden yere atmalar muhabbet dengesinden çok bir âşık budalalığı sergilemektir, duygusal sevgi şirretliği ortaya koymadır. Her şeyde olduğu gibi sevgide de denge içinde olmak devrimci Muhammedî olmanın temel gereklerindendir.
“Bazı beyinsizler ‘Onları daha önceki yönelimlerinden uzaklaştıran sebepler nedir?’ diye soracaklar. Onlara ‘Ne tarafa eğilim gösterirseniz gösterin her tarafta vicdân, sağduyu ve akılla karşılaşacaksınız.’ deyin. Kim neye layıksa o yolda yürür. Sizi toplumların kalbine yerleştirdik.[13] Vicdân elçisi Muhammed size örnek bir önder olduğu[14] gibi siz de insanlığa örnek bir öncü[15] olun. Vicdân elçisine uyanla uymayanı belirlemek için elçi Muhammed’in yönelimlerini yön tayini yaptık. Elçi Muhammed’i böylesi bir önder olarak belirlememiz vicdân, sağduyu ve akla yönelen kimseler dışında kalanlara ağır gelir. Aklını vicdân ve sağduyu ile inşâ edenler, kendilerine olan güveninizi asla boşa çıkarmayacaktır. Çünkü onların sevgi ve acımasını kimse engelleyemez.”[16] âyetleri toplumun en küçük biriminden tüm insanlığa doğru örnek ve önder olan bir nitelik kazanan bireyleri idealize eder ve bunu görev olarak yükler.
Aşk yolu, Kur’an’ın devrimci İslam’ını eski din ve kültürler harmanı olan tasavvufa tercih etmedir. Aşk yolu bilge lider Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi Muhammed’den İsa’ya doğru bir gerilemedir.[17]
- Sevgi Şirretliği[18]
“Ve şehrin kadınları birbirlerine ‘Potifar’ın[19] karısı genç hizmetçisini baştan çıkararak onunla cinsel birliktelik kurmaya çalışmış. O saygın adamın karısı tutkusuna ne kadar da esir olmuş. Demek ki kadın iyice azmış.’ dediler.”[20] âyetinde geçen şeğaf(e) gönül fermanı anlamında mecâzî bir kelimedir. Şeğafe-he hubben ifadesi sınırını koruyamamış, duracağı yeri belirleyememiş, ferman dinlemez bir sevgiyi anlatır. Yani akıl tutulmasına uğramış, hevesleri tarafından aklı ve duyguları tutulup esir edilmiş bir sevgi biçimini kasteder. Kur’an’da hûbb’un olumsuz kullanıldığı tek yer burasıdır ve burası da Şeğafe kelimesiyle birlikte kullanılan yerdir.
Aşk, Kur’an’da hiç geçmediği gibi duracağı yeri belirleyememiş bir sevgi olmasıyla da Kur’an tarafından reddedilmiş bir bencil sevgi tutulmasıdır.[21]
- Meveddet
“Toplumsal vicdâna güven duymaktan vazgeçmediği gibi güvenilir olmaktan da asla şaşmayan ve bunu yaşamıyla sürekli eyleme koyan kimseler, varlığın bilincini kuşatan merhamet tarafından tanımlanamaz bir sevgi ağıyla örülecektir.”[22] âyetinde vudd ifadesiyle vedud-meveddet kelimeleri dikkatimizi çeker.
Sevginin tohum gibi ekilmesi ve emek verilerek büyütülme aşaması hûb(b) iken, hubbun meyvesine vud(d) denir. Biri muhabbet öteki meveddettir. Örneğin kişinin inandığı bir tanrıyı niçin seveceğine dair kafa yorduktan sonra başlayan ve inandığı tanrıyı tanıma sürecinde gelişen sevgi olan hubb, evrimini gerçekleştirdikten sonra ulaştığı zirvede vudd adını alır. Muhabbet meveddete dönüşür. Bu süreç sevilen her varlık ve nesne için geçerli bir aşamadır.
- Tanrı-İnsan İlişkisi
Tanrı-varlık ilişkisinde sevgi merkezî bir kavramdır. Çünkü Tanrı yaratmayı ve yarattığını sevmeseydi, var edeceğine karşı ilgisi olmasaydı var etmezdi. Kur’an “İnsan Tanrı’nın ilgi göstermesinden yaratıldı.”[23] demektedir. Zaten Mekayis’te de alaka kelimesi gönül için gerekli olan ve emek isteyen sevgi[24] diye tarif edilmiştir.
E-le-he’den türemiş olan Elohim, ilah ve Allâh kelimelerinin kök anlamı da sevgidir. Yani Allâh sevgisi, sevmeyi sevmek, sevgiyi benimsemektir; Allâh yarattı demek, sevgiden var olduk, varlığın nedeni sevgidir demektir. Allâh’ın hükmü, sevginin içte oluşturduğu karar demektir. Allâh yolu, sevginin gerektirdiği yol ve yöntem demektir. Allâh’ın kulu, ömrünü sevgiye adamış ve bu nedenle sadece sevginin gerektirdiği biçimde yaşayan demektir.
Kerem kökünden gelip “hiçbir karşılık beklemeden ve sınır tanımaksızın veren” anlamındaki ekrem sıfatı Tanrı’nın niteliklerinden biridir. Ekrem olmak için öncelikle sevgiyle dolu olmak gerekir. Tanrı bana neden sınırsızca vermiyor, diyenler aldıkları nefesin sayısını biliyor mu? Kalbinin doğumdan itibaren ne kadar sayıda attığını hesap etti mi? Göz kapaklarının bir günde ne kadar kımıldadığını hesaplayabilir mi? Kolunu kaldırabilmek için vücudunda kaç bin hücrenin harekete geçtiğini fark etti mi? İnsan vücudundaki yaklaşık yüz trilyon hücrenin elli milyonu bir saniyede değişirken değişimi yaşayan kişi bunun ne kadar farkında oldu? Vücudumuzdaki yirmi beş trilyon alyuvarın[25] her birinin içine üç yüz milyon hemoglobin[26] yerleşmesi ile sınırsız bir yaşam nimeti sunulmamakta mıdır? Bunları bilimsel açıklamalarla çoğaltmaya gerek yoktur. Ancak Tanrı’nın karşılıksız bağışta ne kadar cömert olduğunu ve yarattığını ne kadar sevdiğini görebilmekteyiz.
Toplumsal eşitsizliklere gelince özgürlüğün bedeli bunu gerektirir. Çünkü özgür ve akıl sahibi varlık olan insanların içinde taşıdıkları başkaldırı, adâlet çığlığı, özgürlük isteği, barış arzusu ve güven özlemi devrimci bir patlamayla ortaya çıkarılmadıkça insan insanın kölesi olmaya mahkûmdur. Tanrı sevgiyse ve adâlet, özgürlük, barış, güven ve paylaşım bu sevginin yansımalarıysa; içimizde de heyecan, atılım, cesâret duyguları varsa hazır malzemelerden helva yapmayan insan suçludurdır, bunları potansiyel biçimde insana veren Tanrı değildir. Hava, su, toprak, ağaç, bitki, akıl, irade, hayal, rüya, beden, gıda veren Tanrı’nın özgür bıraktığı insanlar birbirini yemeyi bırakıp dayanışma içinde yardımlaşmalı, özgürlüğünü direnerek ele almalı, hakkını çalanlara hesap sormalıdır. Tanrı’dan yardım dilenmek, sahip olduğu nitelikleri gerekli yerlerde gerektiği biçimde kullanmaktır. Buna rağmen “Tanrı gelsin bu düzeni değiştirsin.” diyenler, özgürlük ve akıldan vazgeçenler veya bunlara değer vermeyenlerdir. Tanrı yolu, mistiklerin yolu olsaydı, elbette Tanrı’nın göklerden inip düzeni değiştirmesi beklenirdi veya kişiler Tanrı’nın niteliklerini taşıyan tanrıcıklar sayılarak kerâmet oyunlarıyla insanlık dönüştürülebilirdi. Fakat peygamber denilen devrimcilerin yolu akıl ve özgür iradenin yoludur; kişilerin potansiyelinde olanı kinetik enerjiye çevirmedir, emek ve kolektif çabayla sonuca gitmedir. Çünkü sevilen hiçbir şey emeksiz kazanılmaz, doğanın kadîm yasası budur.
devam edecek…
_____________________________________________
[1] Kubbealtı Lugatı, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Aşk Maddesi, 2. Baskı, İstanbul, 2006.
[2] İskender Pala, Kitab-ı Aşk, 24. Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2016.
[3] Mâşûk: Aşkla sevilen.
[4] Arapçada çift b’li (şeddeli b’li) kelimedir.
[5] Min dûni’l-lâhi endâden
[6] Ve’l-lezîne âmenû eşeddu hubben li’l-lâhi
[7] Zalimler
[8] Âhir(et)
[9] Dünya hayatı.
[10] Bakara, 165-166.
[11] Parti, dernek, sendika, vakıf, platform, kültür evi, millet, devlet, takım, grup, bayrak, sınır, lider, cemaat, tarikat, hizip, ekol, okul, gazete, dergi gibi modern totemler vardır günümüzde.
[12] Hac, 46; İsra, 46; Kâf, 37.
[13] Ümmeten vasatan (vasat ümmet, orta ümmet, denge toplumu)
[14] Yekûnu’r-rasûlu aley-kum şehîd(en)
[15] Li-tekûnû şühedâe ale’n-nâs(i)
[16] Bakara,142-143.
[17] Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, Çeviren: Salih Şaban, Nehir Yayınları, İstanbul, 1994.
[18] Şirret: Kötülük etme, kötü olma, üste çıkmak için tüm çirkeflikleri yapma.
[19] Potifar: Sözü izzetli olan. (Mevki sahibi olduğundan sözü geçerli ve etkili olan kimseyi kasteder. Arapçadaki azîz kelimesinin karşılığıdır. Çünkü azîz de bir yönetici erkini kasteder. Bu olay Tevrat’ta Potifar orijinal adı üzerinden anlatılır.)
[20] Yusuf, 30/Ve gâle nisvetün fi’l medîneti’m-raetü’l-azîzi turâvidu-hê ‘an-nefsi-hi gad şeğafe-hê hubben innâ-le-narâ-hê fî dalâlin mübîn.
[21] Ebu’l-Hüseyn Ahmed İbn-i Fâris bin Zekeriya, Mu’cem-u Mekâyisu’l-Luğa, Aşk Maddesi, Mısır, 1969; bkz. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Yusuf Suresi, 31 Nolu Dipnot, İstanbul, 2014.
[22] Meryem, 96/İnnellezîne âmenû ve amilu’s-sâlihâti se-yec’alu le-humu’r-rahmânu vudden
[23] Alak, 2/Halega’l-insâne min-‘alag(in)
[24] el hubbu’l-lâzım li’l-galb(i)/ Ebu’l-Hüseyn Ahmed İbn-i Fâris bin Zekeriya, Mekâyisu’l-Luğa, Mısır, 1969; bkz. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Yusuf Suresi, 31 Nolu Dipnot, İstanbul, 2014.
[25] Alyuvar: Kırmızı kan hücresi.
[26] Hemoglobin: Kanda solunum organından dokulara oksijen, dokulardan (şekil ve yapı bakımından benzer olup, aynı görevi yerine getiren, birbiriyle sıkı ilişkileri olan ve aynı kökten gelen hücrelerin oluşturduğu topluluk) solunum organına ise karbondioksit (kokusuz ve renksiz olup kolayca sıvılaşan ekşimsi tatta bir gaz) ve proton (atom çekirdeğinde bulunan artı yüklü atomaltı parçacık) taşıyan proteindir (hücrelerin düzgün işlemesi için gerekli olan büyük moleküllerdir).