Kürt sorununda gelişen yeni dönemi, çatışma ve operasyonları, hükümetin tutumunu ve sorunun nasıl çözülebileceğini konuştuğumuz Emek Partisi (EMEP) Genel Başkanı Levent Tüzel, son aylarda artan çatışma ve ölümlerin ve tırmandırılan gerginliğin ateşkes dönemindeki çatışmasızlık ortamının ne denli kıymetli olduğunu gösterdiğini belirtti.
Ancak devlet politikasının, Kürtlerin taleplerine şiddetle yanıt vermede ısrar ettiğini belirten Tüzel, bu ülkede yaşayan Kürtlerin, en az Türkler kadar bu toprakların sahibi ve konuğu olduğunu söyledi. Kürt sorununun çözümü için öncelikle Kürtlerin tek tek bireyler değil, ulusal bir kimlik taşıyan bir toplumsal varlık olduğunun kabul edilmesi ve bunun anayasal güvenceye kavuşmasının zorunlu olduğunu ifade eden Tüzel, demokratik ve barışçıl çözüm için, ölümlerin yaşanmadığı bir ülke için bütün emek, demokrasi ve barış güçlerinin birleşik mücadelesinin büyük önemde olduğunu belirtti. AKP’nin iki yüzlü tutumuna işaret eden Tüzel, “‘Analar ağlamasın’, diyip bu operasyonların kararını alanların sorumluluğu halkın vicdanlarında silinmeyecektir” dedi.
Operasyonlarda ciddi artış yaşanıyor. Her gün yeni ölüm haberleri geliyor. Bu çatışmalı süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Artan çatışma ve ölümler, bunlara bağlı olarak tırmandırılan gerginlik, ateşkes dönemindeki çatışmasızlık ortamının ne denli kıymetli olduğunu gösteriyor. Ancak bunun değerinin anlaşılmadığı ortada.
Devlet politikası, Kürtlerin taleplerine şiddetle yanıt vermede ısrar; Kürt siyasi hareketi ve güçlerine yoğun kuşatma ve yalıtma şeklinde sürüyor. Bu elbette tehlikeli, şiddetin ve gericiliğin beslendiği zorlu bir süreci işaret ediyor.
Bir yıl önce seçimler sonrası ilan edilen ateşkese KCK operasyonu adıyla Kürt siyasi temsilcileri ve seçilmişler üzerinde yoğun bir tutuklama furyasıyla yanıt verildi. Kürt halkının meşru temsilcileri üzerindeki bu siyasi operasyon ve kuşatma askeri alanda da eksilmeden sürdü ve son olarak, dağ-taş, sınır ötesine bombalar yağdırıldı.
Parti kapatma, milletvekilliği düşürme, çocukların tutuklanmaları, kitle gösterilerine saldırılar, batı illerinde Kürt gençlerine provokasyon ve imha şiddet biçimleri olarak Kürtlerin üzerinden eksilmedi.
Meclis’ten yapılan ve PKK Lideri A. Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı çağrılar, diyalog ve çözüm arayışları muhatap alınmadı. Devlet ve AKP ısrarla ‘açılım’ dedikleri ‘milli birlik’ siyasetiyle Kürtlerin mücadele dinamiklerini etkisizleştirmeye çalışarak, askeri ve ‘halkla ilişkiler’ faaliyetleriyle, Kürtleri “Türkiyelileştirme” politikasını sürdürdü. Bu politikada iktidarı ve muhalefetiyle burjuva gerici devlet anlayışının çözümsüzlükte uzlaştığını gördük.
Yeni seçilen CHP genel başkanının soruna; ‘etnik siyaseti esas almayacağız’ şeklindeki yaklaşımı, Kürtlerin ulusal kimlik talepleri karşısında durmaları bunun göstergesidir. Bu nedenle talep ve çağrılarına yanıt alamayan, PKK 1 Haziran itibariyle ateşkese son vererek kendi yolunda ilerleyeceğini demokratik özerklik ilan etme çalışmasını sürdüreceğini açıkladı.
Bu, koşullar ve devlet tutumu böyle sürdüğünde son zamanlarda artan çatışma sürecinin yaygınlaşma ve yeniden acılı bir sürece girileceğini göstermekte. Böylesi büyük bir suçun vebalinin, Kürt halkının eşit haklar ve barışa dayalı gönüllü bir birliktelik için yaşamsal taleplerine açılım ve demokratikleşme maskesi altında şiddetle yanıt veren Türkiye devlet yönetiminde olduğu açıktır.
Hükümet ‘açılım’ iddiasını sürdürürken, operasyonlar da devam ediyor. Sizce ‘açılım’ ve operasyonlar birbirini tamamlayan süreçler mi yoksa birbiriyle çelişen süreçler mi?
Çelişiyor gibi görülse de Kürtleri ulusal kimliklerinden arındırarak, eriterek ‘Türkiyelileştirme’ hedefli bu devlet politikasının sahipleri yol haritalarını buna uygun çizmişlerdir. Buna göre; ‘terörle mücadele’ dedikleri özgürlük ve eşit halklara dayalı isyan ve arayışı bastırmayı sadece askeri yöntemler değil, toplumu yanlarına çekecek bir toplum mühendisliği ve halkla ilişkiler çalışmasıyla yürütmek, böylelikle ulusal eşitlik taleplerini meşru ve kabul edilebilir olmaktan çıkartmak gibi bir yöntem benimsenmiştir.
Açılım ve demokratikleşme söylemleri, toplumun benimsediği önemli şahsiyet ve çeşitli çevrelerle yapılan kahvaltılı toplantılar bu çerçevede planlanmıştır. Etkisiz olduğu da söylenemez. Nitekim liberal güçlerinde goygoyculuğuyla bu politikalar etkin kılınarak Kürtlerin meşru siyasi güçleri marjinalize edilmek istenmektedir. Ancak inkar ve şiddette ısrar anlamına gelen hükümet politikası bunca yıllık mücadele birikimi olan Kürt halkını susturamadığı gibi, ölüm ve çatışmaların acılarından bunalmış Türk kesimlerinde de sorgulanır olmaktan çıkmamıştır.
Bu ‘tutarsızlığın’ ve çözümsüzlüğün üzerine gitmek, teşhir etmek, soruna emekçilerin gönüllü birliği ve kardeşliği cephesinden bakan demokrasi güçleri ve bizlerin işi olacaktır. Çünkü ‘İyi şeyler olacak’ diyenler, ‘Analar ağlamasın’, ‘Gözyaşlarının rengi aynıdır’ gibi laflar edip, aynı zamanda devlet iktidarı olarak bu operasyonların kararını alanların sorumluluğu halkın vicdanlarında silinmeyecektir.
Askeri operasyonlar sürerken, örneğin Silopi’de BDP Milletvekili Sevahir Bayındır’ın yaralandığı olayda olduğu gibi, yapılan neredeyse her gösteriye polisin müdahale etmesini, gözaltı ve tutuklamaların hız kesmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürt halkı milletvekilleri ve yerel yönetici, temsilcileri vb. tüm meşru seçilmiş güçleriyle demokrasi ve özgürlük kavgasını halka dayalı, halk güçleriyle kitlesel demokratik eylemlerle sürdürmekte, ulusal bir direniş çizgisi sergilemektedir. Öncelikle bu tablo Kürt halk hareketinin gelmiş olduğu olgunluk ve gelişmişliğin göstergesi olarak sahiplenilecek bir durumdur.
İtiraz edilecek ve karşı durulacak olan devlet güçlerinin bu meşru halk gösterilerine kimi zaman Lice’de olduğu gibi engelleyici, kimi zaman Silopi’de olduğu gibi saldırgan bir yanıt vermesidir. Bu elbette hükümetten, İçişleri Bakanlığı’ndan, Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’ndan bağımsız, yerel bir inisiyatif işi değildir. Her gerici, antidemokratik iktidar ve devlet yönetimi gibi ülkemiz siyasi iktidarı da Kürt halkının direncini, birliğini, Türkiye toplumuyla dayanışma duygularını kırmak için devlet terörü ver şiddetine başvurmaktan, bunun yaratacağı gerginlikten beslenmekten, savaş rantı yemekten geri durmayacağını biliyor ve yaşananları bunun sonucu olarak görüyoruz.
Elbette bu durumun, Muğla’da olduğu gibi gençlerin katledilmesi, ya da patlayan askeri mühimmatın veya panzerin ezdiği çocukların ölümleri gibi vicdanları zedeleyen bir süreci beraberinde getirmesi karşısında ülkemizin bütün emek, demokrasi ve barış güçleri olarak Kürtlerin yanında olmayı, birleşik bir mücadeleyi daha yakıcı bir görev kılmaktadır.
Sizin çözüm önerileriniz neler? Kürt sorunu nasıl çözülür?
En az Türkler kadar bu toprakların sahibi ve konuğu olan Kürtlerin tek tek bireyler olmadığı, ulusal kimlik taşıyan bir toplumsal varlık olduğu; bu ortak yaşamın anayasal bir güvenceye kavuşmasının zorunlu olduğu görülmeli ve kayıt altına alınmalıdır.
Bu benimsemenin ilk işareti olabilecek; anadilde eğitim ve öğretimin kayıtsız kabulü gerçekleşmelidir. Bölücü ve düşmanlaştırıcı devlet söylemi terk edilmelidir. Siyasi ve askeri operasyonlar durmalı; çocuk, yetişkin tüm tutuklular serbest bırakılmalı, siyasi bir genel af için hazırlık yapılmalıdır. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi; bölgesel, demokratik özerklik düzenlemeleri yapılabilecek şeylerdir. Hem gerçek suçların aydınlatılması hem de halklar arası dayanışmanın güçlenip milliyetçiliğin yenilmesi için gerçeklerin aydınlatılmasına dönük bir bağımsız komisyon çalışması önemsenmelidir.
Türkiye toplumunun bunlara “Henüz hazır olmadığını” söylemek en büyük iki yüzlülük olacaktır. Bütün sorun egemenlik halkını halka teslim etmek istemeyen gerici burjuva kastının ve onların hükmettiği antidemokratik devlet yapısını yöneten savaş lobilerinin tahakkümünü kırmaktır. Bunun yolunun da mücadele ve birleşik demokrasi hareketinden geçtiği çok açıktır.
(İstanbul/EVRENSEL)