- 4. Kıyâmet Gününde Çeşitli Biçimlerde Görünen Allâh
“Kıyâmet gününde insanlar toplanınca Rab ‘Kim benden başka bir şeye tapıyorsa taptığı şeye uysun.’ deyince Güneş’e, Ay’a ve puta tapanlar onlara uyar. Sonra ümmet ile münafıklar kalır. Allâh bu topluluğa tanımadıkları bir surette yaklaşır ve ‘Rabbiniz benim.’ deyince oradakiler ‘Senden rabbimize sığınırız. Rabbimiz bize gelinceye kadar yerimizde kalacağız. Onu tanırız.’ derler. Derken Rab, onların tanıyacağı surette gelir ve ‘Rabbiniz benim.’ deyince ‘Sen rabbimizsin.’ derler. Allâh onları cennete çağırır ve cehennem üstüne sırat kurar. Peygamberler arasında ümmetiyle birlikte sırattan ilk geçen ben olurum. O gün peygamberler dışında kimse konuşmaz.”[1] hadîsinde Tanrı, bir insan gibi davranır ve konuşur. Hâlbuki böyle bir olay ne olacak ne de insanları yanıltmaya çalışan bir Tanrı olacak. Bu anlatım bir kurgudur.[2] Tanrı, insanları deneyen ve insanlarla konuşan nitelikleriyle kapalı istiâre[3] sanatı çerçevesinde anlatılmıştır. Kıyâmet, Kur’ân’da devrim için ayağa kalkış süreci olduğundan devrim ortamında pek çok sahte liderin çıkacağı, insanların bunlara karşı uyanık olması gerekeceği vurgulanır. Çünkü eşitlik, barış, kardeşlik ve özgürlük devrimi gerçekleşinceye kadar kurulu düzen bozulacak ve ortamı bir kaos kaplayacağı için devrim yoldaşları önüne çıkan her karizmatik kişiyi lider görmemeli ve peşine takılmamalıdır. Yoksa devrim, daha doğarken ya ölü ya da sakat doğar.
Arapçada bir nesne olgunlaşana kadar o nesneyi aşama aşama besleyip büyüten, basamak basamak eğitene rab denir. Rab sözcüğü fâil (özne, süje) anlamında bir mastardır, hem Tanrı için hem de Tanrı’dan başkası için kullanılır. Örneğin rabbu’d-dâr, ev sahibi; rabbu’l-feres, at sahibi demektir. Rabbâniyyûn, rabbânîler, bilgisini bir süreç içinde adım adım ilerletenler demektir. Erbâb, rabb’in çoğuludur. Râbbün/râbbetün, üvey çocuğunun bakım ve sorumluluğunu üstlenen kimse demektir. Üvey anne/babanın gözetim, bakım ve eğitiminde olan çocuğa rabiybun/rabiybetün denir. Rubbun, olgunlaşmış bir meyvenin suyu ile karıştırılmış tulumdur. Er-rebâbu, bitkileri zamana bağlı biçimde besleyip büyüttüğü için buluta verilen addır. Rubbe, bir nesnenin ara ara veya sık sık görülmesidir. Bu bağlamda bir varlığı en basit halinden en kaliteli ve karmaşık haline doğru yol aldırana rab denir. Rab, besleyen, büyüten ve donatan; varlığa babalık eden birisi olarak düşünülür. Bu varlık Tanrı, kral, toplum, sistem ve anne-baba olabilir.
Terbiye, rab kelimesiyle kökteştir. Terbiye etmek, varlığı yaratılış amacına uygun biçimde olgunlaştırma, varlığı kendi yazılım ve donanımını tanıyıp kullanabileceği yeterliliğe ulaştırma sürecidir. Yani eğiterek öğretmek ve öğreterek eğitmek terbiye etmektir.
Bu hadîste rabbin tanınması devrimcilerin zihinsel gelişim sürecinde etkili olan, devrime giden yolların inşâ edilmesinde önderlik ve rehberlik yapan kişi, kurum, kuruluş ve kadronun bilinmesidir. Cennet, Kur’ân’da barış, güven, adâlet ve özgürlük değerlerinin egemen olduğu; açlık ve çıplaklığın olmadığı; yoksulluk, kaygı ve korkuların bulunmadığı bir yer olduğu için bu devrimci kadro halkı ateş çemberiyle çevrili ortamdan kurtarır ve gerçek bir barış ve güven yurduna ulaştırır.
Vicdân elçisi Muhammed’in yaşadığı hinterlandda[4] Ur’un Ay tanrısı Nannar, “göğün güçlü genç boğası; Enlil’in en olağanüstü oğlu, sert boynuzlu boğa” biçiminde tasvir edilir. Babil’in Ay tanrısı Sin, “Enlil’in güçlü danası” diye adlandırılır. Mısır’ın Ay tanrısı ise “yıldızların boğası”dır. Güneş tanrısı Râ Mısır’ın kudretli tanrısıdır. Ay’a tapanlar Mezopotamya halkları, Güneş’e tapanlar Mısır halkları ve puta tapanlar Araplardır. Muhammed, tanrısı somut nesne olmayan ve değerler etrafında omuzdaşlık yapan, evrensel insanlık değerlerini ayağa kaldıran, ekonomik ve sosyal bir devrim gerçekleştirme peşinde koşan, tarihsel süreç ve yerel gerçeklik çerçevesinde Allâh diye adlandırılan soyut bir Tanrı etrafında tüm insanlık değerlerini bayraklaştıran biridir. Bu yönüyle vicdân elçisi Muhammed, devrinin Tanrı-tanımazıdır. Yani Muhammed öyle bir tanrı betimlemesi yapar ki neredeyse yok demenin öbür tarafından dolaşmış gibidir. Örneğin bilgi, güç, yaratma ve etkileme yönlerinden sonsuz olup sesi duyulmayan, tadı bilinmeyen, kokusu alınmayan, dokunulmayan, hiçbir koşulda görülmeyen Tanrı yaklaşımı sessiz, kokusuz, tatsız, dilsiz, bedensiz, ne enerji ne madde olan, ne yerde ne gökte bulunan, yersiz ve yurtsuz, bekâr ve tek başına olan; şimdi nerede olduğu, ne yaptığı ve neleri planladığı asla bilinemeyen; ulaşılmaz, somutlaştırılmaz, resmi çizilmez ve heykeli yapılmaz bir Tanrı anlayışıyla belirginleşmiştir. Yani vicdân elçisi Muhammed Arabistan’ın tanrı piyasasındaki tüm tanrı algılarına karşı Tanrı “Hiçbir şeydir, ama her şeyin var edicisidir.” diyerek yeryüzünün tüm insan, resim, heykel, dîn adamı, hayvan, bitki, ruh ve nesnelerinden oluşan tanrılarını reddetmiştir. Böylece Muhammed Tanrı’yı evrenin görülemeyen ve bilinmeyenlerine katarak Arap yarımadasının insanını özgürleştirmiş, yarımada insanının mitler devrini kapatarak akıl çağını başlatmıştır. Ancak Arapların atacılığı, kabîleciliği ve mülkiyet ilişkileri; vicdân elçisi Muhammed’i Yahûdî peygamberlerine benzeterek yeniden kurgulamış; Kureyşli Arap Muhammed’e dönüştürerek onu öldürmüştür. Arap câhiliyesinin onurlu kurbanı olan Muhammed’in itiraz, isyan ve söylemleri, mezhep ve tarîkatlar ile saray ve saltanat ulemâsı tarafından ya balmumu heykel biçimine dönüştürülmüş ya da sözde kutsal bir lahite gömülüp mumya haline getirilmiştir. Böylece dînler ve mitolojiler çağından beslenen halkların da yeni Muhammed motifi ve dîn algısına inandırılması zor olmamıştır.
Günümüzün en büyük devrimi; vicdân elçisi Muhammed’i doğrudan doğruya Kur’an’dan beslenerek, antropolojik ve arkeolojik okumalar yaparak, tüm tarihsel kaynakları karşılaştırmalı irdeleyerek, Kur’ân devrine en yakın olan Arapça sözlükleri dikkate alarak diriltmektir. Böylece bir dîn adamı olmayan vicdân elçisi Muhammed mülkiyet, cinsiyet ve kavmiyet alanlarında yaptığı vicdân, sağduyu ve akıl devrilerimiyle tanınabilir; hatta adına İslâm denilen ama özünde bir mezhebin dîni olan sözde İslâm’dan kurtularak Kur’an’ın dîniyle tanışmak mümkün olabilir.
Yukarıdaki hadîste vicdân elçisi Muhammed’in şahsında temel insânî değerlerde buluşmuş topluluğun cennete gideceği vurgulanır. Vicdân elçisi Muhammed öldü, ancak devam eden devrimci süreç tüm engellere rağmen cenneti inşâ etmek için yoluna devam etmektedir. Muhammed ümmeti, klasik anlamda Müslümanlar denilen zümre değildir. Ümmet, bir dînsel grubu değil, belli değerlerde birleşmiş üst kimliği tanımlar. Bu nedenle Muhammed ümmeti, Orta Doğu’nun son büyük vicdân elçisi Muhammed’in barış, özgürlük, dayanışma, kardeşlik ve güven çağrıları altında toplanan Müslim, Hristiyan, Yahûdî, ateist, deist, Budist, komünist, sosyalist, anarşist olmak üzere herkestir. Bu topluluğa faşist,[5] mezhebist,[6] kapitalist,[7] oligark,[8] monark,[9] militarist,[10] totaliter,[11] androkrat,[12] timokrat,[13] falanjist,[14] stratokrat[15] ve etnokrat[16] kimseler katılamaz. Çünkü bunların zihniyeti barış (İslâm), güven (iman) ve kölelik karşıtlığı (fekku ragabe) değerleriyle çatışır.[17]
- 5. Organlarla Konuşan Allâh
“Rab, ‘Senin lehine şahitlik yapacak biri var mı?’ deyince kul ‘Hayır, yok.’ der. Bunun üzerine Rab ‘Senin aleyhine tanıklık edecek bir tanık gönderilecek.’ deyince kul ‘Aleyhime tanıklık yapacak da kim?’ diye içinden düşünür. Bu sırada kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna ‘Konuş!’ denir. Uyluğu, eti kemiği konuşup onun amelini anlatır.”[18] hadîsinde beden uzuvlarının konuşturulmasından bahsedilir. Burada organlar doğrudan dile gelmez. Ancak insan dışındaki varlıkların insan gibi konuşturulması teşhis,[19] intak[20] ve istiâre[21] sanatlarıdır. Bu sanatlar üzerinden insanın hiçbir eyleminin kontol dışında olmadığı, hiçbir davranışın görmezden gelinmediği, her şeyin görüldüğü ve takip edildiği anlatılır. Bu anlatıda “Bizi besleyip büyüten, eğitip donatan toplumdan kendimizi ne kadar saklasak da çevremiz, yakınlarımız ve toplum gizlediklerimizi bir gün muhakkak ortaya çıkarır.” denmek istenmiştir.
- 6. Peygamber’e Gece Gelen Allâh
“Rabbim bana en güzel surette geldi ve ‘Ey Muhammed!’ deyince ‘Buyur, Rabbim; emrindeyim.’ dedim. O da ‘Mele-yi âlâdakilerin[22] nelerde yarıştıklarını söyleyeyim mi?’ diye sorunca ‘Hayır.’ dedim. Bunun üzerine elini omuzlarımın arasına koydu. O sırada onun serinliğini göğsümde hissettim. Derken gökler ve yerde olanları öğrendim. Sonra tekrar ‘Ey Muhammed! Mele-yi âlâdakiler nelerde yarışıyor, biliyor musun?’ deyince ‘Evet. Dereceleri artıran amellerde, kefaretlerdedir. Kefaretler ise yaya olarak cemaate gitmek, şiddetli soğukta bile abdesti tam almak, namazdan sonra namaz beklemektir. Kim bunlara devam ederse hayır üzere yaşar ve hayır üzere ölür; günah konusunda da annesinden doğduğu gibi temiz olur.’ dedim. Sonra tekrar ‘Ey Muhammed!’ deyince ‘Buyurun, emrinizdeyim.’ dedim. Bu kez bana ‘Namaz kıldığında Allâh’ım senden hayırları yapmamı, şerleri terk etmemi, yoksulları sevmemi istiyorum. Kullarına bir fitne murad ettiğinde beni fitneye düşmeden yanına al, de’ dedi. Gece bana gelen rabbim son olarak ‘Dereceler ise selamı yaymak, yemek yedirmek, insanlar uyurken gece namaz kılmaktır.’ dedi.”[23] hadîsinde salât, namaz olarak çevrildiği gibi teheccüd de gece namazı olarak tercüme edilmiştir.
Salât, dayanışma, omuzdaşlık demektir.[24] Teheccüd kelimenin kökü olan hecd, iki zıt anlamı da birlikte ifade eder. Yani, hem uyumak hem de uyanmak demektir. Hâcid, uyuyan; tehcid, uykuyu gidermek, uyandırmak; teheccüd, uykudan uyanıp dayanışma eylemlerini ayağa kaldıracak plânlar yapmak; müteheccid, geceleyin uykusundan uyanıp yardımlaşma ve dayanışma plânları yapan kimsedir. Gece uykudan kalkarak toplumsal yarar için eylem ve proje geliştirme/düşünsel faaliyet içinde olmadır.
Mele, doldurmak kök anlamından hareketle zenginlik, makam, imkân, varlık yönleriyle göz dolduran, zenginliğiyle hayran bırakan yönetici(ler); bir düşünce etrafında birleşerek güzel bir görüntü oluşturmaları veya yüksek imkânlara sahip olmalarıyla göz dolduran topluluk demektir. Araplar, “Falan kişi izleyenler karşısında göz doldurur.” derken fulânun milu’l-‘uyûni derler. Bu nedenle meleu’l-a’lâ tamlaması en gözde mevkî olan en üst yönetim makamını kasteder.
Bu hadîste de vicdân elçisi Muhammed, sembolik bir anlatımı seçmiştir. Ortada Muhammed ile Tanrı arasında bu şekilde oluşan bir diyalog yoktur. Bunu kimse ispatlayamaz, ancak reddedebilir. Çünkü Araplarda temsîlî anlatım denilen mesel üslûbu ile mecaz, söz ve anlam sanatları vardır. Araplar mesajlarını bu dil üstünden anlatır ve aktarır. Bu dil aynı zamanda kıssaların da söylem biçimidir. Muhammed, kendi topluluğunu etkilemek, aralarında dayanışmayı artırıp henüz oluşmakta olan barış ve güven yoldaşlığını duygusal ve düşünsel yönden kuvvetlendirmek için Arap muhataplarına Arapların algı düzeyinde bir mesel dili üzerinden sağlamıştır. Ayrıca hadîslere kültür kodları içinde bakmayıp hadîsleri söylendiği gibi algılamaya çalışmak hadîslerin kültür parçaları olduğunu, hayal-gerçek karışımı anlatıları barındırdığını, mitolojik kültüre alışmış halkın aynı dil üstünden yönlendirildiğini görmezden gelmektir. O nedenle hiçbir hadîs ve rivâyet dînin aslı ve kaynağı olamaz. En sağlam rivâyet ve ezber zincirinden aktarıldığı söylenen veya iddiâ edilen Kur’ân hakkında bile tefsirleri karıştırdığımızda yüzlerce kelime ve anlam sorunu bulmaktayız.[25]
- 7. Nâmık Kemâl’in Allâh’ı
Sıdk[26] ile terk edelim, her emeli[27] her hevesi.[28]
Kıralım, hâil[29] ise azmimize ten kafesi.
İnledikçe eleminde vatanın her nefesi,
“Gelin imdâda!”[30] diyor, bak budur Allah sesi![31]
Yukarıdaki şiirde “Yardımımıza yetişin.” diyen açlar, yoksullar, ezilenler, sürülenler ve işkence çekenlerin sesine Nâmık Kemâl Allâh’ın sesi demiştir. Şiirin bağlamına göre Nâmık Kemâl Allâh sözcüğüyle mağlup, mazlum, mahkûm ve mağdurları kastetmiştir. Yani bu şiirde Allâh ezilenler sınıfını oluşturan bireyler ve halklardır.
Bu makâleyi ön yargısız okuyanlar Kur’an ve hadîslerde geçen Allâh sözcüğünün “yaratcı Tanrı” anlamıyla sınırlı olmadığını, Allâh sözcüğüne yaratıcı Tanrı anlamı yüklemenin sadece bir ezberden ibaret olduğunu kavramış olur. Fakat bu makaleyi reddediyorum diyen de reddetmiş olur, bu bir sorun değildir, sadece kafa konforunun bozulmasından korkan biriyle yahut mezhepçi hezeyanlarından[32] kurtulamayan veya tarîkâtının pençesinde zihni iğfal edilmiş[33] kimseleyle karşılaşmış oluruz. “Ben tüm bunların dışında ve farklı bir anti-tezle reddediyorum.” diyenlere ise saygım var ve onlardan yararlanmak için sabırsızlanıyorum. Tek şartım var: Bilimin onurunu korumak ve herhangi bir mezhep, tarîkât, ideoloji ve resmî kurumun borazanlığını[34] yapmamak.
_____________________________________________________________________________________
[1] Age, 14. cilt, 5072 no.lu hadîs.
[2] Kurgu: Gerçekte olmayan ancak zihinde gerçekleştirilen/hayalen üretilen, kurmaca, fiktif.
[3] Kapalı istiâre: Benzeyen ve benzetme yönü ile yapılan mecaz sanatıdır. Örneğin “Ağaçlar soyundu.” cümlesinde ağaçların soyunmayacağı, çünkü elbise giyen insanın soyunacağı bilinir. Bu durumda ağaçlar, döktükleri yapraklarla insana benzetilir.
[4] Hinter-land: Bir limanın arkasında bulunan iç bölge, arka bahçe, bir limanı besleyen ve limanla etkileşim içinde olan alanın tümü.
[5] Faşist: Faşizmi kabul eden. Siyâsî, ekonomik, hukuksal ve toplumsal alanlarda baskı, dayatma ve zorbalıklar ile özgürlükleri kısıtlayan; dîn, dil, mezhep ve dünya görüşü serbestliğini yok eden; seyahat ve tercih sınırlaması getiren, konuşma ve eleştirme hakkını alan veya kısıtlayan, devlet sembollerini kutsamayanlara savaş açan, lider putçuluğu yapan, sorgusuz itaat etmeyi dayatan, devletin bireysel ve toplumsal hayatın her alanını belirlemesini tartışmasız kabul eden. Tanrı-devlet modelinin çağdaş savunucusudur. Kur’ân’ın Firavun dediği tiptir.
[6] Mezhebist: Mezhepçi. Başka mezheplere veya mezhepsizlere yaşam hakkı tanımayan.
[7] Kapitalist: Sermâye ve paranın sadece zenginler arasında olmasını savunan ve zengin azınlık ile yoksul çoğunluğun oluşmasını ekonomik düzenin doğası kabul eden.
[8] Oligark: Toplumda ayrıcalıklı yaşayan zengin sınıfın üyesi.
[9] Monark: İktidarın kral, padişah veya onun gibi tek adam yönetiminde olması gerektiğini savunan ve kendini asil soydan sayan.
[10] Militarist: Her meseleyi silahlı yöntemle çözeceğini düşünen ve bu nedenle asker, polis, bekçi, zabıta, mafya, işkence, işgâl ve saldırıyı yücelten.
[11] Totaliter: Bireyin tüm yaşamını ve toplumu her yönüyle baskı ve dayatma ile kontrol altında tutan.
[12] Andro-krat: Sadece erkeklere söz hakkı tanıyan.
[13] Timo-krat: Ünlü, paralı ve makam sahibi kimselerin yönetimi elinde tutması gerektiğini; yoksul, meşhur olmayan ve makamı bulunmayanların sadece yönetilmeyi istemesi gerektiğini savunan.
[14] Falanjist: Diktatör bir krallık kurulmasını isteyen.
[15] Stra-tokrat: Yönetimin ordu veya bir cunta elinde olması gerektiğini savunan.
[16] Etno-krat: Yönetimin bir kabîle, kavim veya milletin elinde olması gerektiğini savunan.
[17] Namık Kaya, Paradigmanın İnşâsı, Kızıl Elma ve Fetih Bölümü, Lora Yayıncılık, İstanbul, 2021.
[18] Age, 14. cilt, 5071 no.lu hadîs.
[19] Teşhis: Kişileştirme. İnsan olmayan varlıklara insan özelliği verme. (Aslanı ormanlar kralı yapmak gibi.)
[20] İntak: Konuşturma. İnsan olmayan varlıkları insan gibi konuşturma. (Çizgi filmlerde hayvanları konuşturma gibi.)
[21] İstiâre: Benzeyen veya benzetilenden birini alıp benzetme yönüyle bir mecaz anlatım oluşturmadır. Okuldan anne diyerek annesine koşan çocuğa annesinin “Kuzum meleyerek geliyor.” demesi gibi. Burada çocuk kuzuya benzetilirken çocuğun anne sözü de meleme ile eşleştirilir.
[22] Mele-yi âlâ: Yüksek Yönetim Merkezi, en üst yetkilerle donanmış yönetim makamı, politbüro, prezidyum, MYK, MKYK (Merkez Karar ve Yönetim Kurulu).
[23] Age, 12. cilt, 4668 no.lu hadîs.
[24] Namık Kaya, Direnişçi Dayanışma, Kur’an’da Salât, Lora Yayıncılık, İstanbul, 2021.
[25] Abdulhamit Birışık, Mecâzü’l-Kur’ân, TDV İslâm Ansiklopedis, 28. cilt, Ankara, 2003; Celal Kırca, Bilimname XXVI, 2014/1,7-24, Kur’ân’ı Anlama Sorunları ve Yöntemleri, Erciyes Ünv. İlahiyat Fak. Emekli Öğr. Üyesi, dergipark.org.tr; Ali Karataş, Kur’ân’da Çokanlamlı Kelimelerde Anlamın Tayini Meselesi -Savaş Ayetleri Bağlamında Fitne Kavramı Örneği-, Pamukkale Ünv. İlahiyat Fak. Tefsir ABD Öğr. Üyesi, marife.org; Süleyman Narol, Kur’an’daki “Se‘â” Kelimesinin Anlam Analizi ve Türkçeye Çeviri Sorunu, 2017, turkishstudies.net.
[26] Sıdk: Doğruluk, sadâkât, bağlılk.
[27] Emel: Gelecekte gerçekleşmesi istenen istek.
[28] Heves: Gelip geçici istek.
[29] Hâil: Korkunç, korku, dehşet.
[30] İmdâd/imdat: Tehlikede veya çâresiz durumda olan birine yapılan yardım, yardım kuvveti; yetişin, kurtarın anlamlarında yardım isteme sözü.
[31] Namık Kemal, Murabba başlıklı şiir.
[32] Hezeyan: Sanrı, net ve yoruma kapalı olan kanıtlar olmasına rağmen değiştirilemeyen yanlış ve sabit bir inanç, aksini gösteren kanıtlara rağmen bir şey hakkında körü körüne inanç.
[33] İğfal (etmek): Baştan çıkarmak, aldatmak, kandırmak, ayartmak, karşı cinsi kandırarak/yalan söz ve davranışlarla razı ederek onun cinselliğinden yararlanmak.
[34] Borazan: Boru biçimindeki üflemeli çalgıyı çalan. Mcazen başkası adına konuşan, başkasının fikrini kendi fikriymiş gibi yutturmaya çalışan..