- Hatırlatma
Bu yazı dizisi, uzun zamandır düşündüğüm, epey araştırdığım Tanrı, God, Hudâ, Zeus ve Allâh kelimelerinin toplumlarda neye karşılık geldikleri üzerinde yaptığım araştırmaların ilk sonuçlarıdır. Diğerlerini sonra yayımlamak kaydıyla Türkiye, Mezopotamya ve Orta Doğu toplumlarında dînsel terminolojinin başını çeken Allâh sözcüğünü Kur’ân ve hadîslerde geçtiği biçimler üzerinden analizler ederek bir sonuca varmaya çalışacağım. O sebeple muhâfazakâr okurlar, hoşlanmadıkları açıklamalar karşısında okumayı bırakmak yerine tüm yazı dizisini dikkatle okusun, analizler yapsın ve karşı tezleri ile itiraz şerhlerini sunsunlar. Bu yazı dizisi, pek çok ezberi ve kafa konforunu oldukça rahatsız edecektir. Bilhassa âyet çevirilerine itiraz edecek olan teist, deist, ateist, panteist ve panenteistler ile peygamberli veya peygambersiz dînlere inananlar aşağıda vereceğim lügatlar yanında yerli ve yabancı kaynakları tıpkı benim gibi irdelesinler ve rahatlarını bir süreliğine bozsunlar; kahvehâne analizleri yerine bilimsel temellere dayalı sunumlarla anti-tezlerini ortaya koysunlar.[1] Unutulmasın ki her eleştiri hem bu yazının yazarını hem de bu dizinin okurunu geliştirir.
Bu yazı dizisini okuyana ilk önerim: Ön yargılarını, bugüne kadar sana öğretilenleri, şu âna kadar savunduğun ve peşinden koştuğun öğretileri bu diziyi bitirene kadar saklı tut. Sonra benimle fikir zemininde hesaplaşmaya çık.
- Kur’ân’da Allâh
- 1. Allâh’ın Arzı ve Devesi
“Ey kavmim! Allâh’ın şu dişi devesi size bir işâret, belge ve delildir. Bu nedenle Allâh’ın arazisinde otlamasına karışmayın, ona bir kötülüğünüz dokunmasın. Yoksa umutları alıp götüren ve insanı kahreden bir iç yanmasına uğrar; doyumsuzluğa, uyku özlemine, ağız tadını kaybetmeye, acı hissetmeye, bunalıma girmeye, dayak yemiş gibi olmaya başlarsınız; tüm keyfiniz kaçar, hayattan tat alamazsınız.”[2] âyetinde Allâh’ın devesi ve Allâh’ın arazisi tamlamaları geçmektedir. Örneğin Ceyhun’un arazisi derken Ceyhun’a ait olan özel bir alandan bahsetmiş oluruz. Arsanın Ceyhun’a ait olduğunu gösteren bir tapu olur. Allâh’ın arazisi denince arsanın Allâh’a ait olduğunu gösteren bir tapu görmeyiz. Üstelik Allâh’ın bir arsayla ne işi olur? O nedenle bir yerin Allâh’a ait olması, oranın kimseye âit olmaması demektir. Hiç kimsenin özel mülkiyetinde olmayan yer kamu malı, hazîne arazisi, devlet mülkü, toplum yararına kullanılan yer demektir. Bu bağlamda Allâh’ın arazisi tamlamasındaki Allâh sözcüğü toplum, halk, kamu anlamlarına gelir.
Allâh’ın dişi devesi de benzer bir tamlamadır. Çünkü deve Allâh’a ait ise kimsenin özel devesi değildir, devletin malı bir devedir ve sadece kamu hizmetleri için kullanım izni olan bir devedir. Ayrıca deve Araplarda taşıma gücü, eti, sütü, yolculuk aracı ve dayanıklılığı nedeniyle çok değerli bir hayvandır. Kişinin ne kadar çok devesi varsa o kadar zengindir. Hele kızıl devesi olan çok daha zengindir. Bu nedenle Araplarda deve mülkiyet ve zenginlik sembolüdür. Bu bağlamda Allâh’ın devesi tamlaması kamu hazînesi, devlet hazînesi, toplumun zenginliği, halkın malları anlamına gelir.
“Allâh’ın devesinin Allâh’ın arazisinde serbestçe dolaşması” benzetmesi topluma ait zenginlik, servet ve mülkiyetin yine topluma ait alanlarda kimsenin çalıp çırpmasına izin vermeden kullanılmasıdır. Eğer toplum mülkiyeti, kamu malı, halkın zenginliği torpil, yandaşlık, particilik, mezhepçilik, dernekçilik, akrabacılık, bölgecilik ve kavmiyetçilik gibi nedenlerle birilerine peşkeş çekilirse[3] hem bu işe neden olanların hem de malı talan edilen halkın yaşam zevki kaçar, barış düzeni bozulur. Kamu malını kaçıranlar bir gün hesap sorulmasından, malı çalınan halk ise mülkiyetine ulaşamamaktan dolayı acı çeker veya bunalıma girer. Bu durum bilinçli bir toplumda devrimci direnişin tohumlarını eker. Ancak muhâfazakâr toplumlarda dîn ve milliyetçilik üzerinden uyutulan ve susuturulan toplum ise cennet vaadi, kânun korkusu ve gelecek endişesi üzerinden tehdit edilerek susturulur. Bu sebeple muhâfazakâr toplumlarda laf çok, icraat yoktur.
- 2. Allâh’ın Yolu
Sebîli’l-lâh, Kur’an’da birden çok anlamda kullanılır. Bunlardan biri cihattır. Ancak cihât ile kıtal birbirine bilinçli biçimde karıştırılmaktadır. Kıtal, doğrudan öldürme veya savaşarak öldürmedir.
Arapçada üzüntü ve sıkıntı veren şeye cehd, tüm kuvvet ve dayanma gücünü sonuna kadar kullanıp zorluk ve zahmete katlanmaya, mal ve can ile ortaya konan her türlü çabaya; savaş dışında kalan her türlü değer ve eylem ortaya koymaya cihâd denir. Kur’an bu mücâdele yöntemine Allâh yolu (sebîli’l-lâh) demektedir.[4] O nedenle sendikal protestolar, politik eylemler, ekonomik karşı çıkışlar, eğitimsel mücâdele yöntemleri birer cihâttır. Cihâdın sonunda ortaya çıkmış değer ve üretime ibâdet, değer üretimek için yeteneklerin son noktasına kadar kullanıldığı yere mâbet denir. Mâbet, gelenekçilerin saçmaladıkları gibi tapınakları tanımlayan bir ad değildir. Sanâyî sitesi, fabrika, okul, seminer, kurs gibi eğitim yapılan ve insanların üretim yapmasına olanak sağlayan yerler birer mâbettir. Peygamber’in Medîne mescidi de bir tapınak değil, bir mâbetti.
Kur’an’da değerler için mücâdele verirken öldürülme eylemine Allâh yolu denir. Barış (İslâm), güven (iman), elindeki fazlalıkları ihtiyaç sahipleriyle paylaşma (zekât, infâk, ‘afv), özgürlük (tahrîr), kölelik karşıtlığı (fekk-u ragabe), yakınlaşma (kurb), dayanışmayı ayağa kaldırma (egîmu’s-salât), barış yurdu kurma (dâru’s-selâm), açlıkla mücâdele etme (savm), eşitlikçi bir dünya için çabalama (hac, tavaf), temel insan haklarını koruyan hukûk düzeni kurma (millet) ve insanları birleştiren üst kimlik temelinde kapsayıcı üst değer yaratma (ümmet) amacıyla koştururken öldürülmek Allâh yolunda olmaktır. Tüm bu erdemli eylemler yeryüzündeki bütün insanlar için yarar sağlayıcı eylemler olduğundan Allâh yolu halkların akılcı çözümleri, toplumların sağduyulu yolu, insanlığın vicdânlı tutumu anlamlarına gelir. Bu uğurda ölenler de dînin diliyle söylersek Allâh yolunda öldürülmüş kimseler olurlar ve onlar asla ölmezler; çünkü gönüllerde, anılarda ve kitaplarda sürekli yaşarlar; toplumlara ışık olmaya devam ederler. Böylece ölmezler, hep yaşarlar.[5]
Temsil ettiğimiz değerleri boğmaya gelenleri çiçeklerle karşılamayacağız, onlara elbette anladıkları dilde yanıt vereceğiz. Savaşa savaşla, barışa barışla, hîleye uyanıklıla yanıt vermek zorundayız. Değerlerimiz için yürüttüğümüz savunma savaşımız Allâh yoludur.[6] Kur’an, bizi öldürmeye gelenlere karşı kendimizi savunmayı Allâh yolu olarak belirtir. Bizler kendimizi düşmana karşı savunurken düşmanımız gibi taşkınlık yapmayız, onların ölülerinin organlarını kesmeyiz, onların cenâzelerini yerlerde sürümeyiz, düşman kabirlerini yıkmayız, teslim olanlarına işkence etmeyiz, onurlarını kırmayız, karşımızdakinin insan olduğunu unutmayız, ele geçirdiklerimizin bilgisizlik ve hırs kurbanları olduklarını hatırdan çıkarmayız; merhamet ve adâletin yoldaşları olduğumuzu unutmayız.[7] Kur’ân ve Peygamber pratiği ölmüş bir bedene veya teslim olmuş birine işkence etmeyi onaylamaz. Zulme zulümle, ihânete ihânetle, hukûksuzluğa hukûksuzlukla cevap verilemez. Kur’ân ve vicdân elçisi Muhammed’i hasımlarından ayıran en büyük erdem, düşmanlarına karşı da âdil olması ve merhameti bırakmamasıydı. Bosna-Hersek’in bilge kralı Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi “Düşmanlarımıza tek borcumuz vardır. O da sadece âdil olmak”tır.
İnfâk etmek Kur’ân’da Allâh yolu olarak gösterilir.[8] İnfâk, malı kendi mülkiyetinden çıkarmaktır. İnfâk elindeki malla birilerinin açığını kapatmak, insanların eksiğini tamamlamak, delik tıkamak; kendisinde olup da ihtiyaç sahibinde olmayan şeyi hiçbir karşılık beklemeden ihtiyaç sahibiyle paylaşmaktır. Zekât, sadaka, fıtr ve hayır infâk türleridir. Ancak bu kavramlara mezheplerin saray ve saltanat güdümlü fetvâları dışında bakmalıyız. Sarayların beşik ulemâsı[9] tarafından ilgili kavramlar zenginleri, saraylıları ve devletlûları[10] rahatsız etmeyecek biçimde düzenlenmiş; zekât, yılda bir kez verilen sıradan bir vergiye dönüştürülmüş; sadaka, dilencinin mendiline atılan birkaç kuruş olmuş; fıtır, bayramdan bayrama ufacık bir ödeme yapılmış; hayır, efendilerin toplumu yönetme merkezleri haline gelmiş olan resmî, yarı resmî ve gayr-ı resmî dinsel yapılanmaları ayakta tutma çabaları olmuştur. Tüm bunları kalıcı yapmak için de mezhepçilik merkezli resmî dîndârlık ve aparatları[11] üretilmiştir.
İnfâkla aynı kökten gelen nafaka “harcayarak bitirilen şey” demektir. Nafakalandırma; harcama yaparak delik tıkama, açık kapatma, eksiği giderme, ihtiyaç sahibine gerekli olan bir şeyi ona karşılıksız vermedir. Pazarı çok hareketli ve satışı bol olan topluma nefega’l-gavm(u) denir. “Dirhemleri bitirdim.” derken nefigati’d-derâhim(u) denir. Kur’ân’ın istediği infâk, ekonomik bir düzendir, herkesin bir koyup yüz kazandığı stemdir;[12] geleneksel bir sadaka kültürü değildir.
Kur’ân, barış ortamı hazırlayan hac mevsimini, barış ayı fikrini ve barış ayında silahlara vedâ etmeyi Allâh yolu olarak gösterir;[13] hicret’i de Allâh yolu içine katar.[14] Zulüm beldesini, adâletsiz vatanı, eşitlik ve özgürlük düşmanı yurdu, paylaşımdan uzak diyârı, dayanışmayı yerde sürüyen karyeyi, hukûku yok sayan memleketi, sınıfsal ve hiyerarşik bir yaşam standarını içselleştirmiş bir devlet düzenini âdil, eşit, özgür, paylaşımcı, dayanışmacı ve barışçı bir yaşam kurma amacıyla terk etmeye hicret denir. Bu nedenle İbrâhîm, Mûsâ, İsâ ve Muhammed başta olmak üzere pek çok peygamber vatanını terk etmek zorunda kalmış, yeni yurtlar edinmişlerdir.
Kur’ân; eğilip bükülmemeyi, düşüncesinde yamulmamayı, fikrinde dik durmayı, sözünün arkasında olmayı Allâh yolunda olmak diye niteler.[15] Kur’ân, Allâh yolundan döndürülmek istenilen kişilerde ivece’nin görülmesini arzulayanların bulunduğunu söyler. İvece, dik duran bir şeyin bükülmesi, eğilmek, düşüncede yamukluk, fikirlerde eğilip bükülme, dik duramama gibi hallerdir. Bir kimsenin düşüncesinin arkasında dimdik durması; makam, güç ve saltanat sahipleri karşısında yamulmaması; ortama göre konuşmaması, adamına göre davranmaması, beklentilere göre söz söylememesi o kişinin Allâh yolunda olup olmamasının testidir.
Allâh yolu, tâğut yolunda savaşan şeytan evliyâsına karşı verilen cevaptır.[16] Tâğut, Cahiliye Dönemi’nde Kâbe etrafında putların bulunduğu alana denirdi; puthâne demektir. Kur’ân’da tâğût[17] putlaştırıcı her türlü bakış açısını kasteder. Tâğûta tapmak eski zamanlarda putlarla temsil edilen fikir ve ideolojilere göre davranışlar sergilemek veya üretimler yapmaktı. Toplumda öfke, nefret, kin, düşmanlık, sınıflaşma, ayrıcalıklı yaşam, torpil ve bölücülükten birini yayanlar bu putlardan birinin peşinden koşan şeytan evliyâsıdır. Çünkü bunlar Kur’ân’ın inşâ etmek istediği tüm barış değerlerine düşmandır. Şeytan evliyâsı ile Allâh yolunun evliyâsının[18] mücâdelesi bitmez. Allâh evliyâsı, Allâh sözcüğü ile temsil edilen vicdân, sağduyu ve bunların temelinde inşâ edilen akıl ile sevgi, dayanışma, acıma, paylaşma, eşitlik, adâlet ve özgürlük yoldaşlığı yapanlardır. Bu yoldaşların herhangi bir dîn tarafından savunulan Tanrı fikrini kabul etmesi veya reddetmesi vicdân ve sağduyu temelli akıl yönünden bir değer ifade etmez.
Allâh evliyâsı deyince Nakşî, Kâdirî, Mevlevî, Rufâî, Şâzelî, Halvetî tarîkât şeyhleri ve müritleri gibiler anlaşılmasın. Evliyâ; “velîler, yakın duranlar, yardım edenler, yol gösterenler, koruyup kollayanlar, aydınlatanlar, dostu için iyilik yapmayı sevenler, kişinin ihtiyacını hak ettiği biçimde verenler” demektir. Birinin velîsi veya evliyâsı olmak mekân, hısımlık, dîn ve dostluk yönlerinden birinde veya birkaçında yakınlık kurmak; başkasının sorumluluk ve işini üstlenmektir. Evliyâ ile aynı kökten gelen velâyet, yardım etmek; vâli, yardım eden; vilâyet bir işi üstlenme demektir. Kur’an’ın evliyâsı tatminsizlik yaşamayan, huzursuzluk hissetmeyen, kötü bir şeyin olmasından korkmayan, geleceğe dair güvensizlik ve tedirginlik içinde olmayan;[19] yaşadığı olumsuzluklar karşısında yumuşaklığı ve sağduyusunu kaybetmeyen,[20] vicdân ve sağduyu değerlerine hem güvenen hem de bu güvenin yolunda yoldaşlık eden, topluma karşı görev ve sorumluluğunun bilincinde olan kişidir. Klasik dilde söylersek iman ve takvâ sahibi olup[21] havf ve hüzünden uzak duran kimsedir. Geleneğin saptırdığı gibi geceleri namaz kılıp gündüzleri oruç tutan, az konuşup az yiyen, sürekli Kur’an’ın Arapçasını okuyup zikir çeken; cüppe, takke, sakal, sarık ve tespih beşlisi olan; “Allâh râzı olsun, mübârek, mâşallâh, inşallâh” gibi sözlerle konuşan tip değildir.
“Kişinin sözünde sâdık olduğunu ispat etmek için bağışladığı mal, kamu yönetiminin hem yoksullara harcamak hem de toplu yaşamın ihtiyaçlarında kullanmak üzere varlıklılardan aldığı her türlü vergi kalemi, zenginin yoksula yakınlaşması ve sınıf farkının azalması için zengin tarafından verilen mal ve para ‘birikmiş serveti ve eline geçen kazancı olmadığından zorunlu ihtiyacını karşılayamayanlara, işsiz olduğu için zorunlu ihtiyaçlarını temin edemeyenlere; bir işte ücretli çalışmasına rağmen acınacak durumda olanlara, zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamayan ve hiçbir mal varlığı bulunmayanlara; kazarak, yontarak iş üreten emekçilere; düşmanlığını azaltılarak kalbi yumuşatılacaklara; özgürlüğü zorla elinden alınmış olan elleri kelepçeli, ayağı prangalı, gözetim altında tutulan ve özgürlüğü çalınmış olanlara; temel ve zorunlu ihtiyacını karşılayabilmek için borçlananlara, gırtlağına kadar borca batanlara; adâlet ve özgürlük aramak için zulüm ülkesinden göç edenlere, ihtiyaç sahiplerinin açıklarını kapatanlara; barış, kardeşlik, güven, paylaşım, dayanışma ve özgürlük mücâdelesi verenlere; düşmanlıkları kaldıranlara; kendisini öldürmeye gelenlere karşı savunma yapanlara, evrensel insanlık değerleri için mücâdele verirken öldürülenlere, savunduğu düşüncenin arkasında dimdik duranlara; makam, güç ve saltanat sahipleri karşısında yamulmayanlara; ortama göre konuşmayanlara, adamına göre davranmayanlara, beklentilere göre söz söylemeyenlere; öfke, nefret, kin, düşmanlık, sınıflaşma, ayrıcalıklı yaşam, torpil ve bölücülük üreten düzenle savaşanlara;[22] yolu kesilenlere, yolda kalanlara, yoluna taş konanlara’ verilir.
Bu açıklamalar vicdân, akıl ve sağduyunun vazgeçilmez hükümleri ve zorunlu kararlarıdır. Bu kesin kararlar hakkında hiçbir kuşkunuz olmasın. Çünkü vicdân ve sağduyu ile kuşatılmış bir akıl, kapsamlı bir geçerlilik içinde düşünür; baskı, dayatma, karartma ve karmaşaya engel olan yasa, ilke, haber ve bilgiye sahip olur; olayların arka plânı ve ötesini kavrama yeteneğine ulaşır, anlayışı derin ve algısı yüksek olur; hırs, yanlış ve sorumsuzluğu engelleme yeteneğine ulaşır.”[23] âyetinde sadaka, fakîr, miskîn, âmil, müellefe-yi kulûb, rigâb, gârim, sebîli’l-lâh ve ibn-i sebîl kelimeleri geçmektedir. Bunların herbirinin anlamını açarak tercüme yaptım. Bu âyette geçen sebîli’l-lâh “hicret, infâk, cihat; barış yolu açan hac mevsimi, silahları susturma, düşmanlıkları kaldırma; bizi öldürmeye gelenlere karşı savunma yapma, değerler için mücâdele verirken öldürülme; savunduğu düşüncenin arkasında dimdik durma; makam, güç ve saltanat sahipleri karşısında yamulmama; ortama göre konuşmama, adamına göre davranmama, beklentilere göre söz söylememe; öfke, nefret, kin, düşmanlık, sınıflaşma, ayrıcalıklı yaşam, torpil ve bölücülük üreten düzenle savaşma” anlamlarına gelir. Şimdi “Tüm bunların arasında Allâh nerde?” dersek Allâh’ı hiçbir yerde göremeyiz. Çünkü göç, cihât ve infâk eden; savaşı kesen, barış yapan, savunmaya geçen, düşüncesinin arkasında duran, sınıflaşma ve torpile karşı mücâdele eden hep insandır ve tüm insanlığı kapsayan evrensel insanlık yoludur.
Bu durumda Allâh yolu tamlamasıyla insanlığın evrensel etiği, insanlığın ortak değerleri kastedilir. Allâh ile de yukarıdaki sonuçları doğuran vicdân, sağduyu, evrensel akıl ve bunlarla donanmış insanlar kastedilir.
Devam edecek…
_________________________________________________________
[1] Asr-ı Saadette İslâm, 1-4. cilt, 2. baskı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2007; Abdülcelil Bilgin, Kur’ân’daki Deyimler ve Zemahşerî’nin Keşşâf’ı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2008; Süleyman Hayri Bolay, Felsefe Sözlüğü, Akçağ Yayınları, 9. baskı, Ankara, 2004; İbrahim Canan, Hadis Külliyatı Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 1-15. cilt, Akçağ Yayınları, Ankara, 1988-1992; Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, 2. baskı, Ekin Yayınları, Ankara, 1996; Ferit Develliğolu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, 14. baskı, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara, 1997; Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, 8. baskı, Rehber Yayınları, Ankara, 1990; Ebû Hayyan el-Endülüsî, Kur’ân Lügati, çev. Enes Selam, İşaret Yayınları, İstanbul, 2019; Ebû Hilâl el-Askerî, El Furûg fi’l-Luğa, İşaret Yayınları, çev. Veysel Akdoğan, 3. baskı, İstanbul, 2017; Ebu Mansur el-Matürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, İsam Yayınları, Ankara, 2009; Te’vilâtü’l-Kur’an, 1-17. cilt, çev. Bekir Topaloğlu, Yunus Vehbi Yavuz, S. Kemal Sandıkçı, Fadıl Ayğan, İbrahim Tüfekçi, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2017-2019; Ebû Ubeyd Kâsım Bin Sellâm, Kitâbu’l-Emvâl, çev. Cemaleddin Saylık, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2016; Recep İhsan Eliaçık, İnşâu Tefsiru’l-Kur’ân Tefsir Dersleri, 1. cilt, İnşa Yayınları, İstanbul, 2019; Nuzül Sırasına Göre Yaşayan Kur’an, 5. baskı, İnşa Yayınları, İstanbul, 2014; Mircea Eliade, Dinler Tarihi, çev. Mustafa Ünal, Serhat Kitabevi, Konya, 2005; Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, 1-3. cilt, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2003-2009; Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Yayıncılık, 5. baskı, İstanbul, 2011; Kur’an Kavramları, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2015; Esmâ-i Hüsnâ, 1-3. cilt, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2011-2013; İsmail Hakkı Bursevî, Kelimeler Arasındaki Farklar, çev. Ömer Aydın, 2. baskı, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016; Kitabı Mukaddes, Tevrat-Zebur-İncil, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1997; Kubbealtı Lugatı, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, 1-3. cilt, 2. baskı, İstanbul, 2006; Georges Labica-Gérard Bensussan, Marksizm Sözlüğü, çev. Volkan Yalçıntoklu, Yordam Kitap, İstanbul, 2016; M. Yusuf Kahdehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1-4. cilt, çev. Sıtkı Gülle, Divan Yayınları, İstanbul, 1991; Marksizm Kılavuzu, çev. A. Kadir Gülen, Dipnot Yayınları, İstanbul, 2020; Muhammed Esed, Kur’an Kavramları, çev. Ömer Aydın-Ertuğrul Özalp, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016; Kur’ân Mesajı, çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, 7. baskı, İstanbul, 2009; Muhammed Hamidullah, Aziz Kur’ân, Beyan Yayınları, İstanbul, 2000; İslâm Peygamberi, Yeni Şafak Gazetesi Kültür Armağanı, 1-2. cilt, Ankara, 2003; Mukatil Bin Süleyman, Kur’ân Terimleri Sözlüğü, çev. M. Beşir Eryarsoy, İşaret Yayınları, İstanbul, 2004; Müstecâbî-zâde İsmet, Lafızlar Arasındaki Farklar, haz. Ömer Zülfe, İşaret Yayınları, İstanbul, 2011; Mehmet Okuyan, Çok Anlamlılık Bağlamında Kur’ân Sözlüğü, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2019; Kur’an Meal Tefsir, Haliç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2021; Ömer ÖZSOY-İlhami GÜLER, Konularına Göre Kur’ân, Fecr Yayınları, Ankara, 2009; Mustafa Öztürk, İlâhî Hitâbın Tefsiri, 1-2. cilt, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2018-2020; Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, 21. baskı, İstanbul, 2001; Kur’ân-ı Kerim Meali, Yeni Boyut Yayınları, 122. baskı, İstanbul, 2001; Martin Parker-Valérie Fournier-Patrick Reedy, Alternatifler Sözlüğü, çev: Emine Ayhan, Bülent Doğan, NTV Yayınları, İstanbul, 2010; John Penrice, Kur’ân Sözlüğü, çev. Ömer Aydın, İşaret Yayınları, İstanbul, 2010; Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, çeviren ve notlandıran. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; Riyâzü’s-Sâlihin Tercümesi, İmam Nevevi, 1-3. ciltler, Merve Yayınları, çev. İhsan Özkes, İstanbul, 1998; Mustafa Sağ, Evrensel Çağrı İniş Sırasına Göre Kur’an’ın Anlamı, Koçak Yayınevi, 7. baskı, İstanbul, 2017; Mevlût Sarı, Mevârîd, İpek Yayınları, İstanbul, 1982; Seyid Şerif Cürcânî, Ta’rîfât, Litera Yayıncılık, çev. Abdülaziz Mecdi Torun, 2. baskı, İstanbul, 2020; Mehmet Yaşar Soyalan, Vahyin Dili ve Terimleri, İşaret Yayınları, İstanbul, 2017; Necmettin Şahinler, Kur’ân’da Sembolik Anlatımlar, İnsan Yayınları, İstanbul, 2013; Ahmet Tekin, Lügatli Tefsirî Meal, Kelam Yayınları, 8. baskı, İstanbul, 2010; Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, 10. baskı, Ankara, 2005; Türkiye Diyanet Vakfı, Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, 2. baskı, Ankara, 1993; Mehmet Vural, İslâm Felsefesi Sözlüğü, Elis Yayınları, Ankara, 2003; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, sadeleştirenler: Nusrettin Bolelli, İsmail Karaçam, Abdullah Yücel, Emin Işık, 10 cilt, Azim Yayınları, İstanbul, 2007; Kur’ân-ı Kerim ve Meali, Sabah Gazetesi’nin Hediyesi, İstanbul, 2013; Hakkı Yılmaz, Kur’an’daki Önemli Sözcük ve Kavramlar, Nergiz Yayınları, İstanbul, 2017; Necm Necm Kur’ân’ın Türkçe Meâli, 4. baskı, İşaret Yayınları, İstanbul, 2015; Tebyinü’l-Kur’ân, 1-8. cilt, 2. baskı, İşaret Yayınları, İstanbul, 2015; Edip Yüksel, Kur’ân Mesaj Çevirisi, Ozan Yayıncılık, 14. baskı, İstanbul, 2016; Zemahşeri, Mahmud, el-Keşşâf, 1-5. cilt, çev. Harun Ünal, Ekin Yayınları, İstanbul, 2016-2021.
[2] Hûd, 64/Ve yâ gavmi hâzi-hi nâgatu’l-lâhi le-kum âyeten fe-zerû-hâ te’kul fî arzi’l-lâhi ve lâ-temessû-hâ bi-sûin feye’huze-kum ‘azâbun garîb(un)
[3] Peşkeş çekmek: Birinin malını izinsiz biçimde bir başkasına bağışlamak. Verilmemesi gereken bir şeyi keyfine göre birilerine vermek.
[4] Ankebût, 69.
[5] Bakara, 154.
[6] Bakara, 244.
[7] Bakara, 190.
[8] Bakara, 195.
[9] Beşik ulemâsı: Kadılık, medrese hocalığı gibi makamların babadan oğula geçmesi.
[10] Devletlû: En üst kademelerde aldığı görevleri kötüye kullanarak devlet gücünden çıkar elde eden kimseler.
[11] Aparat: Cihazların düzgün bir şekilde çalışmasını sağlayan küçük parçalar.
[12] Bakara, 261
[13] Bakara, 217.
[14] Bakara, 218.
[15] Hûd, 19.
[16] Nisâ, 76.
[17] Nisâ, 76/Sebîli’t-tâğût.
[18] Yunus, 62.
[19] Havf
[20] Yunus, 62.
[21] Yunus, 63.
[22] Sebîli’l-lâh
[23] Tövbe, 60.