Selçuk Candansayar
Deprem, sel, fırtına gibi doğa olaylarına ya da kitlesel katliamlar, savaş gibi insan eliyle ortaya çıkan felaketlere maruz kalan insanların ruhlarının nasıl örselendiğini biliyoruz. Bu tip felaketlerin en temel özelliği aniden ya da çok kısa süre içinde başlamaları. Çoğu zamanda beklenmedik bir anda ortaya çıkmaları.
Evet, deprem bölgesinde yaşayan, yerleşim yerinin fay hattında olduğunu bilen biri için bile deprem anı yine de beklenmediktir. Gar Katliamı gibi kitlesel katliamlarda bu beklenmedik anda olma hali daha da açıktır. Süregiden bir savaşta bombardıman anı da benzer özelliktedir. Böylesi ani felaketlerde insanlar iç içe geçmiş evrensel tepkiler verirler. Şok ve inkar dönemi dehşete kapılma, şaşkınlık, inanamama, ne yapacağını bilememe halidir. Ardından yas, çökkünlük, suçluluk, kimi zaman öfke, isyan dönemleri gelişir. Sonrasında felaket anı geçer ve insanlar derin örselenmeler ve inanç değişiklikleriyle hayatlarına devam etmeye çalışırlar.
Bu tür felaketler başlar ve biter. Mutlaka maruz kalanlarda olumlu olumsuz bir değişime neden olurlar. Felaket öncesi ile felaket sonrası dünyaya bakış, anlamlandırma, hayat ve insanlarla ilgili inanç ve yargılarda değişim olur. Depremden sonra ne ben eski bendim ne de dünya eski dünyaydı, diyenlerin yaşadığı hal budur.
Özellikle son 15 yıldır bilimciler ikinci bir felaket tipi üzerine çalışıyorlar: Yavaş gelişen felaket! Bu tip felaketler herhangi bir anda etkisi somut olarak ölçülemeyen ama zamana yayılmış, sinsi gelişen durumlar olarak tanımlanıyor. Üzerinde en çok çalışılan konular iklim krizi, kuraklık ve göç. İklim bilimcilerin tüm uyarılarına karşın insanlar iklim krizini, küresel ısındırmayı gündelik hayatlarında somut olarak deneyimleyemiyorlar. Beklenmedik seller, kimi yaz aylarının olağandışı sıcak geçmesi gibi durumsal krizler olduğunda küresel ısındırma sorunu gündeme gelebiliyor. Ama kısa süreli tartışmalar ve felaket senaryolarından söz edilse bile hayat görünürde bir değişim olmadan sürüyor.
ÇARESİZLİK DÜŞÜNCESİ
Yavaş gelişen felaketlerin en önemli özelliği tekil bireyler bu olumsuz değişimi hissetseler bile ellerinden bir şey gelemeyeceğini düşünmeleri. Evet, bir şeyler oluyor ve olup bitenlerin sonu iyi olmayacağa benziyor ama ben tek başıma ne yapabilirim ki, çaresizliği. Örneğin küresel ısındırmaya karşı bireylere, “plastik poşet kullanımınızı azaltın, çöplerinizi ayrıştırın, elektrikli otomobil alın” dışında bir öneri getirilmiyor. İnsanlar bu önerileri yerine getirdiklerinde ya üstlerine düşeni yaptıkları yanılsamasına kapılıyorlar ya da haklı olarak bunları yapmanın hiç bir faydası olmayacağını bildiklerinden yapmıyorlar.
İşte bu bireysel çaresizlik hissi yavaş gelişen felaketlerin birey üzerindeki etkilerini daha da katmerlendiriyor. Bir yandan felaket sinsice dünyayı değiştiriyor aynı anda bireyler bu değişen dünyanın koşullarına çaresizce uyum sağlayarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Çaresizlik kaynaklı uyum çabaları felaketi değişmez bir gerçeklik olarak kabul etmeye zorluyor. Başlangıçta uyum çabaları gündelik hayatı yaşama biçimini pek de etkilemiyor gibi görünüyor. Hani market alışverişinde bez poşet kullanmak çok da soruna neden olmuyor, dahası bir şey yapabiliyorum hissini de besliyor.
Süreç içinde gelişen felaketin her bir dönemde neden olduğu biriken olumsuz etkilerine uyum sağlarken başlangıç anından çok farklı bir gündelik hayat pratiği ortaya çıkmış oluyor. Haftada en az bir kere arkadaşlarla meyhaneye giderken, önceleri aman fotoğraf çekerken içkiler görünmesinle başlıyor, sonunda kamusal alanda içki içilmeyen bir hayat tarzına erişiliyor.
12 EYLÜL DARBESİ
Yavaş gelişen felaketlerin süreç içinde birikerek neden olduğu en önemli etki bireysel hayat pratiği, kimlik ve aidiyet hislerindeki değişim. Çaresizlikle örülü bir kimlik kaybı hissi ve bir topluluğun bileşeni olduğu, bir yere ve o yerin insanlarına bağlı olduğu hisleri.
Şimdi başlığa dönebiliriz. 12 Eylül Darbesi ile başlayan ve 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle devam eden yavaş gelişen bir felaket yaşıyor bu ülke. Şimdilerde neredeyse kimse bir toplum olduğumuzu, her birimizin bu toplumun bir parçası olduğumuzu hissedemiyor. Yola çıkılan Türkiye ile içinde yaşadığımız Türkiye sanki iki farklı ülke gibi oldu ve bu değişim boyunca insanlara sadece “bana oy ver, gerisine karışma” dendi. Son yirmi beş yılda AKP karşıtı muhalefetin topluma verdiği tek mesaj bana oy ver, yeter oldu. Bu yüzden oy vermek de plastik poşet meselesine döndü insanlar için.
Felaketin daha da derinleşmesinin önüne geçmenin tek yolu insanlara hep birlikte olursak değiştirebileceğimiz umudunu verecek bir siyasal pratik inşa etmek. Ali mi Veli mi bizi kurtarıra, isimlere ve partilere değil, örgütlenmiş bir halkın isyanının ateşini yakabilmeye ihtiyaç var.