“94- Biz, her hangi bir ülkeye, halkını alçak gönüllü olmaları için darlık ve sıkıntı ile denemeden önce asla bir peygamber göndermiş değiliz. 95- Daha sonra kötü durumlarını iyiye çevirmiştik; çoğaldılar ve “Atalarımıza da hastalık, sıkıntı ve sevinç dokunmuştu” dediler. Biz de onları ansızın yakaladık. Ve onlar bilinçlenmiyorlar. 96- Eğer o yurdun halkı inanıp korunsalardı, onların üzerine göklerden ve yerden bereketler açardık. Fakat yalanladılar, biz de onları kazandıkları ile yakaladık. 97- O ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken, şiddetli yoklamamızın kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler? 98- Ya da ülkelerin halkı kuşluk vakti oynarlarken, şiddetli yakalamamızın gelmeyeceğinden emin midirler? 99- Allah’ın böyle ani olarak yakalamasından emin mi oldular? Hüsranda olan kavimden başkası Allah’ın böyle ani olarak yakalamasından emin olmaz/kendisini güvende görmez. 100- Öyleyse öncekilerin ardından yeryüzünün mirasına konanlar hâlâ şu gerçeği anlamayacaklar mı? Eğer biz istesek, onları da günahları yüzünden musibetlere uğratırdık, üstelik kalplerine mühür basarız da hiç işitmezler. 101- İşte o ülkelerin haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Doğrusu elçilerimiz gerçeğin apaçık belgelerini getirmişlerdi. Fakat onlar bir kez yalanlamış oldukları için, bir daha iman etmediler. İşte o kâfirlerin kalplerini biz böyle mühürleriz. 102- Onların çoğunda sözde durma, sözleşmeye uyma diye bir şey bulamadık. Gerçekten onların çoğunu yoldan çıkmış sapıklar olarak bulduk.” (Araf, 7: 94-102).
Araf Suresindeki 94-102’nci ayetler grubu, yukarıdaki pasajda da görüldüğü gibi topluluklara peygamber gönderilme şartlarından birisi vurgulanarak başlıyor. Biz bu mesajlardan Allah’ın, öyle durup dururken, ortada ciddi bir neden yokken, gelişi güzel ve herhangi bir topluluğa Nebi/Peygamber göndermediğini anlıyoruz. Ayrıca söz konusu toplumun çeşitli şekillerde denendiğini ve hepsinde sınavı kaybettiklerini görüyoruz. Öyle ilginç bir duruşları var ki; hem bütün tutum ve davranışları yanlış, hem de Allah’ın kendilerine bir azap, helak vermeyeceği noktasında kendi kuruntularıyla güvende olduklarını sanıyorlar. Allah’ın elçileri kendilerine apaçık mesajlar getirdikleri halde bir türlü gerçekleri göremiyorlar/görmek istemiyorlar. Bir kere gerçeği yalanlamışlar, inat kapanına yakalanarak kısılıp kalmışlar ve kendileri için inkârcı bir yol seçmişlerdir. İnsanlar böyle inatçı, yalancı ve kâfir olunca da Allah onların kalplerini mühürler. Bütün uyarılara ve çağrılara karşı duyarsız kalıp nankörce duruşlarında diretenlerin algı kanalları kapatılmıştır, faaliyetleri sonlandırılıp durdurulmuştur. İşte mühürlemek/mühürlenmek budur.
Buraya kadar elimizdeki örnek toplumun inkâr kapanı sarmalında olumsuz bir manzara sergilediğini görüyoruz. Ayetler grubunun kendi iç bağlamı ve sure bütünlüğü ile ilişkilerine dikkatle baktığımızda çeşitli nedenler zincirini görürüz. Yani ortada apaçık bir determinist (gerekirci/sebep-sonuç) ilişkiler ağı var. Toplumun gidişatını ve sonucu etkileyen bu denklemde birçok etken söz konusudur. Bunlardan en etkileyici olanı ayetler grubunun sonundaki mesajda açık ve net bir şekilde ortaya konuyor: sözde durmamak; ahde vefasızlık… “102-Onların çoğunda sözde durma, sözleşmeye uyma diye bir şey bulamadık. Gerçekten onların çoğunu yoldan çıkmış sapıklar olarak bulduk.” Ayette geçen ve yazımızın nirengi noktası olan “ahid/ahd” kelimesinin sözlük anlamlarını verdikten sonra ayetin değişik yazarlardan alıntı yaptığım meallerini sunmak istiyorum: AHİD / A-he-de/Ahd; Bir şeyi, bir durumdan diğerine korumak ve bakıp gözetmektir. Bakılıp gözetilmesi gereken sözleşme, antlaşma ya da verilen söz demektir. Yemin etmek. Yeminlerin korunması. Sadakat göstermek. Sözünde durmak. Ahit vermek. Aman vermek. Verilen amanın korunmasıdır. Ahitleşmek. Ahitname; sözleşme belgesidir. Akitleşmek. Yağmur. Tanımak. Bilmek. Gözetmek. Bakmak. Görevlendirmek. Yetkili kılmak. Sözleşmek. Sözleşme yapmak. Söz verme. Sözleşemeye uyma Üstüne almak. Taahhüt etmek. Kontrat. Bilgi. Vaat etmek. Uhde. Gözetim. Himaye. İttifak. Pakt. Muahede. Zaman, devir.
“Onlardan çoğunu ahde vefalı bulmadık. Gerçekten onların çoğunu elbette yoldan çıkıp sapmış(fasık)lar bulduk.”(Mahmut Özdemeir); “Gerçekten de biz onları çoğunda ahde bağlılık görmemiştik; tam tersine çoğunu yoldan çıkmış kimseler olarak bulmuştuk.”(Salih Akdemir); “Biz onların çoğunda ahd(e vefa) bulmadık, onların çoğunu muhakkak ki itaatten çıkmış kimseler bulduk.” (H. B. Çantay); “Ve biz onların çoğunu (fıtrat) sözleşmesine sadık bulmadık, aksine onların çoğunu sapıtmış bulduk”, dipnotu: “İman etme, sadece bir sözleşme tazelemedir. Asıl sözleşme fıtrat sözleşmesidir ki bu insanın saf doğası, bozulmamış karakteridir. İnsan kendi saf doğasına ihanet etmeden inkârda ısrar edemez.” (Mustafa İslâmoğlu)”; “Onların çoğunda söz namusu diye bir şey görmedik; çoğunu yoldan çıkmış bulduk.” (R. İhsan Eliaçık); “Ve Biz onların çoğunda doğru olan şeylere karşı (içsel) bir bağlılık bulmadık –tersine, onların çoğunu onmaz günahkârlar olarak bulduk”, dipnotu: “Rağıb, bu cümlede geçen ‘ahd’ terimini böyle açıklıyor. Terimin “ahd, söz, sözleşme” ya da “söze, sözleşmeye bağlılık” olarak bilinen her zamanki karşılığının burada, bu anlam örgüsü içinde bütünüyle anlamsız düşeceği açıktır. Reşit Rıza, Rağıb’ın yorumunu daha da genişleterek, sözü geçen terimin çağrışım alanına, insanın eğriyi, doğruyu ayırt etme ve dolayısıyla sağduyusunun emrettiği yolu izleme yeteneğini, bu yoldaki fıtri yatkınlığını da sokuyor” (M. Esed).
Burada sıraladığımız meallerden özetle anlaşılabilecek iki temel konu var: ahde vefasızlık ve fasıklık… Bu noktada da karşımıza gene determinizm çıkıyor; söz namusunu ihlal etmek… Sözünde durmamayı, sözleşmeye uymamayı yani ahde vefasızlığı kendine ilke edinen insan doğru yoldan sapmış fasık kişidir.
Neden-sonuç/determinizm bağlamından hareketle “sözünde durmak/ahde vefa” için neler söyleyebiliriz? Aslında bir cümle ile bu soruya cevap verilebilir, ama birkaç söz söylemekte yarar görüyorum. O bir cümle şudur: az önce söylediğimiz ahde vefasızlığın ve sapıklığın tersini yapmak. Seyyiatı(kötülüğü), hasenata(iyiliğe) çevirmek; sözünde durmak, yapılan sözleşmeye tam olarak uymak, yeminleri tam olarak tutmak, anlaşmalara sadakatle bağlı kalmak; bunlar ahde vefa ile ilgili bazı ilkelerdir. Esas olan bu ilkelerin insan ilişkilerinde hayat bulmasıdır, yani pratiğe yansımasıdır. Bu anlamda gündelik hayattan örnekler verebiliriz: üzerimizde bulunan görevleri gereği gibi yapmak; bunlar neler olabilir diye baktığımızda, birçok örneğin yanında şunları söyleyebiliriz: hekimlik, hâkimlik, çeşitli sektörlerdeki yöneticilik, öğretmenlik, askerlik, sanatkârlık ve zanaatkârlık, çiftçilik, şoförlük, kalorifercilik, terzilik, hademelik, çöpçülük gibi meslekleri standart ve kalitelerine göre yapmak, yerine getirmektir. Bunlardan daha önemlisi doğru annelik ve babalık yapmaktır. Randevu, buluşma, toplantı ve ekip halinde gerçekleştirilecek işler için zamanında yerinde bulunmak, bu anlamda zamanı boşa geçirmemek, iş paydaşlarının şevkini kırmamak, morallerini bozmamak, verimli çalışmak çok önemlidir. Belirlenen zamanı verimli kullanmaktır. Geçmekte olan zaman hakkında duyarlı olmak bağlamında Cemil Meriç’in çok değerli ama Türkiye toplumunu eleştiren şöyle bir tespiti, bir sözü vardır: “Zaman İngiltere’de yelkovana, Türkiye’de akrebe ayarlıdır!” Dijital olmayan mekanik saatlerde yelkovan saniye ve dakikaları, akrep ise saatleri gösterir.
Hükümet ve devlet adamlarının, tüccar, sanayici ve başka her türlü iş adamlarının; işçilerin ve de en önemlisi evli eşlerin kendi arlarında ve çocukları ile olan ilişkilerinde sözlerinde durmak/ahde vefa ilkesi çok önemlidir. Alış verişte ve birlikte iş yapılan her konuda yapılan sözleşmelere uymak tam bir namus borcudur. Bütün bunlardan başka ve bunların üstünde insanın fıtratı gereği Allah’a inanma ahdi/sözleşmesi var. Bu sözleşme, Allah’ın insanı diğer bütün varlıklardan farklı olarak akıllı, iradeli, seçebilici ve sorumlu olarak yaratmasıyla kişinin dünyaya gelmesi birlikte anında gerçekleşmektedir. Bu bağlamda bütün insanlar tevhid, nübüvvet, ahret ve salih ameller işlemek (işleri doğru, düzeltici, yararlı ve hayırlı olarak yapmak) noktasında onları yaratan Allah ile şaşmaz bir sözleşme içindedirler. Bu sözleşme insanı sonuçta iki yerden birine götürür: Cennete veya Cehenneme, hem bu dünyada hem öteki dünyada!
“Onların çoğunda söz namusu diye bir şey görmedik; çoğunu yoldan çıkmış bulduk.” Bu söz, geçmişteki topluluklar için söylenmiş, yani tarihseldir. Zaten onların çoğu da inanmayan insanlardı. Günümüzde böyle bir durum yok; kocaman bir İslâm ülkeleri coğrafyası var ve bu coğrafyada yaşayan insanların kahir ekseriyeti Müslümandır diye bilinir ve öyle söylenir. Gerçekten öyle midir? Bunu anlamak ve yerinde/sahada tespit etmek çok zor değildir. Bir kişi/toplum kendisini Mümin/Müslüman olarak tanımlıyor ve bunu iddia ediyorsa, bu kişi/toplum aynı zamanda ahde vefa içinde olmasının gerektiğini de bilmeli ve öylece yaşamalıdır. Ahde vefanın en önemli şartlarından üçü şunlardır: öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan söylemeyeceksin. Şimdi herkesin gözü önünde gerçekleşen olaylar ve yaşananlar (öldürme, yalancılık, çalma) ciddi bir helak hali iken, bunun mümince bir sözde durma ile bağdaşır yanının bulunduğunu kim söyleyebilir? Kimse söyleyemeyeceğine göre sorumluluk da herkesedir. Hiç kimse bunda istisna değildir, kendini böyle gören müstağnidir…