Müslümanların düşünce tarihi boyunca çok sayıda akım, cereyan, ekol ve hareket doğup gelişmiş; kimileri kitlesel desteğe ulaşmış, kimileri ise fikirden ibaret kalmış, ama çoğu da belli bir ömrü doldurduktan sonra tarihin sayfalarında yerini almıştır. Hanefilik, Şafiilik gibi büyük içtihad okullarının hala müntesipleri bulunmasına ve varlığını sürdürüyor olmalarına rağmen kendi döneminde en az bu okullar kadar önemli ve etkin Evzai, İbn Ebi Leyla, Süfyan Sevri, Zahirilik mezhepleri artık yaşamıyor. Malikilik ve Hanbelilik ise bağlıları azalmış halde ve küçük bir bölgede devam edebiliyor. Şia ve Caferilik yaygın bir mezhep olmasına karşın Zeydilik küçük bir grubun hayatında yaşıyor, İsmaililik ise artık düşünce tarihinin parçası olarak inceleniyor.
Kelam/felsefe okulları da böyledir. Şia, bugüne kadar varlığını sürdüren kendine özgü tarihsel bir damar olarak devam ediyor, Eş’arilik ve Maturidilik Şafii ve Hanefi fıkıh mezhepleriyle özdeşleştiği için güncelliklerini koruyor olmakla birlikte Mutezile, Mürcie, Cebriye ve Haricilik bu isimler altında yaşamıyor. Kuşkusuz günümüzde Müslümanların arasındaki kimi inanç ve yorumlar bu okulların temel ilkelerine dayanan görüşler beyan ediyorlar, ancak kendilerini sözkonusu tarihsel akımların adlarıyla anmıyorlar.
Sözgelimi İsmailağa cemaatinden kopan bir tilmizin (medrese talebesi) önderlik ettiği akım, politik görüşleri itibariyle Hariciliğin bugünkü devamı Talibanizmi temsil ederken, itikadi görüşleri bakımından tarihsel Mürcie’nin ta kendisidir. Akımın lideri olan talebenin kendi itikadi tutumlarını ifade etmek üzere sıklıkla verdiği, insanlık onuruna ve asgari beşeri duyarlılığa temelden aykırı örnek mükemmel biçimde Mürcie’yi tarif etmektedir: Bir kimse öz annesiyle zina etse, sonra başını kesip kafatasıyla şarap içse dahi Allah onu affedebilir, “yeter ki kalbiniz temiz olsun”!
Peygamberimizin biricik torunu Hz. Hüseyin’i Kerbela’da feci biçimde öldüren, başını kesen, sopayla ağzını açıp “Dişlerin de pek güzelmiş!” diyen, sonra o mübarek başı Şam’da Emevi camiinde günlerce teşhir eden, sarhoşluğu ve zalimliğiyle meşhur Muaviye’nin oğlu Yezid’i bile cennete gönderebilecek bir inanç ilkesidir bu.
Emevi sarayına yakın ulemanın icat ettiği o dönemin reel-politik düşünce ve inanç akımları da kendi zamanlarının olayları karşısında geliştirdikleri tutum, yorum ve yaklaşımlarla bugün muhtelif cemaat, akım ve çevrede varlığını sürdürüyor.
Muhaliflerinin “mutezile (ayrılıkçı)” adını taktığı “Tevhid ve Adalet Hareketi” de bugün aynı isimle olmasa bile düşünceleri itibariyle Müslüman âlim, aydın ve entelektüellerin fikirlerinde yaşamaktadır. İranlı dünyaca ünlü düşünür Abdulkerim Suruş, artık kendisini “Şii” olarak tanımlamamakta, “yeni Mutezili” olduğunu söylemektedir. Entelektüel (aydın) âlim profilinin önde gelen isimlerinden R. İhsan Eliaçık, inançta tevhid (birlik) ve toplumsal hayatta adalet fikrinin bu topraklardaki temsilcilerindendir. Bu satırların yazarı da itikaddaki tevhid (birlik) prensibinin siyaset, ekonomi ve toplumsal hayattaki adalet, özgürlük ve eşitlik tezahürlerini inşa etme davasına bağlılığını çok kere yazdı.
Türkiye’de dindarlığın kimlik siyasetini ifade etmek amacıyla şemsiye bir isimlendirme olarak kullanılan “İslamcılık” aslında on dokuzuncu yüzyılda Müslümanların imparatorluğunun (Osmanlı) çözülmeye başladığı ve Müslüman toplumların Batı emperyalizmi karşısında diz çöktüğü şartlarda ortaya çıkmış bir özgürlük, bağımsızlık, ihya ve ıslah hareketiydi. İslamcılığın kurucu önderleri, bir yandan dağılan İslam ümmetini biraraya getirmeye yönelik siyasi faaliyet gösterirken, öte yandan Müslümanların geri kalmasının sebebi saydıkları inançları ve yaşantı biçimini Kur’an ve Sünnet’e dönerek arındırmaya dönük ıslah ve ihya hareketi yürütüyorlardı. Bu bakımdan Türkiye’de çoğunluktaki dindar nüfusun siyaset ve ekonomide daha fazla etkili olmasını savunan her siyasi çıkış “İslamcılık” olarak nitelenmiştir; bu çıkışlar İslamcılığın inanç ve yaşantı biçiminde ihya ve ıslah taleplerini göz ardı etse bile.
Büyük Doğu, Diriliş ve Milli Görüş hareketlerinin “İslamcı” kabul edilmeleri dindar kimliğin temsiline verdikleri önem nedeniyledir. Oysa Büyük Doğu laik olmayan etno-milliyetçi, Diriliş kültür milliyetçisi, Milli Görüş ise etno-kültür milliyetçisiydi.
Diğerleri bir yana, Milli Görüş’ün İslamcı hareket sayılmasının önemli sebebi, dindar kimliğin siyasallaşmasıyla alakalıdır. Yoksa Milli Görüş ile İslamcılığın düşünce temelleri birbirinden çok farklıdır.
Milli Görüş, kapitalist sağ ve komünist solun her ikisinin de gayri milli olduğu varsayımıyla bu toprakların yerli değerlerine dayalı görüşü temsil ettiğini savunuyordu. Kapitalizm ve komünizmin soğuk savaşı boyunca Milli Görüş’ün açıklayıcı bir model sunduğuna ve yeni bir yaklaşım olduğuna kuşku yoktur. Fakat o ikili yapı içinde gözden kaçan önemli detay, Milli Görüş’ün, teknokrat muhafazakarların kurduğu bir siyasi hareket olduğu gerçeğiydi. Buradaki “muhafazakarlık”ı, önceliklerini tarihselliğin, teritoryal (toprağa bağlı) hassasiyetlerin ve toplumsal statükonun oluşturduğu, bugün AK Parti iktidarının muhafazakar-demokrat politik kimliğiyle zirvesine ulaşmış düşünce, algı ve dünya görüşü anlamında kullanıyoruz. Milli Görüş’ün her ne kadar İslamcılıkla ilişkisi kurulsa da bu hareketin lideri, öncüleri ve gövdesi İslamcılığın ıslah ve ihya tarafını politik yanından ayırmayan fikri kurucularına karşı (Afgani, Abduh, Kutub, Mevdudi) mesafeliydi.
İslamcılık, dini kimliğinin yeniden doğuşunu savunan sosyal ve siyasal bir çıkış, itiraz, isyan ve mukavemet hareketiydi. Fakat dini kimlik içinde muhafazakar-liberal anlayış ile sol-sosyal adalet siyasetinin ayrıştığı bugünkü yeni koşullarda İslamcılık artık mevcut çelişkiyi izah edebilecek durumda değildir. Muhafazakar-liberal iktidar günlerinde din ve kültür milliyetçiliğinin varlık sebebinin ortadan kalkması nedeniyle ne İslamcılık, ne Büyük Doğu ve Diriliş hareketleri, ne de Milli Görüş bugünün modeli olamazlar. Bu yüzden kapitalizmin dindarlıkla uyumlulaştığı yeni şartlarda kapitalizme karşı adaleti ve özgürlüğü savunan; sanal ekonomilerin kutsallaştığı tarih anında emeğin değerini yücelten; toplumsal eşitsizlikleri kural haline getiren ve doğallaştıran algılara karşı eşitlik fikriyle savaş açan; zenginliğin azgınlaşmasına (tuğyan-tağut) karşı yoksulların hakkını dava edinen ve bunların sosyolojisine dayanan yeni bir fikir, hareket ve siyasi tutum gelişmektedir. Ama bu hareket, dini kimliği siyasallaştıran akımların veya din milliyetçiliğinin tersine, politik itirazını bireysel ve toplumsal alana dönük fikri, itikadi ve fıkhi ıslah ve ihya zeminine inşa etmektedir.
Adalet ve özgürlük hareketi, adalet, özgürlük, eşitlik, dayanışma ve paylaşma şiarlarını İslam düşüncesinin tarihsel tüm damarlarından günümüze getiren bir ihya hareketi olarak insanlık tarihinin binlerce yıllık çağrısını tekrarlamaktadır.