Bülent Usta
Uzun ve bıktırıcı bir geçiş dönem. Açık bilinen bir şey, hayata düşman olanların zamanı geçecek elbet bir gün. Ama o zamana kadar sürekli bir acı içinde kıvranacak dünya. İşin kötüsü, yaşanılan acıların üzerine dijitalleşme sayesinde de üzerimize bol bol acı boca ediliyor, takatsiz bırakmak, acıya karşı kayıtsızlaştırmak ister gibi. Bir yandan dijitalleşme ve bilimsel ilerlemenin getirdiği kolaylıklar, boş özgürlükler, sürekli bir zevk ve tatmin arayışı içine soktu insanlığı, başkasının acısına mesafe katarak. Bu zevk ve tatmin arayışı, Byung-Chul Han’ın ‘Palyatif Toplum’ kitabında yazdığı gibi ‘algofobi’, yani acı korkusuna neden oldu. Bağımlılıklar bu yüzden daha da arttı, neredeyse sürekli bir anestezi altında kalmak isteyecek bir insanlık yarattı uygarlık.
ACIMASIZ GÖRÜŞ
Birinci Dünya Savaşı’na katılmış romancı ve felsefeci Ernest Jünger, savaş sonrası yazdığı ‘On Pain’ adlı kitabıyla, hem İkinci Dünya Savaşı’nın neden olacağı vahşeti, hem de günümüz insanının acıyla ilişkisinin nasıl değişeceğini öngörmüştü. Bugün acıya dair kim ne yazarsa yazsın, Jünger’in bu eserine bakmak zorunda kalıyor. Jünger, acıyı anlatırken onun nasıl yansıtıldığına dair tespitleri, bugün sosyal medyada her an karşımıza çıkan korkunç acılara dair görüntüleri anlamak için de bir ipucu sunuyor. Örneğin acıyla sürekli karşılaşan savaş fotoğrafçılığını “acımasız görüş tarzımızın bir ifadesi” olduğunu, “bir tür nazar, bir tür büyülü sahiplenme” anlamına geldiğini iddia eder. Fotoğraf, bir tür acı onayı için fırsat yaratır derken, fotoğrafın “duyarsız ve yenilmez bir göz tarafından görüldüğü” gerçeğinin altını çizer.
SOĞUKKANLI
Adorno ve Walter Benjamin, fotoğrafı ve sinemayı eleştirel bakışı ortaya çıkarabilecek rasyonel bir ilerleme olarak düşünürken, Jünger fotoğrafın soğukluğuna dikkat çeker daha çok. Örneğin Gazze’de kucağında çocuğunun ölü bedenini taşıyan babanın acısı fotoğrafta bize doğru bakarken o acıyı hissederiz, ama o acı biri tarafından soğukkanlılıkla fotoğrafa aktarıldığı gerçeği, düşünmesek bile bilgimiz dahilindedir. Üstelik o acıyı, bizim gibi milyonlarca insan sosyal medyadan izlemektedir. Yani eğer istersek o acının bize verdiği sorumluluktan fotoğrafı ya da videoyu çeken kişinin soğukkanlılığıyla çekilebilir ve başka bir fotoğrafa ya da videoya geçebiliriz.
SAKATLAYICI ACI
Jünger, “İnsanın bir ölçüsü olarak acı değişmez, ancak değiştirilebilecek şey, onunla yüzleşme şeklidir” diye yazmış. Fotoğraf, bize bir bakış açısı verir ve acının anlamını değiştirir. Kısa bir videoda gördüğümüz acı, araya giren reklam ya da bir kutlama görüntüsüyle başka bir şeye dönüşür. Jünger’e göre acının zaman içinde çözülmesi, ona göre “sakatlayıcı” bir acı olan “can sıkıntısı”na neden olur. Canı sıkılan insanlar, sürekli bir zevk ve tatmin arayışı içinde dijitalleşmeye daha da kaptırır kendisini. Byung-Chul Han’ın yazdığı gibi can sıkıntısını sonsuza kadar iptal edecek biyoteknik araçlar geliştirildiğini düşünürsek, artık yaşamın anlamını aramak gibi bir sorun kalır mı? Ya da insandan geriye ne kalır? Örneğin Proust’un “Fikirler bizde kederin yerini alır” dediği gibi, acı ve keder yoksa düşünce diye bir şey olmazdı. Winnicott, bebekte zihnin ortaya çıkışının acı sayesinde olduğunu, annenin ilk aylardaki gibi bebeğin bütün ihtiyaçlarını anında karşılayamamasıyla düşüncenin oluştuğunu… Ama bu denli acı ve keder de paralize eden, kayıtsızlaştıran bir etki yaratıyor.
DÖNÜŞÜM
Acıya nasıl yaklaştığımız, gerçeklikle ilişkimizi de belirliyor. Acıdan kaçmak için kayıtsızlığa sığınmak yerine acıyı, acıları yaşamı ve kendimizi yeniden yaratmak için kullanmak bir çözüm. Daha önceki bir yazımda yazdığım gibi, “madem öyle ya da böyle acı çekeceğiz, bunu kayıtsızlığa neden olan pasiflik içinde uyuşarak ve ruhsal açıdan azar azar çürüyerek değil, yaşama yaratıcı bir biçimde katılarak” acıyı başka bir şeye dönüştürmenin yollarını bulmamız gerek. Yoksa, Marguerite Duras’ın ‘Acı’ adlı kitabında anlattığı gibi, acı bizi dönüştürür, acıya dönüştürür, “(…) acıyı da yitirmiştim, acının bir anlamı kalmamıştı…”