1 Mayıs’da Taksim gaz bulutlarının altına gömülüp küller altındaki şehirleri hatırlatmasaydı bu yazı yazılmayacaktı. Zira uzun süredir “duvarlarla konuşan meczup” psikolojisi içinde kendimi sorguluyordum. An gelir, kaleminiz kibrit çöpüne dönüşür ve ona usulca üflemeniz gerekir. An gelir, o kibrit çöpünün kendi kendine yanıp sönmesini beklersiniz. O cılız ışığı başkaları da görsün istersiniz.
Bu 1 Mayıs’da ÖDP’li bir arkadaşın daveti ile Frankfurt’ta gittim. Dünya tatlısı bir kız babası olan Kenan Genç bey vakit ayırıp bana bir de pankart hazırlamıştı. Bir tarafında “abdestli kapitalizme hayır” yazan, diğer tarafında ise Antikapitalist Müslümanların logosunu taşıyan pankart hoşuma gitmişti ama enteresan bir detay vardı: sloganlı taraf “Rebeze” ve “Devrimci Müslümanlar” imzasını taşıyordu. Dünya görüşlerini ve duruşlarını savunduğum bir kitlenin Frankfurt’ta havalanan yumruğu olacaktım ama hangi kitlenin? Daha dün doğan Antikapitalist Müslümanlar üçe beşe bölünmüştü bile.
1 Mayıs buna benzer bölünmüşlüklerin doğurduğu kitle hareketlerinin müşterek platformu değil miydi? Meydanlara dökülüp kendi cephelerimizden hakikatlerimizi haykırırken, farklı fraksiyonlarla bizi aynı hizaya getirmiyor muydu? Ne zaman başlamıştı bu bölünmüşlük, neden ve nasıl?
Hareketi içerden tanımayanlar üç logoyu aynı pankarta dercedebiliyorlardı ama HKP ile yanyana gelebilen Antikapitalist Müslümanlar, kendi içlerinden ayrılan ve kendilerini mini minnacık detaylarla farklı vizyonlar olarak tanımlayanlarla yanyana gelemiyorlardı. Aklım ÖDP li genç bir arkadaşla aramızda geçen diyaloğa kayıyordu.
“Sizi burada görmek sevindirdi ama bu konuda bir ilksiniz sanırım.”
“Almanya’da evet. Bismillah diyip çıktık yola”
“İşte farkımız bu. Siz “Bismillah” dersiniz ama biz demeyiz. Biz ‘tek yol devrim’ deriz.”
Kelimelerle aramıza ördüğümüz duvarlar önce zihinlerimize, oradan yüreklerimize, ardından da eylemlerimize sirayet ediyor. Sloganlarla kilitlediğimiz kapıların ardında kendi türkümüzü söyleyip, kendi ateşimizde yanıyoruz. Belli bir jargonun sığlığına sığdırıp, sınırlarına mayın döşediğimiz şablonların içinde “hak” arıyoruz. Oysa bütün o hakları veya haksızlıkları dile getiren isyan türküleri, ağıtlar, farklı terminolojilerle olsa da, aynı hukuksuzlukları işaret etmiyor mu?
Bu öyle derin bir kutuplaşma ki, eğer “Allah” tan bahsediyorsanız, sadece “devrim” diye haykıran solcu grupların arasında yer alamıyorsunuz. Sık sık “mülkiyet”, “emperyalizm”, “kapitalizm” gibi kelimelerin satır aralarında dans ettiği yazılar yazmıyorsanız ve mütemadiyen “kadın” diyorsanız Antikapitalist Müslümanların güvenini kazanamıyorsunuz. Feministlerin Müslümanlarla ilgili kuşkularını izale edip tabularını yıkmak Çin seddini aşmaktan daha zor. Herhangi birine dahil olmadan, sadece kendi hakikatini arayan münzevi bir mütecessisin 1 Mayıs’daki misyonu ise içler acısı…
Bir araya gelemiyoruz. Kendimizi adadığımız o ideal rüya ise, 1 Mayıs’larda ayyuka çıkan kadim polis şiddetiyle halkın nazarından temelli uzaklaştırılıyor. Küçük çapta hareketler olarak daha kendi aramızda tutarlı bir birliktelik tesis edemeden ülkedeki bölünmüşlüğün nedenlerini sorguluyor, muhalif dilin halka neden inemediğini, neden bu kadar zayıf düştüğünü çözmeye çalışıyoruz.
Bu 1 Mayıs yine acı sahnelerle hafızalarımızdaki yerini aldı. Devlet, inisiyatifindeki tahakküm keyfiyetini sonuna kadar kullandı. Haddızatında karşısında yekbütün tek bir irade değil, aynı nakaratı farklı frekanslardan tekrar eden onlarca eylemci grup vardı. 1 Mayıs’da 50 kişilik muhafazakâr Hak-İş grubu hariç hiçbir muhalif grup Taksim’e çıkamadı. Kısaca: gücü elinde tutanlar yine kazandı. Sandığa da farklı bir sonucun yansımayacağı muhakkak. Yamalı bohçayı anımsatan bu dilden ve zihinden sıyrılamayan muhalefet ise kaybetmeye devam edecek.