Zeynep Altıok Akatlı
“İlk kural: Dövüş Kulübü hakkında konuşmayacaksın.”
Ama artık herkes konuşuyor. Hatta şiddet, yalnızca konuşulan değil, satılan, pazarlanan, deneyimlenebilen bir eğlence biçimine dönüşüyor.
David Fincher ve Chuck Palahniuk’un 1996 tarihli romanından uyarlanan Fight Club (Dövüş Kulübü), modern çağın çeşitlendirdiği toplumsal kabul için dayatılan normlara başkaldırıdır. Dejenerasyona ayna tutan bir eleştiridir. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan, bunalan, depresif bir erkeğin bastırılmış öfkesinin kapitalist düzen içinde nasıl yeniden üretildiğini anlatır. Filmde şiddet arka planda bir sistem eleştirisiyle “isyanın simgesi”ydi. Bugünse artık, şiddet sistemin kendisi.
Son dönemde üst üste karşıma çıkan bazı haberler şiddetin nasıl normalleştiğini göstermesiyle irkiltti beni. Denetim mekanizmalarının sağlık, gıda, iş ve can güvenliği gibi yaşamsal önemi olan alanlarda bile olmadığını cinayetlerle, göz göre göre gelen afetlerle, ihmal yüzünden yaşanan büyük acılarla tekrar tekrar öğreniyoruz. Ancak denetimin olmadığı günlük yaşam anlarında da büyük tehlikeler saklı. Nefret dilinin sürekli teşvikiyle toplumsal normların dışında kalanlara yönelik öfkeyi haklı gören anlayış, cehalete bir sonraki adımı cezalandırmaya varan bir hak tanıyor. Şimdi tehlikenin bir başka boyutuyla daha karşı karşıyayız. Öfkenin, şiddetin pazarlanması. Artık “öfke boşaltma” bahanesiyle açılan “stres odaları”, dayak simülasyonları var. Ücretini ödeyip eşya parçalıyor, şiddet altında adrenalin salgılayabiliyorsunuz. Üstelik bu öfkenin yönetilmesi adına bir terapi olarak sunuluyor. Oysa gerçekte bu öfkenin kontrolü değil, şiddetin zevk olarak pazarlanması ve sıradanlaşması.
Geçtiğimiz günlerde Taksim’deki bir “korku odasında” genç bir kadının, “senaryonun” dışına çıkan “oyuncular” tarafından darp edildiği haberini okuduk. Kadın korkudan bayılırken personel “rol gereği” müdahale etmemiş! Bu olay, “deneyim ekonomisi” adı altında şiddetin sınırlarının denetimsizce aşıldığı bir karanlığı gösteriyor. İnsanlar artık para vererek korkmak, para vererek kırmak, para vererek dövmek istiyor. Ve kimse bunun ahlaki ve toplumsal bedelini sorgulamıyor. Tıpkı bu “ihtiyacın” gerisinde yatan motivasyonun sınıfsal, ekonomik, kültürel, ideolojik kaynağının sorgulanmayışı gibi. Kimin umurunda değil mi?
Aslında insanın korkuya karşı duyduğu çekim yeni değil. Korku, hayatta kalma içgüdüsünün kardeşi, ama aynı zamanda gizli ve karanlık itici. Psikolojiye göre korku, tehlikenin taklidiyle yüzleştiğimiz kontrollü bir deneyim olarak tanımlanabilir. Korku ve adrenalin, insanı hem uzak tutar hem de çeker; korku anının ardından gelen rahatlama hissi, bir tür “korku hazzı” yaratabilir. İnsan, korkunun sınırında kendini daha canlı hisseder. İşte korku ve gerilim filmleri endüstrisini yaratan ve büyüten bu ikilemdir. Tehlikeyi seyretmenin güvenli heyecanı da diyebiliriz buna. Korku, sınırda dolaşmanın heyecanıdır. Ama bu sınırın aşıldığı yer, insan ruhunun kararmaya başladığı yerdir.
Korku odalarına giden yolun başında da çocukluğumuzda lunaparklarda girmek istediğimiz o korku tünelleri var. Rayda ilerleyen arabaların önüne aniden çıkan iskeletler, karanlıktan gelen hayalet kahkahaları… Birkaç dakikalık bu masum görünümlü eğlencede korku, denetlenebilir bir heyecandı. Kontrollü korku bize sınırlarımızı hissettirir; ama sınır aşıldığında, korku artık hazza, haz da şiddete dönüşür. Bugün o tüneller, denetimsiz bir karanlığa, şiddetle flört eden bir endüstriye dönüştü. Artık korku da öfke de “boşaltılacak enerji” olarak pazarlanırken haz alınan her korku deneyimi, boşaltılan her öfke, bir başka öfkenin tohumunu ekiyor.
Belki korku odasında şiddet gören genç kadın ile ilgili haberi birkaç ay önce önümüze düşen bir başka haberle birlikte okursak aradaki bağı daha net görebiliriz. Kamuoyunda epey yer bulan vahşi bir kadın cinayetinin hemen ardından İzmir’de bir “korku evi”nin balkonundan sallandırılan kesik kadın başı ve başsız bir beden temsiliyle müşteri çekmeye çalışan sektör yeterince şey söyler bize değil mi? 19 yaşında bir gencin iki kadını Yedikule surlarında katlettiği korkunç cinayetten ilham alan akıl kime neler yapmaz?!
Şiddetten haz almak ve bunun yönetilmesi arasındaki bulanık sularda dolaşırken aklıma düşen şu soruyu dile getirmek oldukça tuhaf sanki. Ben yine de sorayım: Sokakta tek başına gece yürürken, hatta kalabalıkta güpegündüz karşıdan gelen adamdan korktuğunuz bir ülkede üstelik insanlar açlık sınırında dolaşırken korku evine verilen para ne kadar? Kaç çocuğun bir öğünü? Sanırım bu soruyu aklıma düşüren haberde yer alan bir cümlede yer alan “Temas edilmeden korkutulmak isteyen kadın” tanımı olabilir!
Başka bir oda türünün reklamlarına da rastladım: “Öfke Odası”, “Stres Evi”… Özel koruyucu “ekipmanlarla” girilecek odalarda yarım saat boyunca eşyaları kırarak stres atmak 1000 TL vererek mümkünmüş. Balta, beyzbol sopası, balyoz ve süpürge gibi ekipmanla eşyalara vurarak, kırıp parçalamaktan söz ediyoruz. Amaç ulvi! “İnsanların anlık öfkeyle yanlış kararlar vermesini önlemek.” Haberde müessese sahibi birçok faydayı sıralıyor. İnsanların kendi eşyalarına zarar vermelerini doğru bulmadıkları için imkân yarattıklarını söylüyor. Hem ilişkiler bozulmasın hem de insanlar stres atsın isteniyormuş. Hurdadan aldıkları eşyaları paramparça halde yeniden eskiciye satarak geri dönüşüme de katkı sunduklarını övünçle iddia ediyor. Hurdacıları ‘parçalama zahmetinden’ kurtaran bu sektör ticari “kazan kazan” stratejisine de hizmet ediyormuş anlayacağınız! Öfke kontrolsüzlüğünü “tasvip etmedikleri” için kurulan sosyal hizmet içerikli bu oda parlak fikri sınırsız fayda sağlıyormuş. Anlayacağınız eğlence ya da fayda diye pazarlanan bu şiddet, toplumsal duyarsızlığın laboratuvarı haline geldi.
Bir başka haber Bafra’dan. Bir marketin önünde kasalar içinde satış için teşhir edilen “adalet sopası” haberi bu. Ülkemizde var olmayan bir spor aletinin arz talep ilişkisi yeterince garipken merak edenlere yanıtı; aleni şekilde, adlı adınca şiddete davetle veren bu markette satılan beyzbol sopaları kendiliğinden veriyor. Bu ifade, dilin nasıl bir ideolojik silaha dönüştüğünün de göstergesi. Devletin adaletine güvenmeyen yurttaş, kendisi gibi olmayanlara, kendisini kızdıranlara öfkesini cezalandırma “hakkı” olarak görürken spor aletini silah olarak pazarlayan bir kültürün ürünü haline geliyor. Şiddet artık keyfi bir hak arama biçimi, hastalıklı bir savunma refleksi, hatta popüler kültür objesi.
Sonuçlarını her gün yaşıyoruz. Örneğin gerçek bir hak savunucusu ve başkalarının geleceği için haber peşinde bir gazeteci olan Hakan Tosun’un öldürülmesi, cezalandırılmayan benzer cinayetler… Haber olduğu için bildiğimiz, öğrendiğimiz Cezve ve Eros adlı kedilerin ve haber olmadıkça bilemediğimiz her sokakta sayısız hayvanın işkenceyle öldürülmesi… Bakımevlerinde yaşlılara zulmeden “hastabakıcılar”… Okulda otizmli çocuğu merdivenlerden atan öğretmen, derste dayak…
Sokakta, evde, işte, ekranda, siyasette şiddet dili hüküm sürüyor. Kadına, çocuğa, hayvana yönelen şiddet aynı kaynaktan besleniyor: eril tahakküm, cezasızlık ve iktidarın kışkırtıcı dili. İktidarın yıllardır toplumu “biz” ve “onlar” diye bölen politikaları öfkeyi kullanışlı buluyor. Bu öfke kindar nesiller yetiştirme şiarıyla çıkılan yolda şiddeti yönetim biçimine dönüştürdü. Bunun sokağa yansıması ise yoksulluğun, adaletsizliğin, umutsuzluğun yarattığı sıkışmışlık; şiddetle, nefretle, aşağılamayla karşılaştıkça derinleşen öfke kimi zaman meşru gördüğü için kimi zaman da Minguzzi cinayetinde olduğu gibi öc almak, kendini üstün ve güçlü hissedebilmek, varlığını kanıtlamak refleksiyle tetikleniyor.
Cezasızlık, şiddetin resmi onayı haline geldi. Hukuk devleti yitiminde devletin vicdanı da yasası da geri çekilince, cehaletin bilgi ya da hukuk yerine dürtülerine kulak vererek eyleme geçmesiyle sokak “adalet sopası”nı eline alıyor. Şiddet artık yalnızca bir eylem değil, bir alışkanlık, bir gündelik refleks, bir oyun. Ama parçalanan her eşyayla, kırılan her camla toplum biraz daha parçalanıyor. Şiddetin eğlenceye dönüştüğü gün, vicdan yok olur. Korkuya, öfkeye ve cezasızlığa alıştırılan bir toplum, adaleti değil, intikamı öğrenir. Biz artık şiddeti değil, onarmayı konuşmalıyız. Çünkü sustukça, o odalardan sokaklara kan akıyor.




