Berkant Gültekin
Bugün yaşananlar, ilk defa yaşanmıyor.
Tarih 2 Ağustos 1990. Türkiye’nin güney komşularından Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, “petrol hırsızlığı” iddiasıyla Kuveyt’i işgal etti. Bu gelişme, 2. Dünya Savaşı sonrası BM’nin kurulduğu günden itibaren ilk kez üye bir ülkenin fiilen işgal edilmesi demekti.
Irak’a karşı ABD’nin öncülüğünde yaklaşık 40 ülkeden oluşan bir koalisyon kuruldu. Türkiye’nin nasıl tutum alacağı merak konusuydu. Ankara, Irak-İran Savaşı’nda olduğu gibi tarafsız kalmak yerine, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yüksek hevesiyle ABD’nin başını çektiği koalisyonla birlikte hareket etmeye karar verdi. Hatta Özal’ın koalisyonun şahin kanadını temsil ettiği bile iddia edilebilirdi. Özal, ABD’li diplomatlarla yaptığı görüşmelerde, işgali sonlandırmanın da ötesinde, bir an önce Saddam’ın indirilmesi gerektiğini söyleyip durdu.
Özal ünlü “Bir koyup üç alacağız” sözünü, Türkiye’nin bu süreçteki politikasını anlatmak için sarf ediyordu (Daha sonra Times dergisine bu lafı şaka amaçlı kullandığını ama “Türkiye’nin yine de kârlı çıktığını” söyledi). Dışişleri kadroları temkinli bir hat izlenmesi konusunda uyarılarda bulunurken kimseyi dinlemeyen Özal’ın gözü fırsatlardaydı. Süreç içinde Genelkurmay, Dışişleri ve Milli Savunma Bakanları istifa etti. Komünizme karşı kurulan NATO’nun içinde Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin rolü tartışılırken, Özal bu tartışmalara ülkesinin jeopolitik konumunu emperyalizmin hizmetine sunma arzusuyla cevap veriyordu. Tıpkı Menderes’in Kore’ye asker gönderme kararı gibi…
Nitekim Irak karşıtı koalisyonun belirlediği yaptırım kararlarına ilk uyan ülke de Özal Türkiye’si oldu ve işgalden birkaç gün sonra Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı kapatıldı. Bu, Türkiye’nin önemli bir gelirden mahrum kalması demekti ancak ABD’ye sırtını dayayan Özal, “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” düşüncesindeydi. Irak’ın Kuveyt’ten çıkma baskısına direnmesi üzerine Ocak 1991’de Körfez Savaşı resmen başladı. Özal, Saddam’ı daha müşkül durumda bırakmak için ABD askerlerinin İncirlik Üssü’nü kullanmasına da müsaade etti. Mayıs 91’de Türkiye’nin Irak politikasını analiz eden Washington Post, Özal’ın Saddam karşısındaki adımlarının üst düzey Amerikalı yetkilileri bile şaşırttığını yazıyordu.
ÖZAL’IN IRAK STRATEJİSİ
6 ay süren savaşın kaybedeni Irak’tı. Özal ise “ülkenin 200 yıl sonra ilk defa savaşın galipleriyle müttefik olduğunu” söylüyor, kazananın yanında yer almanın avantajlarına işaret ediyordu. Fakat Körfez Savaşı’nın Türkiye’ye maliyeti ağır oldu. Ülke ekonomisi milyarlarca dolar zarara uğradı. Göçler ve insani krizlerin yanında 90’lı yıllarda şiddet de doruğa çıktı. Ancak Özal’ın amacı, tüm kayıpları göze alarak Türkiye’yi “Yeni Dünya Düzeni”nde ABD’nin yanında konumlandırmaktı. CIA’nin üst düzey isimlerinden Graham Fuller de “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında “1991 savaşının Türkiye’ye tek faydası, Washington’la olan stratejik ilişkisinin pekişmesiydi, zira Türkiye güvenilir müttefik imajını sağlamlaştırmıştı” diyecekti.
Özal, Körfez Savaşı sonrasında parçalanan Irak’ta, Batı’nın Kürtlere önemli bir inisiyatif alanı tanıyacağını biliyordu. ABD’nin stratejisine uyumlu şekilde bölgede Celal Talabani ve Mesud Barzani ile yakın ilişkiler kurmaya çalıştı. Özal, Talabani’nin ABD’yi ziyaret ettiği ve Irak Kürdistan Bölgesi’nde (IKB) bir Kürt devleti kurulacağı yönünde iddiaların dolaşıma girdiği günlerde, Talabani ve Barzani ikilisiyle görüşme talebini dillendirdi. 8 Mart 1991 günü Talabani ve KDP (Barzani’nin partisi) Temsilcisi Muhsin Dizeyi Ankara’ya geldi. Özal, Haziran ayında Talabani ile Ankara’da doğrudan görüştü. Yapılan eleştirilere şöyle cevap veriyordu: “Yanlış mı olur onlarla konuşmamız? Kuzey Irak’ta olan her şey bizi çok daha yakından ilgilendiriyor. Dost olmamız lazım. Biz onlara düşman olursak başkaları bizim aleyhimize kullanırlar.”
Körfez Savaşı sonrası Mart 91’de Irak’ın kuzeyindeki Kürt ayaklanması ve Saddam’ın yaklaşık 20 bin Kürdün ölümüme yol açan sert bastırma girişimi, bir göç dalgasını tetikledi. Yüzbinlerce insan Türkiye’nin yolunu tuttu. Özal ise Batı’dan Irak üzerindeki baskının artırılmasını talep ediyordu. İngiltere Başbakanı John Major, “güvenli bölgeler” önerisinde bulundu. Bunun sonucunda ABD, “sınırın her iki tarafında bulunan sığınmacılara yardım” iddiasıyla bölgeye “Huzuru Temin Hârekatı” başlattı. Bağlantılı olarak 36’ncı paralelin kuzeyi uluslararası koruma altına alınacak ve Irak uçaklarının bu sahaya girmesi yasaklanacaktı.
Devam eden süreçte Kürt partileri, bölgeyi yönetmeye başladı. Mayıs 92’de seçimler yapıldı. PKK eksenindeki Kürdistan Özgürlük Partisi’nin (PAK) ve Irak Milli Türkmen Partisi’nin seçime girmesi çeşitli gerekçelerle engellendi. Barzani’nin Kürdistan Demokrat Partisi yüzde 45, Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği yüzde 43 oy aldı. Özal, seçimlerden birkaç ay sonra, Temmuz ayında Barzani ve Talabani’yi ağırladı. KDP ve KYB’nin Ankara’da büro açmalarına izin veren Özal, iki lidere diplomatik Türk pasaportu da sağladı. IKB Meclisi ise Ekim 92’de Kürt Federe Devleti’ni ilan etti ve bu özerk bölgenin Irak merkezi yönetimine bağlı olduğunu açıkladı. Bölgesel yönetim, daha sonraki yıllarda anlaşmazlıklar nedeniyle Erbil merkezli Barzani yönetimi ve Süleymaniye merkezli Talabani yönetimi şeklinde ikiye bölündü.
BUGÜN ADRES SURİYE
Turgut Özal, 17 Nisan 1993 günü ani bir kalp kriziyle öldü. Türkiye ile Irak’taki Kürt yönetimi arasındaki ilişkiler yıllar içinde değişken bir seyir izledi. Devlet bugün ise tıpkı 35 yıl önce olduğu gibi Kürt politikasında makas değişikliği yapabileceğinin sinyallerini veriyor. Dün manevranın sebebi Irak’taki siyasi gelişmelerdi, bugün adres Suriye…
Bugün ABD ile İsrail’in kumanda merkezinde olduğu Suriye’deki yeniden dizilim süreci, devleti, emperyalizmin bölge stratejisine adapte olarak Kürt realitesini tanıyan bir pozisyon alışa yönlendiriyor. Esad sonrası şekillenen denklemde, bölgedeki hareket alanı böyle genişmetilmeye çalışılıyor. Özal’ın Irak’taki Kürt planı, 35 yıl sonra Suriye sahasında güncelleniyor. Buradaki en büyük motivasyon, şüphesiz, Suriye’nin kuzeydoğusundaki işbirliğinin iç politikaya taşınarak mevcut baskıcı düzenin tahkim edilebileceği hesabıdır. Erdoğan’ın farklı bir istikamette ısrar edip etmeyeceğini zaman içinde öğreneceğiz.
Bu siyaset stratejisi, Türk sağının iddia ettiği gibi Kürt sorununu emperyalistlerin elinden almıyor, tam tersine soruna bizzat Batılı güçlerin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilen süreçler dolayımında değer biçerek onun siyasal, tarihsel ve toplumsal yönlerini yok sayıyor. Mesele “jeopolitik çıkar birliği” çerçevesine ölçeklenirken, iç siyasette de daha anti-demokratik, baskıcı bir evreye geçmek amacıyla bir kaldıraç olarak kullanıyor. Bundan dolayıdır ki Kürt sorununu reddeden zihniyet, amacına ulaşmak için “radikal” bir hamlede bulunarak Öcalan’ın devreye girmesini istiyor.
Savaş, bu dünyada sona ermesi en hayırlı şeydir fakat stratejik hesaplarla kurulan “barış ve kardeşlik”, yarın yine o hesaplar gereği bozulmaya mahkûmdur. Tabii kurulabilirlerse…