Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması üzerine başlayan olayları takiben gençler ya da en azından bazı gençler üzerine konuşmak ülkenin tekrar cari bir meselesi haline geldi. Bu gayet anlaşılabilir bir gelişmeydi. Nitekim, siyasi bir aktörün dahası Erdoğan’ın müstakbel rakibinin hukuk yoluyla etkisiz hale getirilmesine en şiddetli ve en hızlı tepkiyi büyük bir kısmı öğrencilerden oluşan gençler gösterdi. Söz konusu gençlerin isyankâr yatkınlıklarının niçin ve nasıl geliştiğine yönelik türlü izahlar yapıldı. Bir tarafta; gençleri, ülkenin derin buhranlı vaziyetinde kaybedecek hiçbir şeyi olmayan kurtarıcı ama umutsuz şövalyeler olarak gören aklınca onları takdis eden büyüklerinin övgüleri varken, diğer tarafta ise yine aynı gençleri kendi menfaatlerini tayin etmekten aciz gören, onları kâdiri mutlak devletin damgalama ve etkisizleştirme mekanizmalarından haberdar eden pek kalender nasihatçilerin tavsiyeleri vardı. Fakat gerçeği örten bu idealist yaklaşımlardan farklı olarak gerçekçi bir kavrayış çok azdı.
Gençlere dönük gerçekçi bir kavrayıştan bahsetmenin en temel koşulu inceleme nesnesini belirlenebilir bir hale sokarak onu soyutluktan kurtarmaktır. Gençler evet ama hangi gençler? Bu soruyu cevaplamak üzere çıktığımız yolda karşımıza sürekli bir ayrım çıkacaktır. Ettiğimiz her kelam bir ayrımın var olduğunu bize gösterecektir. Çünkü “hangi gençler” sorusunun cevabı her ne olursa olsun cevap kümesi dışında kalan gençler de muhakkak olacaktır. Bu da bir “ayrım” yaratacaktır. Ben bu ayrımın ismini Gramsci’yi yardıma çağırarak “Bilenler ve Bilmeyenler”[1] olarak koymayı teklif etmekteyim. Böylelikle olan biten, 19 Mart sürecini de içine alabilecek bir Türkiye Tarihsel perspektife oturacaktır. Gramsci, Bilenler ve Bilmeyenler ayrımını siyaset biliminin kurucusu, Machiavelli’nin ama esasında Medicilerin hikayesinden çıkartmaktadır. Hikâye ve hikâyeden çıkarılacak teori bize 19 Mart gençliğini anlamanın ve onu politik olarak işe koşmanın imkanını sunacaktır.
Başlangıç için Hikâye
Medici Ailesi, zamanın yöneticilerin pek de tamah etmediği tacirlik yoluyla muazzam büyüklükte servet edinmiş bir aileydi. Bu servet birikmesiyle eş zamanla olarak da politik olmaya namzet bir güç de ailenin etrafında toplanmıştı. Güce ve paraya kavuşan aile; bu şartlar altında, bu ikisine sahip olan birinin isteyeceği yegâne şeyi yani “iktidarı” istemişti. Fakat o tarihlerde iktidar tevarüs edilen bir şeydi. Ailenin eksikliği de kandan öte tam olarak varisin sahip olduğu her türlü görgüden yoksun olmaktı. Yönetme konusunda mutlak bir cehaletleri vardı. O zamanki siyasetnameler ise iktidar varislerinin namı hesabına yazıldığından aileyi bilgilendirmekten çok uzaktı. Aksine mevcut siyaset yazını Medicileri, muhali arzulayan müşkülpesent bir aile haline getirebilirdi. İşte tam bu noktada tarih sahnesine Machiavelli adında biri çıktı ve Medicilere, muhkem burçların ardındaki saray koridorlarında olup bitenleri, vüzera takımının iş tutma biçimlerini ve en önemlisi toy bir prensin nasıl kurt bir krala dönüştüğünü sarahaten anlattı.
Hikâyenin İbretleri
Gramsci’nin benim yazdığım Mediciler hikayesi çok basit bir gerçekliği ifşa etmektedir. Siyaset bir görgü meselesidir. Yani, bazı insanlar kendilerini siyaset aleminde bulur. Oturmayı, kalkmayı, konuşmayı siyasetçe öğrenirler. Bu alemde kazandıkları tüm alışkanlıkları adeta bedenlerinin bir parçası haline gelir. Gramsci’nin ifadesiyle, “Yöneticiler geleneğine doğan bir kimse, hanedana ya da mirasa ilişkin çıkarlarının egemen olduğu, aile çevresinden edindiği bütün eğitimi boyunca neredeyse otomatik olarak gerçekçi siyasetçinin niteliklerini kazanır.[2] Bedenselleşen bu nitelikler müstakbel nesle intikal eder ve muktedirler muktedir olarak kalmaya devam eder. İktidarın kendini yeniden üretmesi basitçe bu şekilde gerçekleşir. Bu insanlar Bilen insanlardır.
Terazinin diğer kefesinde ise siyaseten bazı görgüsüz cahiller vardır. Bu insanlar bahsedilen siyasi ilişki ağlarından uzakta, merkezi mutlak iktidarın periferisinde yetişmiştir. Dolayısıyla siyaset aleminin yabancılarıdır. Ama gerekli koşullar oluştuğunda her yönetilen gibi yönetme işine, iktidara talip olurlar. İktidar serüveni olmayan görgüsüzlerin siyaset aleminde tutunmak için gayret göstermesi ise türlü yeniliklere gebedir. Neyi, nasıl yapacağını bilmeden bir şeyler isteyen bu insanlar her şeyi alt üst edebilir. “O halde Bilmeyenler kimlerdir?” diye sorar Gramsci ve cevap verir, “zamanın devrimci sınıfı”[3]
İdeolojik Görüntü
Bu ayrımın Bilen tarafının açıkça bir gelenek üzerine oturduğu görünmektedir. Daha doğrusu gelenekselleşmek Bilen olarak kalmak için bir zarurettir. Bilen sınıflar, kadroları dolduracak görgülü siyasi seçkinleri yetiştirmek zorundadır. Fakat tüm bu süreç için vazgeçilmez olan bir başka husus daha vardır. O da Bilenlerin varlığını herkesçe anlamlı ve meşru hale getirecek bir hikâye kurgulamaktır. Bu kurgu yani basitçe ideoloji, Bilen Bilmeyen ayrımının görüntüye kavuşmasıdır. Ortada hali hazırda somut bir ayrım vardır. Bilen ve Bilmeyen fiili olarak zaten ayrılmıştır. Fakat Bilenler ayrımı bu maddi temeller üzerine sunmak istemez. Bu açıdan ideolojik görüntü, fiili olarak var olan bir ayrımın maddi niteliklerini örtme işlevi görmektedir. Böylece mücadele, maddi gerçeklikten, sembolik gerçekliğe taşınır ve de maddi kayıpların önüne geçilir.
Bilmeyenin yani kendi zamanının devrimci sınıfının bu noktada yapması gereken şey ise ilk olarak geleneksel iktidar ideolojisini dağıtacak yeni bir anlatı kurgulamaktır. Gelenekselleşmiş siyaset seçkinlerinin yani Bilenlerin bir merkezde birleşmiş, suyun başını tutmuş ideolojisine karşı Bilmeyen sınıfın tek etkili silahı, tüm bu merkezileşmeyi dağıtmayı kendine hedef edinen dağıtıcı bir ideolojidir. Siyasi seçkinlikten dışlanmış olmaları sebebiyle ortak bir paydada buluşsalar da Bilmeyenlerin ideolojik konfigürasyonu çokça dağınık bir görüntü arz eder. Tüm bu dağınıklığı Bilen sınıfa karşı açılmış ortak bir cephede bir araya getirecek, Bilmeyenlerin tamamını bir sınıf olarak ittifak kurmaya itecek olan şey ise dağıtıcı ideolojidir. Bilmeyenlerin sınıfsal çimentosu, dağıtmayı hedefleyen bu ideolojidir: “Dağıtıcı İdeoloji”
Öte yandan siyasi seçkinlerin ideolojisini dağıtacak olan ideoloji, amorf bir niteliğe sahip olmalıdır. Her Bilmeyen kendini dağıtıcı ideolojinin bir parçası olarak görebilmelidir. Dağıtıcı ideoloji bu açıdan Bilmeyenler arasındaki ittifak stratejilerinde tolere edilebilir bir niteliğe sahip olandır. Bu açıdan amorftur. Dağıtıcı ideolojinin sahip olması gereken diğer bir özellik ise sembolik gerçekliğe çekilen mücadelede en az bilen sınıfın ideolojik kurgusu kadar sahici ve meşru olması gerekliliğidir. Ancak bu şekilde Bilmeyen sınıfların iktidar arzusunu görüntüsü olabilir.
Türkiye’ye Tatbikat
Tüm bu teorik alt yapıyı yukarıda da dediğim gibi “Hangi Gençler” sorusuna cevap vermek ve bu soruyu Türkiye Tarihsel bir zemine oturtmak için kurdum. Fakat Türkiye Tarihsel bir anlatı oluşturmaya kâdir bir teorik çerçeve, fazlasıyla iddialı ve bir o kadar körleştirici bir perspektif sunmaktadır. Körleştirici olması, gerçeğin bir veçhesini yegâne suret haline getirmesinden, iddialı olması ise uzun zaman dilimlerini büyük kelimelerle açıklama gayretinden kaynaklanmaktadır. Cazibesi ise cari bir olayı büyük bir anlatı içerisine yerleştirerek onu anlamlı bir tarihin anlamlı bir parçası haline getirebilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu cazibeye kapılarak bu teoriyi Türkiye’ye tatbik edelim.
Türkiye’de modern devlet ile modern siyasetin ortaya çıktığı dönemlerden bu yana her zaman siyaset işini tevarüs eden bir takım iktidar seçkinleri ve onların karşısında tevarüs edilmemiş bir iddiayla siyasete bulaşan sınıflar mevcuttur. Ayrım kabataslak şu şekilde görünür: Ülkenin imkanlarının ve zenginliklerinin büyük bir kısmı azınlık ve elit bir sınıfa tevdî edilir. Öte yandan bu sınıfın fertlerinin içerisinde oldukları ilişki ağları, devlet gücünü kolaylıkla yardıma çağırabilir. Dolayısıyla Bilenler, bu farkındalıkla hayatlarına bakıp ona göre gelecek planları yapar ve hayal kurar. Bir istikrar ve düzen oluşur, herkes işini yapar. Kimse vazifesi olmayan bir işe burnunu sokmaz. Fakat yukarıda sıraladığım gibi Türkiye’de bu düzene itirazı olan siyaset görgüsüzleri her zaman çıkar.
Erdoğan idaresi altındaki Türkiye’de ayrımın hikayesi bir itiraz olarak başlamıştır. Hikâye, yeni şehirleşen bir sınıfın İslamcı ideoloji etrafında kenetlenmesi sonrasında İslamcı kadroların, bu sınıflar içinden süzülerek oluşmasıyla devam etmiştir. İslamcı kadrolar, siyasetin kurdu olmuş Kemalist kadroları al aşağı etmek üzere tüm görgüsüzlükleriyle üzerlerine vazife olmayan siyaset işine karışmış ve günün sonunda bu hedeflerine ulaşmıştır. Bilmeyen İslamcılar yeni Bilenler olmuştur. İktidar oldukları ve iktidarını yeniden üretmeleri gerektiği için de İslamcılar, zamanla Bilen sınıf yatkınlıkları geliştirmeye başlamıştır. Ve Bilenlerin ilişki ağları zamanla oluşmuş, birileri bunun haricinde birileri dahilinde kalmıştır.
Erdoğan idaresinin Bilen sınıf oluşturma mekanizmaları, İslamcı iktidar kuvvetlendikçe ve ekonomik anlamda büyüdükçe daha da belirgin ve görünür hale gelmiştir. Kamusal alanı her yerinden kuşatacak insan kaynağı üretim ve tedarik örüntüleri belirginleşmiş. Artık ülkede yaşayan herkesin kolaylıkla fark edebileceği yeni bir Bilen sınıf oluşmuştur. Kendilerini Bilmeyenlerden ayıran ilişki ağları, mensubiyetleri, gündelik pratikleri olan İslamcı iktidar seçkinleri yani Bilenler.
Bilenler
Kendisini Bilen sınıfın içinde bulun fert yani İslamcı ilişki ağlarında bulan fert doğal bir şekilde siyasi yatkınlar kazanır. Çocukluğundan itibaren babasını, annesini izleyerek onların sosyal çevrelerini gözlemleyerek yetişir, burada daha sonra kazanılacak olan siyasal nitelikleri aşan sahici yatkınlıklar geliştirir. Fakat herkes bu kadar şanslı değildir ve iktidar yalnızca bu insan kaynağıyla yeniden üretilemez. O halde insan kaynağı tedariği bir koşul haline gelmektedir. Bu sebeple iktidarın merkezinde olmayan insan kaynakları merkeze yürütülür. Bunun için sağlanması gereken koşullar vardır. Öncelikle bir ayrıcalık görüntüsü oluşturmalı, başka yerlerde olmayan imkanların buralarda ziyadesiyle olduğuna muhataplar ikna edilmelidir. Ve iktidar eğer yeterince zenginse bu koşulları kolaylıkla sağlar. Merkezlerde bulunan proje İmam Hatip okullarının son 10 yılda Türkiye’de üstlenmiş olduğu vazife, bahsettiğim durumun yalın bir gerçekliğini sunmaktadır.
Anadolu lisesine giden, düz bir İmam Hatip’e veyahut marka liseye giden bir gençten farklı olarak söz konusu genç, proje İmam hatip lisesine geldiği andan itibaren siyasal anlamda özellikli ve ayrıcalıklı olduğu telkinleriyle büyür. Telkinlerin içeriği basittir; ülke yönetilmek üzere onu beklemektedir, Erdoğan onun için mücadele etmiş ve bir düzen kurmuştur, onun vazifesi bu düzenin sonraki neferi olarak bu sürekliliği sağlamaktır. Bu söylem İslamcı ideolojiyle görüntüsüne kavuşur. Fakat imam hatipli bu telkinlerden, ideolojik coşkulardan çok daha sahici ve siyasal hayatta etkili olan bazı davranış kalıpları tevarüs eder. Okulundaki hocasının, yurttaki belletmen abisinin ablasının, okuma halkalarına-konferanslara gelen kariyerli büyüklerinin bedenselleşmiş kişilik stratejilerini farkında olmadan tevarüs eder. Konuşma tarzı, oturma, kalkma, duruş biçimi böylece şekillenir. Bu alışkanlarının yarattığı mümkünler uzayında düşünüp eylemeye başlamayı öğrenir.
İslamcı aileden gelenler de imam hatipliler de İslamcı iktidarın kendini yeniden üretmesi noktasında yeterli değildir. Bu sebeple İslamcı iktidar, hayatın öğrencilik kısmının son kertesi olan üniversiteleri de insan üretim ve tedarik örüntüsünün bir parçası haline getirir. İslamcı ilişki ağlarına doğal yollarla eklemlenmenin son yolu Üniversitelerdeki İslamcı iktidarla iltisaklı kulüplere dahil olmaktan geçer. Bu kulüplerin birçok işlevi vardır. İlk olarak imam hatiplilere üniversitede bir imam hatip iklimi oluşturmaktır. Böylelikle bir imam hatipli sosyal bir kriz yaşamadan üniversitede de steril bir hayat sürecektir. Kulüplerin diğer bir işlevi ise yeni insan tedariğidir. Başka şehirlerden örneğin İstanbul’a gelmiş dünyadan haberi olmayan Anadolu veya fen liseli gençlerin sosyalleşme ihtiyaçları kullanılarak her biri İslamcı network ağlarının bir parçası haline getirilir. Bu kulüplerin etkinlikleri, diğer siyasi angajmanı olmayan kulüplerinkine nazaran fazlasıyla lüks ve şatafatlıdır. Devlet imkanlarını kolaylıkla yardıma çağırabilirler. Örneğin birkaç yıldır sürekli rastladığımız üniversite iftarları bu kulüplerin düzenlediği etkinliklerdendir.
Tüm bu süreçler İslamcı networklere giren genç nesillere bir görgü ve bu görgüden taşan bir bakış açısı kazandıracaktır. Bu görgü açıkça Bilenlerin görgüsüdür. Akranları en azından orta sınıf olabilme arzusuyla, hayat gailesi ve dersleriyle meşgul olurken Bilen; falanca devlet kurumunda çalışan ağabeyinden staj ayarlayacak, filanca proje kapsamında Avrupa seyahatleri yapacaktır. Adeta arpalık haline gelmiş kadrolardan hangisini seçeceğini düşünecektir. Yalnızca toplumsal histeri krizlerinde siyasallaşan akranına karşılık iktidar namzeti olan Bilen siyasetin göbeğinde yaşamaktadır. İşte burada siyasetin görgüsüzleri, merkezi iktidardan ve onun nimetlerinden uzak kalmış, bahsi geçen mensubiyetlere, ilişki ağlarına sahip olmayan Bilmeyenler ortaya çıkmaktadır.
Bilmeyenler
Bilmeyenler kabaca Bilenler dışında kalanlardır. Fakat her Bilmeyenin durumu aynı değildir. Gramsci’nin “zamanın devrimci sınıfı” olarak nitelendirdiği Bilmeyen, Bilen ilişki ağlarına mensup olmadığı gibi onlardan medet de ummayan, kendi kol gücüne ve ahlakına dayanandır. Bu ekonomik ve maddi olgunluğa erişmiştir. Bilmeyenler arasında kendini bulanın veya sonradan buraya dahil olan birinin, bir devletlu büyüğün iltifatına mazhar olup mümbit bir yere kapak atabileceğine dair en ufak bir inancı yoktur. Meselelerini dolayımsız çözer.[4] Niteliklerini geliştirerek veya onlara yenisini ekleyerek hayata tutunmanın peşindedir. Saray koridorlarındaki fiskoslardan, rant paylaşılan ilişki ağlarındaki iş tutma biçimlerinden haberdar değildir. Siyasetin ne olduğunu, nasıl yapılacağını bilmez. Türkiye’nin şu anki vaziyetinde bu sınıflar şehir merkezlerinde yaşayan seküler orta sınıflardır.
Seküler orta sınıfı diğer bilmeyen sınıflardan ayıran en asli özelliği savaşsız geçen bir yüzyılın sonunda belirli bir servet birikiminin yol açtığı ekonomik özgürlüğe sahip olmalarıdır. Öte yandan bu servet birikimin yol açtığı kapsamlı kültürel iddiaları vardır. Çeşitli kültür pratiklerinin ayrıcalıklı müdavimleridirler. En nihayetinde, bir ahlak standartı oluştururlar. Sahip oldukları tüm bu dolayımsız imkanlar ve kazanımlar seküler orta sınıflarda “moral güç” olarak ortaya çıkar. Var olmak için her şey tamamdır ama tek bir şey eksiktir. Tıpkı Medicilerdeki ya da o meşhur üç soruda ifade edildiği gibi: “Tiers- État nedir? – Her şey. Şimdiye dek siyasal düzen içinde ne olmuştur? – Hiç. Ne istemektedir? – Bir şey olmak.”[5]
Seküler orta sınıflar, tüm moral güçlerine rağmen siyasal anlamda hiçlik içindedirler. Bu durumun en çok farkında olanlar ise bu sınıfın gençleridir. Çünkü Bilmeyenler içine doğmuşlar ve Bilmeyenlerin moral gücünü tevarüs etmişlerdir. “Hangi gençler” sorusu da burada cevabını bulmaktadır, bilmeyen ama bir şey olmak isteyen gençler. 19 Mart ile billurlaşan olgu, seküler orta sınıf gençlerinin “bir şey olma” arzusunun ta kendisidir. Devlette kendine alan açma, devleti yardıma çağırma, meselelerini devleti araya sokarak çözme bir şey olma arzusunun altında yatan temel sebeplerdir. Mücadele bir kadro, kariyer ve de bir iktidar mücadelesidir. Dolayısıyla kendilerince hak edilen bir hayatı sürme mücadelesidir.
Seküler orta sınıf gençler, İslamcıların iktidarında devletin kapılarının tamamen kendilerine kapalı olduğunu bilmektedir. Bu sebeple polislerin her göstericiyi kayda aldığı meydanlarda, damgalanmaya aldırış etmeden protestolar tertipleyebilmektedirler. Birileri için açık olan devlet kapıları bu sınıfın fertleri için var dahi olmadığından bu tarz yersiz kaygılara sahip değillerdir. Dolayısıyla bu isyankâr haller asla bir aymazlık ya da kendi menfaatini takdir edememe değildir. Daha önce gördüğümüz, daha sonra da göreceğimiz bilinçli bir imkân yaratma çabasıdır.
19 Mart ile karşı karşıya kaldığımız şey, belki de bir süre sonra sönümlenecek protestolardan veya boykot stratejilerinden çok daha uzun erimli olan yapısal bir ayrımın görünür hale gelmesidir. Olaylar, Erdoğan iktidarı döneminde siyasal cehalete itilmiş sınıfların, yönetici olma arzularının bir ortaya çıkış biçimidir. Esas olan bu sınıfların iktidar hevesleri ve bu heveslerinin devrimci niteliğidir. Görgüsüzlerin, iktidara yürüyerek her şeyi alt üst etme, düzen bozma potansiyeli; İmamoğlu’nu da CHP’yi de veya İslamcı iktidar elitlerinin müstakbel muhaliflerini de belirli bir politik hatta oturtacak teorik seti oluşturmaktadır. Bilmeyenlerin yaptıkları, tüm görgüsüzlüklerine rağmen siyasalın ta kendisidir. İktidar vadeder.
Son olarak Bilmeyenlerin, fiili ayrımı sembolik bir gerçekliğe kavuşturması gerekmektedir. Bilenlerin ideolojisini dağıtacak bir ideolojik hat kurulması gerekmektedir. Bu ideoloji, ittifak stratejileri geliştirecek her Bilmeyeni hikâyenin bir parçası haline getirebilecek amorf bir nitelikte olmalıdır. Öte yandan İslamcılık gibi dört başı mamur bir iktidar ideolojisini kırabilecek kadar kendiliğinden meşru olmalıdır. Yukarıda bahsettiğimiz şekilde, Bilmeyenler bir dağıtıcı ideoloji kurgulamalıdır. Bu noktada, 19 Mart gençliğinin pankartlarının, sloganlarının dağıtıcı ideolojinin içeriğini oluşturup oluşturamayacağı ise bir sorunsal olarak durmaktadır. Dahası atılan tüm bu sloganlar hangi koşullarda dağıtıcı bir işlev görecektir?
[1] Bilen ve Bilmeyen ayrımı Gramsci’nin Dipnot yayınlarından çıkan Modern Prens metninin 21, 22 ve 23. sayfalarında kullanılan ama daha sonra çok sık karşılaşmadığımız bir ayrım. Metnin İngilizcesinde “bilmeyenin” karşılığı olarak “those who do not know” ifadesi kullanılmaktadır. (Foreign Languages Press, Paris 2021, s. 133) “Bilen” ifadesine tırnak işareti içerisinde ve “those who know” şeklinde rastlamasam da ayrımın sarahaten Gramsci tarafından kurgulanması bu kavramın varlığına imkan vermektedir.
[2] Antonio Gramsci, Modern Prens, Dipnot Yayınları, 2. Baskı, 2018, Ankara, s. 22.
[3] A.g.y., s. 22.
[4] 19 Mart olaylarının ilk günlerinde, Galatasaray Üniversitesi’nde yaşanan bir olay bu durumu muazzam bir örneklik sunar. Bir grup protestocu öğrenci tüm ahlaki üstünlükleri ve kendi güçleriyle sınıflara girerek boykot çağrısı yaparlar. Dersleri boykot etmeyen öğrencilere ise “Tayyipçiler” diye çıkışırlar. Buna mukabil Tayyipçilikle itham edilen öğrencilerden biri Ak Partili Özlem Zengin’i arayarak durumdan şikayetçi olur. Bu olayda, gücünü devletle dolayımlayan ve kendi kol gücünü kullanan iki öğrenci tipi ortaya çıkar.
[5] Emmanuel-Joseph Sieyes, “Üçüncü Sınıf Nedir”, s. 7, İmge Kitabevi.