Bahçeli’nin 1 Ekim’de uzattığı elin bizi getirdiği yeri anlamaya çalışırken ortaya uzunca bir metin çıktı. Sabrınız için şimdiden teşekkür ediyorum. Durum şimdilik bir Osmanlı minyatürüne benziyor: Bir eli toka için kalktı, öbür elinde kement var.
1- AHMET ÖZER NEYLE SUÇLANIYOR?
Bahçeli’nin DEM Partililere uzanan eli hâlâ havada ve her gün yeni bir yere yöneliyor. El İmralı kapısını araladığında “açılım”ın ciddiyeti ve samimiyeti için bir işaret sayılabilirdi ama aynı el orada durmadı, döne dolaşa Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tutuklanmasına ve yerine “kayyım” demeden kayyım atanmasına vardı.
Önce şu soruya cevap verelim: Ahmet Özer’e yönelik suçlamanın ciddiyeti nedir? Tutuklama yoluna gidildiğine göre çok ciddi olmalı, ne kadar ciddi bakalım.
Soruşturma gizlidir elbette ama bu soruşturma neredeyse canlı yayın eşliğinde yapıldı, ithamlar iktidar yanlısı televizyonlarda, elinde sopa tutan adamlar eşliğinde ballandıra ballandıra ayrıntılandırdı. Ne yapmıştı Ahmet Özer?
Kullanılan delillerden biri 28 Mart 2016’da Diyarbakır D Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde ele geçirilen bir dijital doküman. Cezaevinde dijital doküman ne arar? Gizlice sokuldu diyelim, alanlar onunla ne yapar? Ketıla koyarak mı kullanır? Bilmiyoruz. Bu doküman ele geçince soruşturma başlatılmış, yani soruşturma dokuz yıl önce başlamış. Fiziki takip ve iletişimin dinlenmesi yoluna başvurulmuş hemen.
Peki iletişim dinlenmesi/fiziki takip, teknik takip ne kadar sürebilir? Fiziki takip için kanunda öngörülmüş bir süre yoktur, takibi yapanlar suçu, faili ve delillerini bulana kadar çalışır, ama kanunda süre yok diye uzadıkça uzamaz, makul bir sürede bitirilmelidir iş. Makul süre ne kadar? Her olayın özelliğine göre bu süre tayin edilir ama mesele hukuk değil de anti-hukuk ise dokuz yıl da sürebilir, 19 yıl da 99 yıl da.
İletişim dinlemesi ise kanunda süreye bağlanmış: CMK’nın 234’üncü maddesine göre bu yetki iki ay için verilir, gerekli görüldüğünde bir ay daha uzatılabilir. Mesele “örgüt faaliyeti” ise hakim birer aylık süreler daha verebilir ama bu da üç ayı geçemez.
Toparlarsak, dokuz yıllık bir teknik takip-iletişim dinleme imkanı hukuken bulunmuyor, yani “tutuklama” kararında dile getirilen gerekçe hukuki değil. Hukuk dışı bile değil, anti-hukuk gerekçesi.
Bu hukuksuz takibatta hangi delillere ulaşılmış peki? M.K. adlı bir yurttaşın annesi ölmüş, Ahmet Özer taziye için telefon etmiş, telefonda rahmetliye övgü olarak, “Sizin gibi değerli evlatlar yetiştirdi” denilmiş. Ee? E’si şuymuş: M.K.’nin üç kardeşi daha varmış ve bunlardan ikisi “örgütün kırsal alanında”yken biri de yine örgüt üyeliğinden cezaevindeymiş. Peki konuştuğu kişiye bir suçlama yöneltilmiş mi? Hayır, olsa o da gerekçede yazardı. Suçlu olmayan bir kişiye taziyede bulunmak, merhum anne için hüsnütabirler kullanmak suç mudur? O kişinin kardeşleri suçlu olsa bile? Kaldı ki taziye telefonu suçu diye bir suç olamayacağı gibi kendisi de bir suç delili olamaz. Bunun yetmeyeceği bilindiği için başka bilgiler de var:
“… hakkında PKK/KCK terör örgütünden işlem bulunan 694 farklı kişiyle iletişiminin olduğuna, bu şahısların 47’si hakkında arama kaydı olduğuna, beş şahsın cezaevinde bulunduğuna üç şahsın hakkında uluslararası arama kaydı olduğuna ve bir şahsın da hakkında kırmızı bültenle arama kaydı bulunduğuna dair yapılan tespit…”
O 694 kişi hakkında nasıl işlemler bulunuyor peki? Mesela takipsizlik kararı mı verilmiş, soruşturma mı açılmış, kovuşturma mı açılmış, ne olmuş? Cevap yok. Onlarla iletişimin özellikleri ne? Telefon mu etmiş, yolda mı selamlaşmış, mektup mu yazmış, sosyal medyada mı takipleşmişler, ne olmuş? Belli değil. Sadece 47’si hakkında arama kaydı varmış, beşi uluslararası aranıyormuş, biri için de kırmızı bülten varmış. Ne türden “iletişim”de olduğuna dair bilgi yine yok. Bu bilgileri içeren iletişim takibi/teknik takip tutanakları da yok.
Esenyurt belediyesindeki odada yapılan aramada “örgüt lehine yayın yapan dergi” bulunmuş, nasıl bir dergi bu peki? Yasaklanmış, toplatılmış bir dergi mi? Örgütün iç iletişimde kullandığı bir dergi mi? Belli değil. Dergi bulundurmak tutuklama getiren bir “fiil” mi? Hem de bir akademisyenin dergi bulundurması? Tek güncel delil bu.
Tutuklama gerekçesinde yer almayan ama iktidarın şipşak yorumcularının üstünde çok tepindiği bir “delil” de, 2013-15 çözüm süreci döneminde İmralı’daki görüşmelerde adının geçmesi. Öcalan bir kitabını da okumuş. Yani ortada Ahmet Özer’in bir fiili ya da sözü yok, “çözüm heyeti” ile Öcalan gıyapta konuşmuşlar, beğenilerini ve çözüm için yararlı bir kişi olabileceğini dile getirmişler. Bir kişinin, başkasının fiil ve sözlerinden ötürü suçlanabileceğini de öğrenmiş olduk böylece.
Uzatmak yararsız. Bir kurgu dosya söz konusu. O halde ikinci soruya geçelim.
2 – AHMET ÖZER NİYE HEDEF ALINDI?
Cevap zor değil: Esenyurt sadece Türkiye’nin en büyük ilçesi değil. Batı’daki büyükşehirlerde Kürtlerin çoğunluk olduğu belki de tek yerleşim. Son yerel seçimde “muhalefetin zaferi”ni sağlayan CHP-DEM Parti mutabakatının en önemli ilçesi. Bir de ilave: Ahmet bey başkan seçilmeden önce Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun danışmanıydı. O zaman Ahmet Bey’e hamle yapmak, CHP’nin Kürtlerle kurduğu başarılı seçim girişimine hamle yapmak anlamına gelir; bununla da sınırlı değil, konuya döneceğim ama şimdi yeni bir soru: Ortada bir süreç varsa eğer, Ahmet Özer hamlesi bunu nasıl etkiler
3 – AHMET ÖZER’E HUKUKİ SALDIRI “SÜRECİ” NASIL ETKİLER?
Buna cevap verebilmek için ortada gerçekten ciddi, samimi bir süreç olduğunu kabul etmek gerekir. Bu kabulle hareket ettiğimizde hamleyi anlamlandırmak pek kolay değil ama diyelim ki ciddi ve samimi bir süreç var, iktidar bu girişimle sunu söylemiş olur o zaman: Süreç başlamadı, çünkü başlaması için Öcalan’ın (TBMM’ye gelip) konuşmayı kabul etmesi lazım, o kabul etmeden eski hukuki, siyasi ve askeri tutumumuz ne ise aynen devam eder. Bu durumda hedef hem İmamoğlu üzerinden CHP’yi zayıflatma/karıştırma, hem CHP ile Kürtler arasında 2019’dan beri kurulan ve giderek başarılı görünen taktik ittifakı zayıflatma/bozma ve hem de Öcalan’ı daha az şey talep ederek iktidarın istediğini yapmaya zorlama olarak tanımlanabilir. Peki hal böyleyken süreç hala ilerleyebilir mi? Böyle bir süreç nasıl bir süreç olabilir? Öcalan böyle bir zorlamayı kabul eder mi? Bu sorulara geleceğiz, ama önce Ahmet Özer’e yönelik işlemin başlatıldığı gün Erdoğan’ın neler söylediğine bakmamız lazım, bunun sorusu şu: Erdoğan’ın konuşmasının şifreleri neler?
4 – ERDOĞAN’IN NUTKUNUN ŞİFRELERİ: İDEOLOJİK ÇERÇEVE
Cumhurbaşkanı ve AK Parti genel başkanı Erdoğan, partisinin grup toplantısında, Cumhuriyeti “Osmanlı miras”ı olarak tanımlayıp geçen 101 yıl içinde yaşanan sorunların “cumhuriyet”ten kaynaklanmadığını söyledi:
“Geçtiğimiz bir asır boyunca yaşadığımız sorunlar Cumhuriyet’ten değil, Cumhuriyet fikrinin arkasına saklanarak zulmedenlerden, onu istismar edenlerden, ona ihanet edenlerden kaynaklanmıştır.”
Peki kim bunlar? Zulüm, istismar, ihanet edenler kimler? Konuşmada buna dair bir alamet yok, ama biz cevaba gelmeden önce, konuşmaya hakim temalardan biri üzerinde az duralım. Bahçeli’nin “bin yıllık kardeşlik” kalıbını Erdoğan da tekrar etti, Malazgirt savaşında Kürtlerin Türklerle beraber olduğundan dem vurarak, “Cumhuriyetimizin mayası kardeşliktir” dedi. Ne olduğunu anlamaya çalıştığımız mevcut Bahçelinin eli projesi için de anahtar söz olarak kardeşlik vurgusu vardı: “Terör belası başta olmak üzere kronik sorunlarımızı çözmek, kardeşliği pekiştirmek, Türkiye’yi kardeşlik ekseninde büyütmek için bugün önümüze bir kez daha bulunmaz bir imkân çıkmıştır.”
İmkan? Yani başlattığı süreç. Bin yıllık kardeşlik 101 yıl önce kurulan cumhuriyetin mayası iken ne olmuşsa olmuş cumhuriyet hamuru aradaki 100 yılda bozulmuş, şimdi yeniden karılması gerekiyor anlaşılan. Peki ne olmuş? Zulüm. İstismar. İhanet. Kim yapmış? “Cumhuriyet fikrinin arkasına saklanan”lar. Kim bunlar? Konuşmada bir cevap yok. Fakat eski konuşmalarda var, AK Parti’nin dördüncü olağan kongresinde, 30 Eylül 2012’de Erdoğan’ın söylediği sözler bize yol gösterebilir; esasen o konuşma ile dünkü konuşma arasında önemli paralellikler de var zaten, örneğin o konuşmadan iki üç ay sonra “çözüm süreci” başladı.
O konuşmadan: “Gazi Mustafa Kemal’in başlattığı, ama bizzat yakın arkadaşları tarafından inkıtaya uğratılan anlayışın, hoşgörünün, demokrasinin, özgürlüklerin Türkiye’ye hakim kılınmasını istiyorlardı.”
Mustafa Kemal’in “yakın arkadaşları” imiş demek bunlar, aynı konuşmada bir de dönemleştirme var: “Tek partili dönemde ötekileştirilen gayrimüslim, Alevi ve diğer etnik gruplara mensup insanlarımız ile mütedeyyin vatandaşlarımız lehine iyileştirmeler yaptık.”
Aynı konuşmada somut tarih verilen bir kısım da vardı elbette, elbette, izninizle biraz uzun bir alıntı:
“1940’lı yıllar boyunca, Türkiye’de, millete, milletin değerlerine, milletin kutsallarına karşı aleni bir savaş yürütüldü.
Bu ülkede camilerin kapılarına kilit vuruldu. Camiler ahıra, depoya, müzeye çevrildi. Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek de, öğretmek de, okumak da yasaklandı. Ezan aslına mugayir bir şekle çevrildi. İnsanların her türlü özgürlüklerine kısıtlama getirildi. Sakal bıyıktan, giyim kuşama kadar standart bir insan tipi, standart bir kafa yapısı inşa edilmek istendi.”
Yani? Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı, 1940’lı yılların (1938 sonrasının) cumhurbaşkanı İsmet İnönü! Bir günah keçisi formülü bu: Kardeşliğimizin şimdi yeniden pekiştirilmesi gerekiyorsa, “Atatürk’ün yakın arkadaşlarının ihaneti” yani “tek parti dönemi”nde yapılanlar yüzünden, hamur bozulduysa bilhassa “1940’lı yıllardaki zulümler” yüzünden. Söylenenlerin hiçbiri 1940’larda başlamıyor elbette, mesela ezanın Türkçeleştirilmesi kararı 1932’de yani Mustafa Kemal cumhurbaşkanı iken alındı, ama işte 2012’de konuşmada görülmeyen formül bu sefer bulunmuş: “Yakın arkadaşların ihaneti.” Zaten kendisinin olmadığı 1940’lı yıllarda da zulüm ayyuka çıkmış. Koçgiri 1920-21’deydi, Diyanet’in kurulması 1924’teydi, Şeyh Sait 1925’ti, Dersim 1937-38 idi ve hepsinde Mustafa Kemal tüm kudretiyle işinin başındaydı ama ne gam! Türkçü-İslamcı ideolojik hamurun mayasına az biraz da Mustafa Kemal tuzu atmadan iktidarı topluma okutmak kolay değil, o nedenle “cumhuriyet fikrinin arkasında saklanarak zulmeden, istismar eden, ihanet edenler” diye bir kategori uydurup, “cumhuriyette bir sorun olmadığı” tezini savunmak mümkün kabul edilmiş.
Konuşma bu haliyle, 2012’nin büyük ölçüde tekrarı, ama bir önemli farkla: O zaman MHP muhalefette ve iktidar “Ergenekon” diye bir yasadışı ihanet örgütünün varlığından emin! Şimdi MHP ile el ele iş görülüyor, konuşmadaki “millet” etnos üzerinden olmaktan çok din üzerinden tanımlı, yeni konuşmada ise Türkçü/İslamcı işbirliğinin mührü çok güçlü, bir de cumhuriyete ve Mustafa Kemal’e övgüler daha yüksek. Mevcut iktidar blokunun kadro ve ideolojik çerçevesine çok uygun; 12 yıllık tecrübeyi de içeren bir “hiper sağ” nutuk bu, özetle. Ama bu bir ideoloji ve tarih nutku değil, güncel ve siyasi bir nutuk, o zaman güncel çerçeve ne?
5 – ERDOĞAN’IN NUTKUNUN ŞİFRELERİ: GÜNCEL ÇERÇEVE
Erdoğan’ın dünkü grup konuşması, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e (Devlet herkesin devleti olmalı sözü nedeniyle) teşekkür ederken, 23 yıllık gecikmeden bahsediyordu. Yani Deniz Baykal ve tabii ki Kemal Kılıçdaroğlu’ndan bahsediyordu. Yani onları “ihanet, istismar, zulüm” hattının vekilleri sayıyor, Özel’e de “Sen onlardan değilsin” babından göz kırpıyordu. DEM Parti ise konuşmada “örgütün boyunduruğundan çıkmayan parti” olarak dışlanıyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan CHP’nin genel başkanı Özgür Özel’e teşekkür ederken, Ahmet Özer meselesini de bilhassa vurguladı grup konuşmasında. Bazı MHP’liler ve iktidarın medya ajitatörleri, sırada “Akdeniz Belediyesi, Toros Belediyesi ve İBB Meclisi’ndeki bazı kişiler” olduğunu dile getirdi. Bunları yan yana getirirsek: İBB Meclis’e yönelinecek. Yani Ekrem İmamoğlu’na. Özel’e teşekkür de anlam kazanıyor burada: Mesele “kardeşlik projesi”ne “Devlet Kürtlerin de devleti olmalı” sözüyle verdiği ses getiren desteği değil, CHP içi yarışta rakibi İmamoğlu aleyhine işlere cevaz vermesini sağlamak. CHP’nin iç iktidar mücadelesinde en istenmeyen kişi olarak Ekrem İmamoğlu’nu, peşinden Kemal Kılıçdaroğlu’nu görüyor iktidar; konuşmadaki “cumhuriyetin arkasına sığınanlar” silsilesi İnönü ile başlıyor, Baykal ve Kılıçdaroğlu üzerinden İmamoğlu’na uzanıyor. Çünkü İmamoğlu, CHP’nin Kürt seçmenin oyunu alma girişiminin en başarılı ismi, İstanbul’u iktidardan söküp alan adam.
Özetle, Özgür Özel’i hoş tutarak, onunla “normalleşerek”, Mansur Yavaş’ı da ideolojik-hukuki söylemlerle cesaretlendirerek bu yarışa müdahil olunuyor. İmamoğlu’nun tasfiyesi için “ahmak davası” pek güçlü görünmüyor mu, kolayı var: Terör görünümlü dava için de altyapı hazır.
Şimdi, bir aydır herkesin sorduğu bu süreç niye başladı sorusuna geçebiliriz, niçin, sadece iç siyasi kavga mı mesele?
6 – HER ŞEY “İÇ SİYASİ KAVGA” İÇİN MİYDİ YANİ?
Tartışmalar, dedikodular, şipşak yorumlar ve beyanat yağmurları eşliğinde sürerken, süreç niye başladı sorusuna üç yanıt berraklaştı:
Bir kesime göre Cumhur ittifakı bu adımı çok sözünü ettiği anayasa değişikliği ve sonraki cumhurbaşkanlığı seçimine hazırlık amacıyla attı, yani maksat Kürtleri yanına almak ya da muhalefetten uzaklaştırmak. Yani bir aldatma siyaseti.
Bir başka kesime göre ise içerde ve dışarda sıkışan Cumhur ittifakı, içerde gün geçtikçe belirginleşen yönetememe sorununa ve dışarda gün geçtikçe ağırlaşan tehditlere karşı bir hazırlık yapıyor, yeni eli mecbur.
Daha az taraftar bulan diğer bakışa göre ise iktidar bölgedeki karışıklıklarda bir fırsat gördü, yayılmacı Türkçü/İslamcı siyasal ekollerin hepsinin paylaştığı toprak genişletme emelleri gerçekleştirmek amacıyla bu girişim başlattı. Yani bu yine bir jeostarejik hamle ama bu sefer savunmacı değil emperyal.
Erdoğan-Bahçeli ikilisinin bütün nutukları “iç cephe” ve “dış cephe” vurgusunu içeriyor, Erdoğan’ın grup nutku da öyleydi. Ama izninizle grup nutkundan bir gün önceye gidelim, Erdoğan’ın 29 Ekim nedeniyle Anıtkabir defterine yazdığı cümleye:
“Bölgemizde sınırların bir asır evvel olduğu gibi yine kan ve gözyaşıyla çizilmek istendiği bir dönemde vatanımızın bekasını, milletimizin güvenliğini korumak için her türlü tedbiri alıyoruz.” Atatürk kültünün önemli bir parçası olan Anıtkabir defteri, Mustafa Kemal ile sembolik/varsayımsal bir iletişim mecrası görevi görüyor Türkiye’nin siyasi ilahiyatında. Yani Erdoğan “her türlü tedbir” sözüyle hem bilgi veriyor, hem de Atatürk’ü girişimlerinin şahidi yapıyor.
Sınırlar çizilmek isteniyorsa bunu kim yapacak? Ne yapacaklar?
7 – SINIR ÇİZMEK İSTEYENLER KİM: AMERİKA VE İSRAİL
Aynı gün iktidarın kamuoyu oluşturma için bel bağladığı önemli kalemlerden Abdülkadir Selvi de Bahçeli’yi övüp DEM Parti’yi yerlere çaldığı yazısında şu cümleyi kurdu: “Ama (Bahçeli, parantez benim) Ortadoğu’da haritaların kanla çizildiği bir dönemde iç cephenin tahkim edilmesi adına ‘önce devletim sonra partim’ ilkesiyle hareket etti.”
Erdoğan dururken Selvi’nin ne önemi var denilebilir, şu önemi var: Selvi’nin yazısı Erdoğan Anıtkabir’e gitmeden yayınlanmıştı. Demek ki “sınırların çizilmesi” meselesi iktidarın bu işe soyunurken en önde tuttuğu mesele, en azından işi kamuya anlatırken en önde başvurduğu mesele. “Süreç” perspektifinden bakarsak, “iç cephe”de Kürtlerin iktidarın yanında durması (olmazsa muhalefetten uzak kalması) arzulanıyor, “dış cephe”de de istenen aynı şey! Yani “Kürtlerin durduğu yer” bütün sürecin en temel sebebi. Dış cephe itibarıyla bu ne anlama gelir? Savunmacı perspektiften bakarsak: İsrail ortalığı fena karıştırıyor, bölgede dengeler değişiyor, sınırlar yeniden çizilebilir, bir de ABD’de Kamala Harris seçilirse bir Kürdistan kurulması bile gündeme gelebilir. O halde Kürtler ile bir uzlaşma, anlaşma, ittifak ya da işte her neyse onu sağlarsak sınırları değiştirmek isteyenlerin karşısında zayıf kalmayız. Emperyalist çerçeveden bakarsak: Aynı gerekçelerle sınırlar değişirken, Kürtlerin karşımızda olmadığı, olamayacığı bir ortam yaratırsak, Musul-Kerkük’ü alırız, Rojava’ya da iyice yerleşiriz, zaten Trump seçilirse onunla anlaşmakta da pek zorlanmayız. Erdoğan’ın grup konuşması üç sebebin birden yürürlükte olduğunu kabul etmeyi sağlayacak kadar berrak, yani hem iç hem dış sebeplerle girişilmiş bir mesele bu. Peki hâlâ bir çözüm süreci gerçekten yürürlükte olabilir mi? Hem de Bahçeli’nin “Kürt sorunu yoktur asla da olmayacaktır” demişken. Kürt sorunu yoksa ne var?
8 – MESELENİN TANIMI: KÜRT SORUNU YOKSA NE VAR?
İktidarın söylemi “Kürt sorunu yoktur” önermesi üzerinden yürütülüyor, çok ilginç biçimde muhalefet, “Sorun vardır” diyor. Yani süreci Devlet Bahçeli değil de Özgür Özel başlatmış olsa her şey daha mantıklı görünecek. Çünkü Erdoğan’ın son nutku, 2012 Kongre konuşmasından bile daha geride, orada cumhuriyetin arkasına saklanan “istismarcılar, zalimler” değil, isim verilmeden de olsa dönemleştirmeler, tarihler ve somut olarak “yapılanlar” var. Bu farkı paranteze aldığımızda kalan çok şey ortak: İkisinde de bin yıllık (yani Malazgirt ile başlayan) kardeşlik var, ikisinde de milli mücadele (yüz yıl önceki kardeşlik) dönemi var. İlk konuşmada “millet” terimi dinsel anlamı daha güçlü biçimde kullanılıyor sonrasında günah keçisi (İnönü) formülüyle bu kardeşliğe vurulan darbeler sıralanırken bir anlamda “cumhuriyetin eksiklikleri, kusurları” vurgulanıyor, bu sonuncuda ise cumhuriyet yine günah keçisi formülüyle temize çekiliyor. Böylece 1920 Koçgiri ile başlayan ve 37-38 Dersim ile ilk büyük dönemi kapanan mesele, Kürt meselesi tamamen es geçilmiş oluyor. Ne toplumun çoklu bir yapısı olduğunu (yani Kürtler dahil birçok “anasır”dan oluştuğunu) ne toplumu oluşturan öğelerin hukukunu tanıyan, onlara muhtariyet öngören 1921 anayasası konuşuldu ne de o anayasadaki fikir ve perspektifleri tamamen ortadan kaldıran, toplumu sadece Türk ve devletin emrettiği türden bir Sünnilik olarak şekillendiren 1924 anayasasından bahsedildi. Zaten, “sınırların kanla ve cetvelle çizildiği” söylenirken, cetvelin Kürtlerin üzerinden nasıl geçtiğine değinilmesini beklemek hayalden ibaret olurdu.
Bunlar olmayınca kala kala elde sadece “kardeşlik” retoriği kalıyor. Kardeşlik ne hukuki ne siyasi bir terim, fakat hukukla bağı konuşulacaksa, Osmanlıcılığıyla övünen bir iktidar bloku var madem karşımızda, elde bir tarihsel kanun var: 2. Mehmet’in kardeş katli fermanı. Bu ferman ise nizamı alem için kardeşin boynuna yağlı urgan atmayı “yasa” haline getiriyor. Güncel olarak da ortada bir ip dolanıyor, sürece itiraz eden Müsavat Dervişoğlu’nun kullandığı ipi Bahçeli odasına isteterek teşhir etti.
Kürt sorunu yok, sadece terör sorunu var ise Öcalan’dan istenen ne?
9 – ABDULLAH ÖCALAN’DAN İSTENEN NE?
Bu durumda, (sürece karşı çıkanların motivasyonu elbette gayet anlaşılır) fakat süreci başlatanlar açısından tuhaf bir durum beliriyor: Kürt sorunu yok, terör sorunu var ve biz Abdullah Öcalan’dan bu terör sorununu bitirmesini istiyoruz, deniliyor bize. Sanki, Öcalan’dan istenen bütün bir örgütü tasfiye etmesinden ibaret; eskiden beri var olan, “Teslim olsun, sonrasına bakarız” tutumunun tekrarı gibi her şey. Hadi diyelim ki gerçekten bir çözüm isteniyor, bütün bu söylenenler filan da hep işin halkla ilişkiler boyutunun gereği, yani kamuoyunu ikna etmek için Türkçü-İslamcı ideolojik söylem heybesinden bol bol laf üretmek lazım.
İktidar yetkilileri değilse bile iktidar yetkililerinin izni olmadan ağzını açamayacak olanların söylediklerine bakarsak, “Öcalan’a son şans” verilmiş. Bu “şans”ı kullanması için sunulan tek imkan ise “umut hakkı”nın düzenlenmesi. O da tasfiyeden sonra. İş başladığından beri görünen tek somut gelişme DEM milletvekili Ömer Öcalan’ın İmralı’ya gidip Abdullah Öcalan ile görüşmesi oldu. Bir süreç fikri varsa, işin devamı gelecekse Öcalan’ın talep edilen rolü oynayabilmesi için öncelikle kendisinin, peşinden de kendisine güvenenlerin güvenebileceği birtakım gelişmelerin görülmesi gerekir.
Daha şimdiden sayısız tevatürün devreye girmesi de gösteriyor ki Öcalan’ın sesini dolaylı görüşmelerle “duyurma”ya” dayalı bir yöntemin işleri karıştırma potansiyeli, çözüm potansiyelinden daha yüksek. Dahası, 2013-15 çözüm süreci tecrübesi dolaylı görüşme, mesaj aktarmaya dayalı yöntemin sonuç alma konusunda pek de yararlı olmadığını kanıtlıyor.
Diyelim ki söylenen sözleri, “süreci tahkim için mecburi Türkçü-İslamcı retorik” diyerek önemsemedik; Ahmet Özel tutuklamasını, “Çözüm olmadan eski neyse devam edecek, çözüm başlarsa durum değişir” diyerek avutucu biçimde değerlendirdik geriye bir sürecin başlaması için ne olabileceğini ve nasıl başlayabileceğini anlamak kalıyor. Bütün bu laf kalabalığının içinde umut verici bir alamet yok, varsa bir “umut hakkı” var ki o da bir hem modern bir ceza hukuku ve insan hakları terimi olarak pazarlık konusu bir mesele değil. Dahası, onu da “açıklamadan sonra”ya tehir etmişti Bahçeli ünlü konuşmasında. O zaman Öcalan bunu niye yapsın? Hangi koşulda yapabilir?
10 – ABDULLAH ÖCALAN HANGİ KOŞULDA KONUŞABİLİR?
Cevabı Abdullah Öcalan’ın Ömer Öcalan ile yolladığı mesajda var: “Tecrit halen devam ediyor.” Yani ilk koşul tecritin kalkması. “Koşullar oluşursa” öncelikle bu demek. Tecritin kalkması ne demek peki? Öcalan’ın Meclis’e gelip konuşması ya da işte Meclis gidemez ama birilerinin, kameraların İmralı’ya gidip Öcalan’ın konuşturulması. Tek seferlik bir konuşmaya razı gelir mi? Bu tecritin bittiği anlamına gelir mi? Bir konuşmayla tecrit bitseydi, 2019 seçiminde bir akademisyenin gönderilip birkaç cümlelik bir pusula getirmesiyle bitmiş olurdu mesela. Öcalan istenilenleri yani koşulsuz teslim olmayı kabul etmediği için tecrit sürüyor, öyle bir tecrit ki “bu hukuka aykırıdır” diyen kendisini hapiste buluyor. O zaman bir kerelik bir konuşma da olmayacaksa, tasfiye etmesini istedikleri örgütüyle, “siyasette güçlü olması” istenen DEM Parti’yle ve “demokrasi güçleri” kabul ettiği sivil örgütlenmelerle diyalogunu kalıcı biçimde sağlamak gerek. Bunun için de yasal mevzuat değişiklikleri, idari ve siyasi mekanizmalar gerek. Bunların etkili ve inandırıcı olması için de güvenceler gerek. Yani Öcalan’ın “şiddet ve çatışma” zemininden “yasal ve hukuki zemin”e geçişte rol oynaması için, iktidarın “yasal ve hukuki zemin”e şimdiden geçmeye başlaması gerek.
Bu bir ay içinde bu yönde bir alamet belirmedi. Aksine, alametler tersini gösteriyor. Ayın özeti bu haliyle ancak şu olabilir: Türkiye yüzyılını temin için Kürtler yeniden “kardeşliğe” çağırılıyor. Kardeşliğin hukuktaki bilinen tek karşılığı olan urgan da tokalaşmak için elinizi uzatan Bahçeli’nin öbür elinde duruyor.
NOTLAR
1 – Erdoğan’ın 30 Eylül 2012 tarihli konuşması için o günlerden bir değerlendirme.
2 – İki konuşmada da Selahattin Eyyubi de var elbette, eskisinden bir alıntı: “Benim Kürt kardeşim, Şarkın sevgili sultanı, Kudüs’ün Fatih’i Selahattin Eyyubi’nin torunudur.” Son konuşmada ise “torun olamayacaklar” var, bir de LGBTİ artılar meselesi.
3 – İki konuşmada da inançsal ve etnosa dayalı sorunlara işaret ediliyor, “cumuhriyetin faydalarını inkıtaya uğratanlar ya da cumhuriyet fikrinin ardına gizlenenlerin yol açtığı sorunlar sıralanırken. Cumhuriyet döneminde işçilerin yeri, konumu, cumhuriyetten payı konusunda usulen de olsa tek vurgu yok. Çünkü bu iktidar bloku için “cumhuriyet” ekonomik, siyasi ve dini egemenlerin keyfini süreceği, kalanların da cefasını çekeceği bir rejimin örtüsünden ibaret. Gerçekte konuştuğumuz meselenin bir püf noktası Kürtlerle ilgili kısımsa yani yapılan şeyler Kürtler üzerindeki hegemonyanın sürdürülmesi içinse ikinci püf noktası da sermayenin zaferiyle ilgili kısımdır yani yapılanların amacı proletarya üzerindeki hegemonyanın güçlendirilmektir. İkincisi sermayenin her yerde yediği halttır, ikincisi Türkiye’ye özgü tarihsel sebeplerin getirdiği zulümlerin toplamından ibarettir.