Başbakan, Denizli’de bir İmamhatip Okulu açılışında “Son bir ayda 500 terörist öldürdük” diye müjde (!) veriyor; insanlar seviniyor.
PKK hemen karşı atağa geçiyor ve kendi haber sitesinde, daha fazla asker öldürmelerine karşın bu sayının kamuoyundan gizlendiğini, ölen askerlerin sayısının az verildiğini söylüyor; insanlar seviniyor.
Başbakan, 500 terörist öldürdüklerini açıklayıp terörü bitirmeye yaklaştıklarının mesajını verirken; PKK de, kamuoyuna yansıyandan daha fazla asker öldürdüklerini ilan ederek zafere yaklaştıklarının mesajını veriyor.
İnsanlar, ölenlere üzülmek yerine her ölü bedenin zaferi müjdelediğine odaklandırılıyor.
Öyle kirli bir savaş ki bu; neredeyse insanlar kendi ölüsüne bile üzülmüyor.
(Mesela; Afyon’daki patlamada ölen askerlerin acısını yaşamayı unutan valinin, fırsattan istifade şehre gelen Genel Kurmay Başkanı’na halı hediye ederek şehrin reklamını yapma telaşına düştüğüne bile tanık olduk.)
Varsa yoksa “karşı taraftan kaç kişi öldü” hesabına bakılıyor. Her iki taraf için de karşı tarafın ölüsü “lanet bir leş” kendi ölüsü “kutsal bir şehit” oluyor.
Ve yıllardır bildiğimiz film, daha kanlı bir şekilde devam ediyor…
Herkes ölü sayısına odaklanmış; hınçla, sabırsızlıkla yeni ölüler bekliyor. Kimse ölenlerin genç bedenlerine, çocuksu yüzlerine bakmıyor. Baksa da o yüzlerde sadece “kahrolası” düşmanını görüyor.
Başbakan, ölen terörist sayısını açıklıyor, Türk milliyyetçilerinin yüreklerine su serpiyor(!)
PKK, ölen asker sayısının bilinenden fazla olduğunu açıklıyor, Kürt milliyetçilerinin yüreklerine su serpiyor(!)
İnsanlar ölü sayısı arttıkça bu savaşın sona ereceği yanılgısı içine düşmüş. Oysa ki bu savaş, ancak gençler ölmeye direnirse, onları ölüme sürükleyenlere rest çekerse bitecektir. Bunu kimse anlamak istemiyor.
İktidarın ve PKK’nin, ölü sayısına endeksli bu dili, hem Türkler arasında hem de Kürtler arasında milliyetçilik duygularının yükselişe geçmesini sağlıyor. Miliyetçilik tırmanışa geçtikçe insanlık değerleri de o oranda düşüşe geçiyor. Çünkü Milliyetçilik; öyle vatan sevgisine indirgendiği gibi masum bir duygu değil, kökeninde kendi kavminden olmayanı aşağı ve hor görmeye dayalı bir illettir. Hele ki Türkiye gibi; farklı etnik grupların yaşadığı ve adına her ne kadar “çatışma” dense de aslında “savaş”ın yaşandığı bir ülkede milliyyetçilik duygusu daha da tehlikelidir. Bu duygu köpürdükçe vicdanlar körelir, insanlıktan adım adım uzaklaşılır. Mesela BDP Milletvekili Sırrı Sakık’ın oğlu Sidar’ın intihar etmesi üzerine “oh olsun!” yorumları yapan, vicdanları körelmiş insanlar “insanlık” noktasında ne kadar alçalınabileceğini gözler önüne serdi.
Artık sadece dağda ölen değil, evinde ölen sivil bir Kürt’ün bile ölümüne sevinilen bir noktaya gelindi. Aynı şekilde Antep’teki katliamda hayatını kaybeden siviller için de PKK “biz yapmadık” diyene kadar BDP yetkililerinden olayı kınayan, üzüldüklerini belirten bir açıklama gelmemişti.
Kavmiyetçiliğin, gözleri ve vicdanları kör ettiği, “Ölüsevicilerin” naralar attığı ve ölenin kimliğine göre yas tutulduğu böylesi bir ortamda; “Yaşasın Halkların Kardeşliği” temennisi çok cılız ve geçersiz kalıyor. Zira artık halklar, kardeşliği bırakıp apaçık bir düşmanlığa yönelmişler…
Umarım durum benim gördüğüm kadar karanlık değildir ve “BARIŞ” için hala bir şansımız vardır. Gerçi artık siyasetçilerden ümidimizi kestik, onlar söylemleriyle savaşı kızıştırıp insanların milliyetçilik duygularını kabartmaktan öteye gitmiyorlar. Savaşı bitirmeye niyetli olmadıklarını da gördük. Ama umuyorum ki siyasilere rağmen insanlığını milliyetçilik hastalığına kaptırmayanların sayısı benim zannettiğimden daha fazladır.
www.adilmedya.com