İkinci Dünya Savaşı’nın tek önemli sonucu İsrail’in kurulmasıydı. Nazi gaz odalarının bedelini, İslam dünyası ödemişti.
İsrail, Birleşmiş Milletler’in zoruyla 1948 yılında kuruldu. Arap halkları bunu kabul etmedi. Savaş kaçınılmaz olarak yılar içinde sürdü. Mısır ve Suriye, Arap milliyetçiliği ülküsüyle bu savaşta başı çekiyorlardı. Ancak her defasında yenildiler. 67 ve 73 savaşları, İsrail’in yenilmez olduğunu göstermişti. Enver Sedat, Camp David’le savaş seçeneğinden çekildi. Daha sonra bedelini canıyla ödeyecekti.
Suriye yalnız kalmıştı. İsrail’le baş edecek gücü de, pes etmeye niyeti de yoktu. Bundan sonra İsrail’e saldıramadı; ama İsrail’e saldıranlara da her zaman topraklarını açık tuttu.
Camp David, İsrail üzerindeki Arap baskısını hafifletmişti; fakat İsrail aynı yıllarda ortaya çıkan, “Devrim” keskinliğinde yeni bir düşmanla yüzleşmek zorundaydı.
“İslam Devrimi” makûs talihi dibe vurmuş İslam dünyasına bir güneş gibi doğdu. Sistem, “Tehdit” i algılamıştı. Devrim ihracından söz ediliyordu. Saddam, ihtiyacı gördü. Sistemi rahatlatacak ve ucuz bir ödüle konacaktı. Batı dünyası ve Arap devletleri arkasındaydı. İran’a savaş açtı. Sekiz yıl süren savaş, milyonların ölümünden ve trilyonların heba olmasından başka bir işe yaramadı.
Savaşta İran’a destek veren tek Arap ülkesi Suriye idi. Bunun bir bedeli olmalıydı. 1982 yılında ihvan, kendini, yeri ve zamanını belirlemediği bir kalkışmanın içinde buldu. İhvan silahlı grupları, Halep Topçu Okulu’nu bastı. Sünni örgenciler dışarı çıkarılarak, 83 alevi örgenci kurşuna dizilmişti. Hafız Esat’ın buna cevabı çok sert oldu. Hama’nın altını üstüne getirdi.
İran-Irak savaşı, galibi olmadan sona erdi. Bundan sonra Saddam boşluğa düşecek ve eski dostlarından biri olan Kuveyt’e saldıracaktı.
1982 yılı itibarıyla İsrail, Mısır yönünden güvencedeydi. Yeni düşmanının başına ise çorap örülmüştü. İsrail, FKÖ’yü çıkarma bahanesiyle Lübnan’a saldırdı. Araplar savaşacak durumda değildi. FKÖ silahlı güçleri bile savaşa girmedi. Arafat savaşmayı değil, Tunus’a kaçmayı tercih etti.
Birleşmiş Milletler Barış Gücü, Lübnan’a yerleşti. Bu bilinen bir tezgâhtı. İsrail’in kazanımları güvenceye alınacaktı; ancak devrimin Lübnan yansıması, Amerika ve Fransa karargâhlarını havaya uçurdu. Ardından İsrail, tarihinde ilk defa işgal ettiği topraklardan geri çekilmek zorunda kaldı.
Bundan sonra İsrail, Filistin halkına rutin saldırılar yapıp durdu. 2006 yılında ise yeniden Lübnan’a saldırdı. Hizbullah’tan rövanş almak istiyordu. Ayrıca asıl düşmanına yönelmeden önce kendini sağlama alacaktı. Bilindiği gibi bu saldırı da hezimetle sonuçlandı.
Türkiye’nin Desteğiyle, Barış Seçeneğinin Öne Çıkması
İsrail’i ilk tanıyan ülkelerden birisi de Türkiye olmuştu. O gün ne Türkiye’nin Filistin diye bir davası olabilirdi, ne de İngiliz vesayeti buna izin verebilirdi. Filistin davası dini bir duyarlılık gerektiriyordu. Daha sonraki yıllarda Erbakan, Filistin davasını Türkiye Müslümanlarının gündemine taşıdı. Erbakan, “Türkiye Siyasal İslamı” nın lideri olarak anti Siyonist mesajlar veriyordu. Bu yüzden hiçbir zaman devlet katlarında, ABD vesayetinde siyaset yapan milliyetci, laik, liberal ve paralel dini yapılarda akredite olamadı. Kurduğu hükümet ise kısa sürede, yine aynı çevreler tarafından yıkıldı.
“28 Şubat” ABD’ye rağmen iktidarın imkânsız olduğunu göstermişti. Erdoğan gömleğini çıkardı ve köprüyü geçene kadar ABD ile birlikte yürümeye karar verdi. Bu, İsrail’le işbirliği yapmayı da içeriyordu. ABD Irak’ı işgalinde tuttuğu sürece barışı savunmak zordu; ama barış yine de en iyi seçenekti.
Erdoğan, İslam dünyasının savaş sürecinden yorulduğunu düşünüyordu: “Gerilimin iyi bir seçenek olmadığı ortadaydı. İslam dünyası, enerjisini bu dipsiz kuyuda heba etmemeliydi. ‘Komşularla sıfır sorun’ aslında buydu. Çünkü Ortadoğu’da barış olmadan, Türkiye’de barış olamazdı.”
Erdoğan bu amaçla Suriye (Esat) ile sıcak ilişkiler kurdu. Esat’ı İsrail’le barışa ikna etmek istiyordu. İran’a söz dinletemezdi; ama Suriye’yi pek ala İran’dan koparabilirdi. Eğer bunu başarabilirse, İran’ın fazla bir seçeneği kalmazdı. Suriye’nin en büyük sorunu Golan’dı. Erdoğan Esat’a, Golan tepelerinin kurtarılmasında yardımcı olacağı sözünü verdi. (Medya Şafak: FHKC lideri Ahmet Cibril ile mülakat) Suriye’yi henüz ikna edememişti ki İsrail pişmiş aşa su kattı. Ankara’da barışı konuştuğunun ertesi günü Gazze’ye saldırdı. (Dökme Kurşun Harekâtı) Erdoğan bu ihanete çok kızdı ve intikamını “Bir dakikada” aldı.
İsrail’in barış girişimlerini özellikle sabote ettiği ortadaydı; ama barış, “Uzun ince bir yoldu.” Türkiye barıştan vazgeçmeyecekti. İran savaştan nemalandığı gibi, Türkiye de barıştan nemalanabilirdi. ABD bile savaştan yorulmuş, barış güvercinini kafesten çıkarmıştı. Obama İsrail’e baskı yapabilir, Ortadoğu nihayet huzura kavuşabilirdi.
Arap Baharı, Suriye kapılarına dayanmıştı. Erdoğan iyilikle elde edemediğini, şimdi zorla alabilirdi. Hızla savaş seçeneğine yöneldi. Şam haftalar içinde düşecek, Erdoğan müstakbel iktidar İhvan’ı, kolaylıkla yanına çekecekti. Hamas’ı bile Şam’dan çıkmaya ikna etti. Yolun sonu görünmüştü: “Tarihin doğru tarafında (aslında kazanan tarafta) duruyordu.” ve ödülünü almak üzereydi. İzlediği aktif barış politikası başarıya ulaşabilir, çağın Selahattin’i olabilirdi. Erdoğan yumurtalarını tek sepete koydu. Suriye’de hezimet, planlarını suya, kendisini de boşluğa düşürebilirdi. Her türlü provokasyonu denedi ve müdahaleye gerekçeler üretti. (Şimdi ABD’li gazeteci kimyasal saldırıdan Erdoğan’ı, AGİT temsilcisi Tacan İldem ise Reyhanlı’dan El Kaide’yi sorumlu tutuyor. Gerçeği başından beri bilen ABD, o gün işine gelmeyeni, bu gün işine geldiği için açıklıyor. Oysa daha o zaman biz bunu analiz etmiş, Erdoğan’ın ABD ziyareti arifesinde kuşkularımızı dile getirmiştik. (Bkz. Adil Medya, 30 Nisan ve 4 Eylül 2013 tarihli makaleler))
Savaşın da bir ahlakı olmalı mıydı? Ucunda masumların öleceği bir provokasyona, Erdoğan destek verebilir miydi? Bu çetin sorulara cevap vermeden önce, devletin bekası için şehzade boğmanın ve Kaideli kaidesiz Tekfircileri Suriye’ye boca etmenin gerekçelerinin açıklanması gerekir. Tekfircilerin zihniyeti zaten biliniyordu: “Ölen masumlar cennete gidecek; fakat salınan korku koca bir ülkenin geleceğini kurtaracaktı.”
Erdoğan İsrail’i barışa zorlayacağına o kadar inanmıştı ki, Suriye’ye iki bin tır silah göndermesine rağmen, Hamas’a tek kurşun bile veremedi. Mavi Marmara ise silahsız olarak yola çıkmıştı. Erdoğan inanmıştı; ama Kudüs işgal altındayken İslamcı tabanını ikna edebilir miydi? Endişeye gerek yoktu. İmkânlar, “sonradan görmüşlerin” başını döndürmeye yetmişti: “Zaten hayal kurmanın sırası değildi. İslam dünyası gücünü toplamak ve şartların olgunlaşması için beklemeliydi. Kudüs’ün zamanı henüz gelmemişti. Bir hayal uğruna Filistinlilerin acılarını istismar etmek doğru değildi. Her ülke işgal ettiği topraklardan çekilecekse, bizim de Anadolu’dan çekilmemiz gerekirdi ki bunun sonu yoktu. İsrail demokratik bir devlet olarak devam edebilir, Arapları aşağılamaktan vazgeçirilebilirdi. İran’ın tutumuna gelince, İran barışı bozuyordu. Bu haliyle İsrail’e mazeret üretmekten başka da bir iş yapmıyordu. Zaten İsrail ile İran arasında gerçek bir düşmanlıktan söz edilemezdi. İran ve İsrail, yazısız bir anlaşma halinde gerilimden ekmek yiyorlardı.”
Savaş seçeneğiyle İran, barış seçeneğiyle Türkiye, koordineli biçimde İsrail’i sıkıştırsaydı, bu iyi bir siyaset bile olabilirdi; ama “Gömleksiz Milli Görüş” ün yeni yaklaşımı şimdi buydu.
Aslında bu yaklaşım Gülen’in -şimdilerde baş düşmanlık tahtına oturtuldu- yaklaşımlarıyla tam olarak örtüşüyordu. İkisi de “Büyük Osmanlı” rüyaları görüyordu; ama üslup farkı ve kişisel ihtiraslar yüzünden anlaşamıyorlardı. Gülen aşırı temkinliydi; fakat Erdoğan’ın gözü karaydı: “ABD ile tek taraflı ilişkiler dönemi bitmiş, eşit ilişkiler dönemi başlamıştı.”
Erdoğan palazlanmıştı ve tekin durmuyordu. Kimseye sormadan, “Dört eleman gönderip, sekiz füze sallamayı” bile konuşabiliyordu.
Suriye’de işler bir türlü yolunda gitmedi. En önemli halka Mısır da devre dışı kalınca, barış seçeneği büyük bir darbe yedi ve Erdoğan tam bir boşluğa düştü.
Bir yıl öncesine kadar kabına sığmayan Erdoğan, artık ülkesinde tutunmaya çalışacaktı.
Suriye olayının aslı buydu, “Zalim Esat” ise çocuklara masal!