7 Haziran, HDP’yi 80 milletvekili ile TBMM’ye sokarak ve Tayyip Erdoğan’ın “Sultan Başkan” olacağı “otoriter-anti-demokratik rejim”sevdasına set çekerek, Türkiye için mükemmel bir “demokrasi içinde birlik ve bütünlük” imkânı sunmuştu.
Erdoğan, 7 Haziran’da, ilk kez, seçim kaybetmişti. Ama, seçimlerin hemen ardından, 7 Haziran’ı “kimseye yâr etmeme” politikasına yöneldi.
Ne yaptı?
1) TBMM’yi çalıştırmayacak; 2) HDP’yi “şeytanlaştıracak”; 3) Ülkede“güvenlik önceliği” duygusu yaratacak; 4) Bunların sonucunda 7 Haziran’ı “hükümsüz” kılacak, “yeniden seçim”e gidilmesini mecbur kılacak olan bir politikayı ustaca yürürlüğe koydu.
Bu politikayla amacına ulaştığı, yani “kazandığı” söylenebilir. Ama onun kazanması, artık, Türkiye’nin kaybetmesi ile eş anlama geliyor. Ülkede, yine, kan akıyor.
Manzara ortada: Bizzat kendisinin “uğruna baldıran zehiri içmek”ten söz ettiği “çözüm süreci” yani “çatışmasızlık durumu” sona erdi. Sona erdiren de yine kendisi.
Başta, ülkenin Doğu ve Güneydoğu illeri, oluk oluk kan akmaya başladı. Gencecik asker ve polislerin, küçücük çocuklarının arkalarında gözyaşlarıyla uğurladıkları cenaze törenlerinin, yürek parçalayan görüntüleriyle, yine başbaşayız.
Her gün her saat yeni “şehit haberleri” geliyor. Toplum, moral bozukluğu içinde, insanların birbirine karşı husumet halinde öfke küpüne dönüştüğü, toplumsal bir ruh hastalığına tutulmuş görünüyor. Bu hal, Türkiye’nin “kaçınılmaz kaderi” miydi?
Değildi!
Ama, 7 Haziran’dan itibaren HDP’ye “sıkılacak bir el uzatmak” yerine, HDP’yi “şeytanlaştırma” politikası izlenirse; HDP’yi “siyasi denklem” dışına itmek için elden ne gelen yapılırsa; “uzlaşma ve barış siyaseti” yerine “çatışma ve güvenlik siyaseti”ne öncelik verilirse, böyle bir politikada Erdoğan’a eşlik etmesi için PKK’ya davetiye çıkartılmış olunurdu.
Nitekim, böyle de oldu. PKK, Tayyip Erdoğan’ın kendisine indirdiği eli havada bırakmadı. “Çatışmasızlık durumu”ortadan kalktı, “ateşkes” bitirildi.
Sonuç; can kayıpları, şehit cenaze görüntüleri ve en az 25 yıldır (çeyrek yüzyıldır) işitmeye alışık olduğumuz, adeta ezberlediğimiz içi boş hamaset ve tehditkâr söyleme geri dönüş oldu.
Dahası var: Türkiye, fiilen bölündü. Türkiye’nin batısında, gündem, erken seçim ve hükümet sorunu. İstanbul ve Ankara’da ulusal kamuoyuna yön veren odaklar, iki ayı aşkın süredir, dramaturgluğunu ve rejisörlüğünü Tayyip Erdoğan’ın yaptığı, sahnede rol kesen Ahmet Davutoğlu’nun göründüğü tiyatroyu izlemekte ve tüm ülkeye – özellikle Tv kanalları aracılığıyla- izlettirmeye uğraşıyorlar.
Ülkenini Doğu’sunun gündemi farklı; operasyonlar, çatışma, ölümler… Her gün bir başka ilçede ilân edilen sokağa çıkma yasaklarıyla, sıkıyönetim ve OHAL, Kürt illerine, bölgeye fiilen geri dönmüş durumda.
Varto’da sokağa çıkma yasağı ilân edilmişti. İlçenin PKK güçlerinin eline geçtiği, girişine hendekler kazıldığı, kuşatmaya alındığı haberleri geldi. Sonra asker girdi. Şimdi sokaklarda ceset parçaları haberleri geliyor.
Varto’dan sonra Lice ve Silvan giriş-çıkışlara kapatıldı ve bir de şu bilgi ulaştı: “Ağrı ve Tendürek dağları ‘Geçici Askeri Güvenlik Bölgesi’ ilan edildi!”
Türkiye’nin doğu ve güneydoğusu, giderek, 1990’lardan beter görüntüde bir “askerî güvenlik bölgesi” olma ihtimalini içeriyor. Tayyip Erdoğan orayı da mı yönetiyor; yoksa orası “devletin içinde özerk bir yönetim” tarafından mı ele alınıyor; bu soruyu sormakla yetinelim…
Bu yazının yazıldığı dün öğle saatlerinde Şemdinli’den gönderilen şu mesajı sosyal medyada okudum:
“Son Dakika: Şemdinli’de çatışmalar yoğunlaştı. Asker, Şemdinli Devlet Hastanesi’ne el koydu…”
Benzeri gelişmeler Lice ve özellikle Silvan’da da yaşanmaktaydı. Silvan’a giriş-çıkış yasaklandı. Milletvekilleri de giremiyor. Yine sosyal medyada, Silvan’a giremeyen HDP heyetinde yer alan Diyarbakır HDP Milletvekili Ziya Pir’in şöyle dediğini gördüm:
“Bölgede iletişim hatları kesik, elektrik kesik, bilgi alamıyoruz. Şu anda Silvan yolundayız. Valilikle görüştük. Valiliğin ifadesine göre Valiliği aşan bir durum var. Ankara’dan emir gelmiş.”
Durum o ki, 1990’lı yıllarda Deniz Baykal, parti genel başkanı olduğu halde, operasyon ile dümdüz edilen Lice’ye girememişti. 2015 yılında ise, HDP milletvekilleri, Ankara’da etkisiz kalmaları bir yana, kendi seçim bölgelerine bile sokulmuyorlar.
Kürt illerini “katliam” korkusu sarmış halde. Sosyal medyadaki şu çağrı çok şey anlatıyor olmalı:
“Ey kendine sol, sosyalist, liberal ve demokratik diyen güçler, insanlar! Evet ‘Başkan Yapmadık’ ama ‘Katliam da Yaptırmayalım.’”
Mevcut medya ortamında, gerçekte ne olup bittiğini öğrenmek mümkün değil. Bağımsız Yüksekova Haber’in internet sitesi sayesinde video görüntülerinden, Şemdinli’de ne olup bittiğine dair somut ipuçları edinebiliyoruz.
Ama, bu, ancak “erişim yasağı”nı aşabilecek teknik yöntemlere sahipseniz mümkün. Zira, Yüksekova Haber’e, birçok başka yerel yayın organı gibi, 24 Temmuz’da operasyonların başlamasıyla birlikte “erişim yasağı” kondu.
Bölgeden gelen feci manzaraları izlerken, ülkenin batısındaki gerginlikleri ve her türlü provokasyona açık durumu da hesaba katarak, “yeniden seçim”e böyle mi gideceğiz sorusu, ister istemez, akla geliyor.
Yani, bu defaki 1950 ve sonrasındakiler gibi bir “seçim” olabilecek mi?
Öte yandan, bundan bir hafta önce aklımıza hiç gelmeyen ve “hiç akla uygun olmayan” adımlar da bölgede atıldı. Bir dizi ilçede, DBP (Demokratik Bölgeler Partisi) ilçe eşbaşkanları “özerklik” ilân ettiler. 2015 Türkiye’sinde, Kürtlerle“çatışma”, Erdoğan için “seçim kampanyası” haline dönüştürülürken, bölgede arka arkaya özerklik ilân etmenin,“çatışmaya davet”ten, bölgede Kürtleri ve siyasi kadrolarını ezdirmekten başka bir pratik sonucu, “siyasi anlamı”olabilir mi?
Örneğin, birkaç gün önce, DBP Silvan İlçe Başkanı, yaklaşık 300 kişiyle birlikte yaptığı açıklamada “özerklik” ilan ettiklerini açıklamış, “Biz Ankara’dan yönetilmek istemiyoruz. Bu yüzden kendimizi ve kentimizi öz yönetimimizle yönetmek istiyoruz” demişti.
Aradan iki gün geçti, Silvan’da sokağa çıkma yasağı ilân edildi ve şehir “savaş alanı”na dönüştü.
KCK’nın, dün yaptığı açıklama, Fırat Haber Ajansı (ANF) tarafından şu kaygı verici sözcüklerle yayımlandı:
“KCK, Tayyip Erdoğan’ın bu katliamların süreceğini ve kendilerine karşı direnenlere bu uygulamaların yapılacağını açıkça söylediğine dikkat çekti. Eğer bu dizginlenmemiş faşist karakterli kişilik durdurulamazsa, Türkiye’de savaşın giderek tırmanacağının anlaşıldığını ifade eden KCK, Bu durumu engellemenin tek yolu, Varto, Gever, Cizre, Silopi, Silvan, Nusaybin başta olmak üzere özyönetim oluşturup kendi kendini yöneteceklerini söyleyen tüm il ve ilçelere sahip çıkmak gerekmektedir. Kürtler her yerde ayağa kalkarak bu saldırılara karşı durmalıdır. Kürt halkı hiçbir yerde saldırılar karşısında yalnız bırakılmamalıdır.”
“Katliam”a elbette hayır! Ama, Türkiye’de, 2015 Ağustos’unda adı geçen merkezlerde “özerk Kürt yönetimi”nin yürürlüğe girebilmesi mümkün mü? Bu, “gerçekçi” bir siyasi hamle mi?
Eğer, bunu siyaset olarak dayatırsanız, tıpkı Erdoğan gibi, KCK’nin de 7 Haziran sonucuna itibar etmek istemediği ve HDP’yi “ıskartaya çıkartmak” istediği sonucuna varılmaz mı?
Türkiye’yi Doğu’da “kan banyosu”na, Batı’da “anti-demokratik baskı rejimi”ne doğru sürükleme yönündeki gidişatın bir yanındaki tehlikeli “ihtiras”ı teşhis edebiliyoruz.
Öte yanındaki ne? Şayet “üst akıl” değilse, hangi “akıl” ve niçin?
Cengiz Candar
(Radikal)