Karıştırılan Sap ile Saman:
Yeni döndüğüm Ekaterinburg’da katıldığım bir konferansta yeni bir açılımını öğrendiğim “sosyal sorumluluk” konusu üzerine yazacaktım ama Yavuz Soysal’ın “Sol’un Dinle İlişkisi İntihar mı?” yazısı ( http://www.adilmedya.com/makale.php?id=2377 ) aciliyet kespetti. İlkönce küçük bir yorum yazmaya kalktım ama iş uzadı, “kısa yazacak kadar zamanım olmadığından”, yazdıklarım bu yazı haline dönüştü.
Yavuz Soysal’ın yazısı, eleştirdiği yazı ( http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ahmet-cinar/bir-siyasal-intihar-bicimi-olarak-dinci-sapma-48892) kadar olmasa da, bir kaç sapla, bir kaç samanı karıştırmış durumda. Marks ile din arasındaki ve tarihsel Marksizm ile din arasındaki ilişkiyi güzel ve özet bir biçimde ortaya koymasına rağmen karıştırdığı ufak tefek saplarla samanlar, net olarak laikçi Marksizmi ve kurumcu Dinciliği ikna etmekten uzak kalma tehlikesine sahip. Çünkü, eleştirdiği yazı aracılığı ile hedef aldığı Aydınlanma ve modernite’yi (pozitivizmi), postmodern tarzda ele alınan eleştirilerin çıkmazına hapsetmiş durumda. Yani, Laikçi Marksizmin, postmodern kuramlar ve anlayış ile eleştirilmesinin; Kurumcu Dinciliğin de, İslam veya teoloji dışından ele alınmasının olanağı yok. Bu yönüyle meseleyi irdeleyen, ayrı bir yöntemsel epistemolojik yazı yazmam gerekli ancak buna ne zaman ne de mekan yeterli.
Türkiye’de varolduğu biçimiyle, Yavuz Soysal’ın eleştirisine muhatap olan yazının içeriğinde yer aldığı kadarıyla, “Laikçi Marksizm,” aynı kurumsal (örgütlenmiş) Din gibi, kurumsal Marksizmdir. Genel anlamda da Leninci-Maocu Marksizm olarak tabir edilebilir. Hem iktidara geliş yöntemi, hem de orada kalış yöntemi açısından, bu anlamda anılabilir.
Marx tarafından (18 Brumaire’de biraz içine girilen ve sonradan ömrü vefa etmediğinden ayrıntısına girilememiş olması nedeniyle) Marksizmin “devlet” teorisinin inşa edilmemiş olması sonucunda, Lenin’in kurduğu bir “proletarya diktatörlüğü” kavramı ve işlemselliği üzerinden kurumlaşmıştır. Bu kurumun adı da Sovyet (Şura) Devleti’dir. Bu devlette iktidar, örgütlenmiş Marksizm olarak “Parti” iktidarı biçiminde konumlanır. Yani kapitalist devletin aynısının proletarya partisi tarafından ele geçirilmiş biçimi olarak tezahür eden bir devlettir bu ve tabii ki sonucunda ister istemez aynı ele geçirdiği devlet gibi baskıcı olacaktır.
Marx’ın (Paris Komünü üzerinden algıladığı) proleterya diktatörlüğü kavramı ile Lenin’in bu kavramı başlıbaşına bir devlet biçimi değil de, varolan devleti ele geçiren bir iktidar biçimi olarak (“Bütün İktidar Sovyetlere!”) yorumlamasının sonuçlarını Sovyet deneyimi bize bol bol göstermiş olmasına burada fazla girmeyeceğim ancak bu “devlet,” tarihsel olarak artık yoktur ve insanlık adına yaptıkları ile yapamadıkları, eleştirilebilir haldedir. [Bolşeviklerin önderliğindeki Sovyetler nasıl Çarlık devletini ele geçirdilerse, 1990’da da, kapitalistler Sovyet devletini ele geçirdiler ve iktidarlardan başka hiç bir şey değişmedi.]
Artık yok olmuş olan Laikçi Marksist (Sovyet) devletinin en önemli eksikliklerinden biri, dinin toplum hayatındaki kurumsallığını (örgütlenerek şirk haline dönüşmesini) ortadan kaldırmaya çalışırken, dinin bizzat kendisine KARŞI hareket etmesiydi. (Diğer eksiklikleri ise, dönemin verdiği uluslararası konjektür altında, seyahat ve tüketim alanlarını kısıtlamış olmasıdır.) Oysa, Yavuz Soysal’ın vurgaladığı gibi, değil sadece Marx’ta, Lenin’de bile din Türkiye’deki laikçi (Voltaire’ci) Marksistlerin anladığı anlamda konumlanmamıştır. Engels ise yine, Yavuz Soysal’ın güzel bir biçimde vurguladığı gibi apayrı, yani Feurbahçı bir konumdadır dine karşı; o nedenle HACIOĞLU SALİH (TKP’nin en önemli militanlarından biri) Engels okurken, Sovyet çalışma kamplarına sürgün edilebilmiştir. (Bkz: http://www.adilmedya.com/makale.php?id=1785 )
Laikçi Marksistlerin anlamadığı durum budur. Buraya kadar, eğer ilgiliyse, Yavuz Soysal ile hemfikirim.
Şimdi gelelim, Soysal’ın yazısında karıştırılan ufak tefek ancak etkisi çok büyük sapla samana: Modernite, karmaşık bir yapıdır, bu yapının harçlarını, inşasını, Moğol yüzyılındaki (11 ve 12. yy’lar) Anadolu istilasına kadar götürenler olduğu gibi (Örn: Roxanne Prazniak), naçizane bendeniz gibi, Medine’ye kadar götürelebileceğini söyleyenler de vardır. Pozitivizm de, öyle eleştirildiği gibi, eksik ve yanlış (ve zararlı ve vahiy’i inkar eden) bir bilgi edinme biçimi değil, insan olan her bireyin tarihin başlangıcından bu yana (ya da Adem ile Havva’dan beri) uyguladığı, sadece ve sadece beş duyusuyla elde ettiği bilgilerle hayatını tanzim etme şeklidir. Bunun dışında bir hayat olabilir mi? Bu, ister İlahi isterse doğasal, tek bir gerçektir. Yani, her iki çağdaş durum (modernite ve pozitivim), insanı insan yapan özelliklerin tanziminden başka bir şey değildir. Mesele burada, bu tanzimin nasıl yapılacağıdır. Egemenden yana mı, mazlumdan, sömürülenden yana mı? Marksizm açıkça bu tanzimi sömürülenden yana yapar; Aydınlanmacı ve modernisttir. Liberalizm ise bu tanzimi sömürenden yana yapar: Aydınlanmacı ve modernisttir.
Aydınlanmacılığın ve modernizmin en önemli tezahürü, akılcılığın bir paradigma haline gelmiş bulunduğu dönemler olmasında görülür. Akılcılık (rasyonalizm=oransalcılık) sadece Aydınlanma veya modernite ile keşfedilmiş değil, insanı insan yapan tüm vahiy ve oluşumlarda zaten önerilen ve içkinleşen bir durumdur. Aydınlanmacılık’ın (modernizm ve pozitivizm) başat bir düzleme geçmesinin nedeni burjuvaziyle birlikte, aynı Antik Yunan’da olduğu gibi, [zaten Aydınlanmacılığın öbür adı olan hümanizm (insanı ve dünyayı merkeze alma), bir Eski Yunan düşünce formudur.] ticari işleyiş ve teknolojik üretim yapısının dayatması sonucunda oluşmuş bir yorum-anlayış biçimidir. Bu aşama zaten olmuştur ve olmasaydı demek veya geriye döndürelim, artık terk edelim gibi bir çaba boşunadır ve konumuzla en ilgili ve önemli tarafı da, (sapla saman işte burada tam karışmış durumda) böyle bir aşamada ancak KURUMSAL (ÇIKARSAL, SINIFSAL) DİN’in farkına varılabilir olmasıdır. Yani, tersini söylersek, TEVHİD veya EŞİTLİK ve ORTAKLIK, ancak Aydınlanma ile (Doğu’da ve Batı’da) farkına varılan ve paradigma haline getirilmiş bir durum olmuştur. Münzer, Bedreddin, Karamatiler, Sabah’lar, vb. gibi oluşumlar ise, tarihin içinde parlayan ütopik alevlerdir ve, ya Eski Yunan, ya da Aydınlanma’ya dönüşebilecek bir üretim tarzına sahip olunmadığından egemenlerce kolaylıkla bertaraf edilebilmişler ve egemen sınıflar kendi (Lutherci ve Calvin’ci, Muaviyeci ve Ebusuudçu) Din’lerini toplumun dini haline getirebilmişlerdir. Yani, Aydınlanma, modernite ve pozitivizmin yarattığı eleştirellik ve akılcılık paradigması, dinlerin özgün isyan çığlıklarının ifadeleridir ve bu tür bir paradigma, yeryüzünde, beğenelim, beğenmeyelim, 17. yy ve sonrasında genel bakış açısı (mercek=paradigma) haline dönüşmüştür. Laikçi Marksistlerin istismar ederek çarpıttıkları ve dine karşı şiddetli bir tavizsizilik içine girdikleri ve de, tevhidçi dindarların, genel postmodern akımların etkisi ile anlamadıkları durum budur. Nitekim, fazlasıyla ironiktir, egemenlerin yarattıkları “positivist ve modernist” bilimciliğin altında hep örgütlenmiş ve kurumlaşmış din vardır. Eğer, diyelim ki Newton’dan başlarsak, bütün pozitivist çağdaş bilim, din adına ve dinsel kurumlar ve örgütler içinde yapılmıştır (Bkz: Stanley Jeyaraja Tambiah, Büyü, Bilim, Din ve Akılcılığın Kapsamı, Çev: Ufuk Can Akın, Dost Yay. 2002).
Kısacası Aydınlanma ve modernitenin içinden hem Laikçi Marksistlerle, hem de kurumcu Dincilerle uğraşmak, tevhidi (sömürüsüz, sınırsız toplumu) yaratacaktır. Çünkü, akıl, (Eski Yunan’dan önce ve sonra ilk defa) ancak bu dönemde, bizim hayatımızı tanzimimiz için odak noktaya oturmuştur. Akılsız olmamalıyız. Akıldan vazgeçmemeliyiz.
Yavuz Soysal’a bu kısa notu bana yazdırdığı için teşekkür ederim. Çünkü benzer bir düşünsel etkinlik içindeymişiz: O başka bir yazı için yazacakmış yazdıklarını, eleştirdiği yazı vesile olmuş, ben de, bu düşüncelerimi, Cidal Paksoy’a yazacağım bir polemikte kullanacaktım, ancak Yavuz Soysal’ın yazısı beni şimdilik biraz da sistemsiz olarak, bu yorumu ve eleştiriyi yapmaya kışkırttı. Ancak şunu da belirteyim ki, adilmedya.com’da yazdığım yazıların tamamında (Bkz: adilmedya.com arşivi), Yavuz Soysal’ın, laikçi Marksistlere yönelttiği, benim de tamamıyla katıldığım düşünceler yazıya aktarılmıştır.
Bir de önemli bir küçük not eklemeliyim: Daha önce adilmedya.com’da yazdım. Marx’ın o ünlü sözü (“Din halkların afyonudur.”) Marx’ın yaşarken yayınladığı bir yazıda yer almaz (Bkz: http://www.adilmedya.com/makale.php?id=7 ). Çok sonraları, Engels’ten de sonra, ortaya çıkmıştır. Yani, önemli ve çok açıklayıcı bir sözdür ama Marx’ın çok da önem atfettiği, bütün düşüncesine odak yaptığı bir söz olmasa gerek.