Doksan ortalarıydı. Refah partisi yüzde yirmi bir oy almıştı. Kemalistler paniğe kapıldı. Yalanın bini bir paraydı. “Bunlar kör testereyle adam kesecek!” diyorlardı. O zaman lisede öğretmendim. Öğrenciler akşam televizyondan duyduklarını sabah okula getirirlerdi. Bu konuyu da sordular, “Tamamen yalan.” dedim. “Her beş kişiden birinin cani olduğunu düşünebiliyor musunuz?” Sınıfı saydım ve “İçinizde sekiz canavar var, buna inanabiliyor musunuz?” dedim. “Ama hocam, burada değil de Sivas’ta, Konya’da varmış.” dediler. Şöyle cevap verdim: “Oradakiler de İstanbul’da, İzmit’te olduğunu söylüyorlar. İsterseniz yaşadığınız mahalleyi, oturduğunuz apartmanı düşünün; her beş komşunuzdan biri sizi testereyle keser mi?” Bir örgenci söz aldı. Korkmama gerek yokmuş, şöyle dedi: “Bizim apartmanda cami imamı oturuyor, çok saygılı bir adam, bize merdivenlerde bile selam veriyor.”
Doğrusu budur; ama olağanüstü zamanlarda Goebbels’in yasası işler: “Büyük bir yalan uydur ve onu ısrarla tekrarla, insanlar inanacaktır.”
Sözü Kabataş yalanına getirmek istiyorum: “Belden yukarısı çıplak yetmiş tane adam… Bebeğiyle durakta bekleyen anneyi sırf başörtülü diye sürüklüyor ve üzerine işiyorlar…”
Hikâye insanın beynine kan sıçratacak bütün unsurları barındırıyor. Belli ki üzerinde çalışılmış; fakat ülkenin gerçekleriyle örtüşmüyor.
Tabi bana mantıklı gelmedi. Tayyip hayranı bir dostuma sordum: “Ne diyorsun, bu memlekette böyle şeyler olur mu sence?” “Sanmıyorum.” dedi. Ama koca bir parti kitlesi buna inandı. İri iri yazarlar -ya ahmaklıklarından, ya ahlaksızlıklarından- günlerce propaganda yaptılar: “Gördük, kayıtları izledik, bacakları morarmıştı…” dediler. “Annenin onuru zedelenmesin diye kamera kayıtları yayınlanmıyor.” dediler.
Yalana başbakan da katıldı. Yalan olduğunu biliyordu. Neden tenezzül etti? Günü kurtarmak mı istedi, “Savaş hiledir.” mi dedi?
Şimdi olayın yalan olduğu ortaya çıktı. Ben öfke içindeyim; ama aldandığım için değil, zekâmla alay edildiği için. Kendini aldatılmış hisseden partililer şimdi ne düşünüyorlar acaba? “Başkanım değil mi, severde döverde!” diyorlardır her halde.
Hiç gerek yok. Ben şu anda onları kurtaracak bilgilere sahibim. Şimdi gösterilen kamera kayıtları var ya, işte onlar sahte! Dün bana Cemaat’ten polis, eski bir örgencim geldi -sanırım partinin gazabından onu koruyabileceğimi düşünüyor ve rüşvet olarak bu bilgileri veriyor- cep telefonuyla çekilmiş görüntüleri önce telefonunda izletti; fakat seçemedim. Gözlüğümü takıp bilgisayarda seyrettim. Tayyip’in anlattıkları aşağı yukarı doğru. Benim izlediğim kayıtlar üstelik sesli. İşeme esnasında sesler net olarak duyuluyor:
“Yumun lan gözlerinizi!…
Şarap da dökelim mi he!…
Pencereyi açıyım mı Bilal ağabey, Piştolu patlatayım mı?”
Bende yalan da yok, hilaf da…
Bir Lokma, Bir Hırka, Yüzde Yüz Haysiyet!
“İslami eğitim kurumlarında ne öğretiyorlar? Hep, ‘Namaz kılın, oruç tutun…’ mu diyorlar? ‘Milletin hakkını çalmayın, rüşvet yemeyin…’ demiyorlar mı? Nedir bu İslamcı iktidarın yaptıkları?”
Aşağı yukarı bu içerikte bir yazı okudum. Durum vahim! Aç aslanların avlarına saldırması gibi, bizimkilerin de dünyaya saldırması hepimize fatura ediliyor. Bunun utancından payıma düşeni, ister istemez sineye çekmek zorunda kalıyorum. Başkası için normal sayılan, kendini kul hakkıyla bu kadar bağladıktan sonra, bizimkiler için ayıp sayılıyor.
İslamcılar, dünya malıyla ilişkilerinde nasıl bir öğretiye tabi tutuluyor? Bu alan gerçekten de sorunlu. Bir defa, zenginliği takdis eden, “Allah kuluna verdiği nimeti, üzerinde görmeyi sever.” gibi bir hadis var ki kimse de sormaz: “Bunu kim söylemiş? ‘Dünya’da bir garip yahut bir yolcu gibi yaşa!’ diyen, öldüğünde bir deve yükü ev eşyası dışında bir şey bırakmayan Peygamber mi?”
Dünya malına teşvik, bundan ibaret değildir. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Ali (r.a) fakirlik içinde ölmüştür; ama Hz. Osman gani gani zengindir. Öyle ya! “Paran yoksa zekât bile veremezsin.” Zenginliği teşvik eden ayet, istisnasız bütün İslamcıların ezberindedir: “…Dünyadaki nasibini de unutma!” Oysa ayet, müminlerin Karun’a infak tavsiye ederken söyledikleri bir ara cümledir ve bağlamında, “Her şeyini de ver demiyoruz ya!” vurgusunu taşır.
İslamcıların haysiyet öğretisine gelince; bu alanda ne bir hadis vardır, ne de örnek bir davranış. “Alo Fatih hattı” beklide bu yüzden sorunsuz çalışır.
“Saraç” bildiğim bir soyadıdır. Fatih Saraç, ünlü hoca Emin Saraç’ın neyi oluyor diye baktım. Oğluymuş. Mekke’de eğitim görmüş. Ticarete atılmış. Şimdilerde Erdoğan’ın şamar oğlanı! Gerekli gereksiz, yurtiçinden yurt dışından aranıp fena halde fırça yiyor. Tayyip “Alo!” dedikçe Fatih’in kimyası bozuluyor, dili dolaşıyor, “Eşeklik bende!” diyor. Oysa Ne gerek vardı? Aç mıydın, açıkta mıydın? Yoksa bu aşağılamalara Allah rızası için mi katlanıyorsun(!) Sana sorsalar belki “Vatan için, millet için” dersin. Kim bilir utanmaz, belki de “Din-i Mübin-i İslam için” dersin. 28 Şubat’ın, başörtülü kızlara en aşağılık hakaretini yapan, “Siyah” kod adlı Amerikan ajanı bile kendini savundu. Keşke senin maruz kaldığın aşağılama ona yapılsaydı.
Gerçekten de hocalar, “Aç durun ama onurlu yaşayın, ne pahasına olursa olsun şerefinizin ayağa düşmesine izin vermeyin, müminler haysiyeti için yaşarlar…” kabilinden konuşma yapmazlar. Demek ki Fatih’in kutsal beldelerdeki hocaları da ona haysiyet dersi vermemişler. Belki de Fatih okuluna devam etmemiş, petrol şıhlarına sofra hazırlamıştır. Ortaklarına ve meşguliyet alanına bakılırsa bu da muhtemel.
İşin diğer yanı, Tayyip’in yaptıklarıdır. Dünya’nın bir ucundan alt yazı kaldırtmak da ne oluyor Allah aşkına? Ne kadar kaba bir davranış! Bahçeli manifesto açıklıyormuş! Hakkıdır, açıklar. Ne söyleyeceğine, nasıl eleştireceğine sen mi karar vereceksin? Millet hep senin bağırtılarını mı dinleyecek? Bırak! Her şeyi duysun da kararı millet versin. Hemen inanacağımızı da nerden çıkardın? Millet aptaldır, kanar öyle mi? Yirmi sene evvel bütün medya aleyhindeyken nasıl seçildin peki?
Moço, bizim köyün bekçisiydi. Ondan, “Aç dururum, kuyruğumu dik tutarım.” sözünü sıklıkla duyardım. Köyde ondan başka, ineği olmayan yoktu; ama o, “Ben süt sevmem!” derdi. Beslenemediğini ima edenlere de meydan okurdu: “Benimle yürümeye var mısın?”
Biri çıkıp da, “Ömrünüzde bir defa bile ‘Şerefe!’ demezseniz olacağı budur.” demese bari!