Hakk, insanı yaşamda karşısına çıkan alternatiflerden birini seçme konusunda özgür bırakmıştır. Dolayısıyla insan, eylemlerinden sorumlu kılınmıştır. Sonuçta insanların kendi gelecekleri konusunda, arzuladıkları bir seçeneği oluşturma hakları vardır. Hakk’ın açık isteği, gerçek anlamda özgür ve adaletli, yalansız ve talansız, hakikat toplumudur. Hakikat toplumu; vicdanları özgür, adalet bilinçleri hassas, duyarlı insanların birlik ve beraberliği sayesinde oluşabilir. Vicdani adaletteki en küçük bir kırılma hakikat toplumunun kalıcılığını ve sürekliliğini riske sokar. Hakikat toplumunun oluşum süreci, sabır ve emek isteyen uzun soluklu bir süreçtir. Henüz dünyada gerçek anlamda İslam’ın; barış ve hakikatle buluştuğu, özgürlükçü bir toplum ve vicdani özgürlüğü, her şeyin üstünde tutan, insanın ve toplumun seçme ve karar verme özgürlüğünü, her koşulda savunan, toplumu ve insanı karşılıklı saygı ve sorumlulukla kavrayan bir anlayış güçlenmemiştir. Ancak bu kavrayışın somut araçlarını, bugünden yarına yaratmak Hakk’a hakkaniyete gerçek bir ibadettir… Tabii ki burada sadece kendisini özgürleştiren, fakat toplumun özgürlüğünü umursamayanları kastetmiyoruz. Bir avuç zulümperest dışında kimseyi ötekileştirmeden, kendisiyle birlikte toplumu, toplumla birlikte kendisini özgürleştirme iradesini göstermeyi ilke edinen yani kendi benliğinden ve imanından taşan sevgi ve merhameti, bütün topluma sunma iradesini gösteren, gerçek Müslümanlardan bahsediyoruz.
Toplumda ve insanda özgürlükçü değişimi savunan farklı örgütlerde bile, henüz tam anlamıyla, vicdanı özgür insanı yaratabilecek bir sistem ve örgütsel işleyiş egemen hale gelmemiştir. Sosyalist, sosyal demokrat ve İslami örgütlerde doğru veya yanlış, kendi kararını kendi iradesiyle verebilen, özgür iradeli insanların hâkim olduğu bir yapılanma ve dönüşüm tam anlamıyla gerçekleşememiş, liberter yapılar ise fiili bir güç haline gelememiştir. Çünkü vicdanı özgür olan bir toplumu yaratacak olan insanlar, öncelikle kendi vicdanlarını özgürleştirmeleri, kendileriyle yüzleşmeleri gerekir. Bu süreci kendi içlerinde yaşayan insanlar, yaşadıkları tarihsel süreçteki maddi-manevi hak ve ödevlerini daha açık kavrayabilirler ve hayatın somutunda bunları şekillendirebilecekleri, kendilerini özgür hissettikleri özgürlükçü yapılanmalar kurabilirler. Yani aracın ve işleyişin, vicdanların özgürleşmesi amacına uygun olması gerekir. Hâlbuki araç kutsallaştırılmakta, amaç, giderek aracın gölgesinde kalmakta ve merkezi işleyiş katılaştırılmaktadır. Öncelikle vicdanı ve ahlakı özgürleşmiş insanlardan oluşan bir yapılanmanın, hayata özgürce müdahale edebilecek ve kendi gündemini oluşturabilecek bir öz-güce gelebilmesi gerekmektedir. Henüz alçakgönüllü, mütavazı ve vicdanların özgürleştiği böylesi yapılanmalar göremiyoruz. Toplumsal muhalefet mevzileri, farklılıkların ortaklaştırıldığı bir birlik ve bütünlük arz etmemektedir. Öyle ki tarihi bir hastalık olan sekterlik, çekememezlik ve hizipçilik sürüp gitmektedir. Demek ki tüm mezhepçilik tarihinden ders alarak ve bu tarz hatalardan arınarak yola çıkmak gerekmektedir. Elbette binlerce yılın tortusu, kiri, pası ve alışkanlığı, rehaveti ve hantallığı kolay atılamaz. Ama Müslümanların imanı, öncelikle vicdan özgürlüğü konusunda, insanlara ayrımcılık ve ötekileştirme yapmamaları noktasında sınanacaktır.
Elbette geçmiş tarihsel süreçlerde, özgürlükçü başkaldırılar yaşandı ve bugüne miras olarak kalan bazı önemli deneyimler birikti. Birikti ama önemli olan şimdiki tabanda, yani yaşamın kılcal damarlarında, geçmişten bugüne kadar yaşamayı başarıp gelen özgürlük ve adalet aşkını, yeni bir sentez ve güçle, günümüz koşullarına uyarlayabilmektir. Temel sorumuz şudur: Tarihin derinliklerinde saklı olan ve özünde özgürleşme aşkı ve özgür iradeleşme istenci taşıyan “özgür ve adaletli insan”, yani iman etmiş bir Müslüman; bu sarsılmaz idealini, toplumsal yaşamda en iyi şekilde nasıl hayatla buluşturacaktır? Elbette ilkesel anlamda genel hatları çizilse de mutlak ve mükemmel bir formül iddiası, uçuk ve hayalî kalacaktır. İnsanların, tarihsel süreç önlerine yeni sorunlar çıkardığında, geçmişten dersler çıkarıp, sorunu çözebilecek farklı yollar aramaları normaldir. Hayatın gelişiminin özü de budur.
Her insan ve her insanın hayatı bir ayettir ve yaşamın her bir zerresi gibi Hakk’ın bir hikmetini taşır. Yaratılan her varlığın ve her anın bir hikmeti olduğuna inandığımızda, toplumsal tarihin de, bu hikmet zerrelerinin karmaşık bütünlüğü olduğunu anlarız ve toplumsal/tarihsel gerçeğin sırrını çözebilmek için Hakk ile kaynaşıp buluşmaya, azami çaba sarf ederiz. İmanımız, bu sürece sevgimiz ve emeğimizle sunduğumuz katkılarla somutlaşır. Üstünlük taslamadan, insanları ve hayatları ötekileştirmeden, öncelikle sadece gerçeği anlamak için çabalarız. Hiçbir karşılık beklemeden, sevgi ve merhametin odağında, insanların acılarını ve sevinçlerini paylaşmak isteriz. Vicdani yüzleşmeyi her yönden tamamlamak ve böylece halk ile Hakk olmak, Hakk ile Halk olmak için, yeryüzündeki sürekli yaratılış ve oluş gerçeğine özünden katılmak isteriz. Biliriz ki içinde aktığımız süreç, sadece dünyevi iktidarlaşma süreci değil, hakk ve hakkaniyetle buluşma ve bunun için zulme ayna tutup, zulme karşı durma sürecidir. Ve yine biliriz ki imanla yaşamamanın, bir anlam ve değer taşıması, bu sabırlı çabaların meyvesini vermesine bağlıdır. Yaşam da tıpkı bir tohumdan fidana, oradan da meyve veren bir ağaca giden yol gibidir. Çok uzun bir zaman alsa da tohum, uygun koşullarla buluştuğunda ve sürekli bir bakım ve ilgiyle karşılaştığında, mutlaka meyve veren bir ağaca dönüşecektir. Toplumların da tarihsel bir gelişimi vardır. Onlar da tarihsel köklerinden aldığı güçlerle, yeni meyveler verip hayatlarını sürdürmek isterler. Elbette tarihsel/toplumsal süreçler, çok daha karmaşık ve hikmetlidir ve bu hikmetlere ancak yüksek bir iman, irfan ve ilim sayesinde ulaşılır.
Öncelikle doğru sorular sormak gerekir. Sonrada farklı yanıtlar arasından, en doğruyu seçmek gerekecektir. Örneğin bugüne kadar özgürleşmeyi hedeflediklerini söyleyenler, daha sonra neden özgürleşmenin önünü tıkar bir konuma geçmişlerdir? İnsanlığın özgürlük aşkı, özgürlük istenci, yaşamımızı motive eden temel dinamik güç ise, nasıl daha canlı bir yaşam gücü haline getirilebilir? Özgürleşme isteği insanın içinden, gönlünden gelen, insanın aklına güç veren, daha doğrusu ona insan olduğunu duyumsatan temel duygu ve düşünce değil midir? Ama bütün mesele şudur: Özgürlük ideali ve aşkı, örgütsel bir iradeye nasıl kavuşturulmalıdır ki; hegemonik, despotik, dayatmacı, elitler/seçkinler tarafından yukarıdan belirlenen bir iktidarlaşma, bir daha toplumda vücut bulmasın.
Kelimenin geniş anlamıyla biz buna; insanların kendini doğrudan, yerelden, günlük yaşamdan, hoşgörü ve sağduyu ile açık bir doğallık ve şeffaflık içinde yönetmesi diyeceğiz. Düz bir mantıkla demokrasi demeyeceğiz. Şura ve imece yöntemi diyeceğiz. Çünkü demokrasi, batıda halkın kendi kendini yönetmesi olarak tanıtılsa da, somutta bir sınıfın ya da bir zümrenin tekelindedir.
İdealimiz: ‘Herkesin, çokluğun, halkların, farklılıkların, bireylerin, grupların, cemaatlerin, ortaklaşa ve eşitler arası sorumluluk bilinciyle kaynaşıp ortak yönetim erki oluşturabilmesidir. Burada esas yönetim vicdanlardır, ahlaktır, erdemdir. Kısacası erdemli, etik bir zihniyet ve ruhsal şekilleniştir. Ruhların, nefislerin arınmasıdır. İnsanlar arasında karşılıklı saygı, sevgi ve güven gelişmeden, insanlık böylesi manevi bir güce ulaşmadan, toplumun barış ve adaletle kucaklaşması olanaksızdır. En baştan itibaren, insanların tam anlamıyla gönüllülük ekseninde ortaklaştığı esnek ve hoşgörülü bir yönetimle, bu kucaklaşma ve buluşma mümkün olabilir. Yönetimin varoluş ve işleyiş amacı, toplumun, insanların, kendi hakikatleriyle buluşma iradesine kavuşması ve toplumun vicdani açıdan özgürleşmesidir. Toplumsal adalet bilinci kazanmasıdır. Bu ise ancak farklılıkların yaşamın her alanında, yerellerde, mahallelerde kendi seçtikleri meclislerinde buluşup, toplanmasıyla mümkündür. İnsanlar bu meclislerde, forumlarda, kendi seçimlerini özgürce yapmalı, yüz yüze ve doğrudan ilişkiler kurmalı, doyurucu tartışma ve ikna süreçleri yaşamalı ve insiyatiflerin açığa çıktığı bu açık platformlarda düşünceler ve duygular kendi doğallığında süzülerek ve arınarak birleşmelidir. Temsiliyetin bir başka güce devredilmediği gerçek meclis tarzı çalışmalarda; içe kapalı değil, içe açık, yatay ve doğal bir yapı kurulmalıdır. Meclisler, çokluğun temel dayanaklarıdır ve farklılıkların kendini ifade ettiği çözüm yerleridir. İnsanın insan olması ve kendini bulması, kendine ayna tutması, bilginin tekelleşmesine kapalı olan bu meclislerin gelişmesiyle olanaklıdır. Çünkü insanlar, gelişen olayları tahlil edebilecek asgari bir bilince ve bilgiye sahip olamazlarsa ya da sahip olmaları engellenirse, bu bilgi ve bilince sahip olanlar tarafından yanıltılmaları an meselesi haline gelir. Böylece insanlar kimi daha “bilgili” görürlerse, onun ardından giderler. Kirli politika ve sefil iktidar mücadelesi, aslında insanların güdülerine, çıplak çıkarlarına hitap eder ve onların bilgisiz bırakılmalarını kullanır. İşte Müslümanlar, bu gidişe dur diyecek en fedakâr ve bilge duruşu sergilemelidirler.
Herkesin bir düşüncesi ve sonuçta bir oy hakkı vardır. Bir ideal olarak bu meclislerde, herkes özgür bir insandır. Ayrıcalıklı kılınan birileri yoktur. Herkes emeği, yetenekleri, yaratıcılığı ölçüsünde sürece katılır. Kimse, kimsenin iradesini kontrol ve disiplin altına almamalıdır. İnsanlar kendi özgür iradeleriyle, kendilerinin doğru olduğuna inandıkları şekilde oy kullanırlar. Hiyerarşi tamamen gönüllülük temelinde rıza ve ikna mekanizmalarıyla işletilmelidir. Meclislerde, forumlarda, halk şuralarında bir araya gelen insanların, yaşamlarında kendi seçimlerini yapma hakları, bir başkasına devredilemeyen, dokunulmaz, kutsal hakları sayılır. Meclislerde üretilen tartışmalar birer eğitimdir ancak bu tartışmalar, diğer bireyler üzerinde despotçu ve irade kırıcı olmamayı öğrenme ve bunu içselleştirme mekânlarıdır. Her insanın özgürleşmek için bilgilenme sürecini tamamlayıp, bir diğerinin etkisi ve kontrolünden kurtulması sağlanmadan, temiz bir vicdan ve özgür bir toplum yaratılamaz.
Erdemli olamayan kimi bireylerin hala toplumun üstüne çıkıp, seçkinci pozlarda politik uzmanlık taslamaları, henüz toplumumuzun en acı gerçekliğidir. Bütün sorun, bireyin kendisini bulması, kendi gerçekliğiyle konuşması, kendisini tanımasıdır. İşte burada örgüt modelinin, bireyin kendini bulabilmesi noktasında, bireyin önünü açması, eksikliklerini aşması konusunda ona karşılıksız yardımcı olabilmesi gereklidir. Toplumsallaşma adına, bireyin kendini bulmasının önüne engel olarak getirilen hiyerarşik baskı, üstünlük ve tahakküm araçlarını mutlaka kaldırmak zorundayız. Topluma lazım olan, kendisi olabilmekten korkmayan ve seçme bilinci gelişmiş, neyi seçtiğini bilen insanlardır. İnançlı, kendine güvenen bir toplum, özgürce seçme bilincinin tam olarak geliştiğinden emin olmayan kararsız, pasif, kaypak, kaygan bireylerle kurulamaz. Onlarla ancak zora dayalı iktidarlar kurulur. Müslümanlar ise, kendi kendini yönetebilen, insanı kendisine yabancılaştıran bir iktidara karşı kendisini aşılamış olan özgür vicdanlı insanlarla yola çıkmanın gerekliliğini bilirler. Bin bir sınavda arınarak ve arıtarak yola devam ederler. Her sınav onları sadece dünyevi bir iktidara değil esas olarak Hakka ve hakkaniyete yaklaştırır. İnsanın yaşam boyu karşılaştığı sorunlarda çözüme yönelik seçimleri onun niteliğini gösterir. Bizce Müslüman olmak; seçme ve seçilme işlevine göstermelik ve dünyevi bir sahiplenme olarak bakmak değil; hak, ödev ve sorumluluk bilincini toplumda içselleştirme ve insanlara, vicdanlarını özgürleştirme iradesi kazanmaları noktasında, örnek fedakârlıklar göstererek yol açmaktır.