AdiLMedya –
1. Amaç, araç, teknik ve yapı
Maddî ilişkilerin yürütüldüğü mekanizmanın bir türevi veya maddenin taşıdığı görünüm ile belirlenen işlevi gibi soyut kavrayışlar da bir hüküm/et tesisi ile süregider. Utopia‘daaltının değersizleştirilmesi karşısında “yabancı”ların zenginlik belirtilerinin alt üst edilmesiyle yakalanan üstünlük, mutlak anlamda yeni bir hiyerarşik belirlenim değil, sadece -tıpkı kelimelere yüklenen anlamın kaydırılması gibi- metaya yüklü anlamın tersyüz edilmesiyle kurulmuş bir hiledir: Özünde anlam üretmek/yüklemek suretiyle değeri yapılandırmak fiili bulunduğu için bugünden bakıldığında tarih-dışı gibi görünen bu ütopik hâl, tam anlamıyla gerçek/reel-politik bir tarihsel durumdur. Tüm yönelimleri kapsayacak anlamıyakültürün bugün kapitalist işletim mekanizmasındaki işlevi, değeri yapılandırmak değil midir? Ya da geçmişte kültür, yerel ölçekte zaten bu işe yaramıyor muydu? Tarihin çizgisel hattı içerisinde anlam taşıyan her olay ve kişi, bir şekilde tarihi üretenlerin ürettiği, en masum hâliyle onu bilgi olarak kaydedenlerin icat ettikleri birer araçtırlar. Bu araçların -bilgi ya da kayıtların- görünürdeki başat işlevi hüküm/et etmeyi kolaylaştırmalarıdır: Nihayetinde teknik, amacı aşamalara bölerek/zamansallaştırarak organik bir yapıya dönüştürür ki bu noktadan sonra artık amaç, bu yapının denetimine verilen addır. Belirli kodları olan bir yapıdır sözü edilen ve artık tanımlanabilir bir amaçtan fazlası olarak onu da ihtiva eden, yani amacın yerine geçen hedeftir. Ki bu yapılandırmayı tarih ve bilgi arasındaki ilişki içinden okuduğumuzda üretilen kayıt -veya bilgi- hem tarihi başlatmış, hem toplumsalı üretmiş, hem de siyasayı icat etmiştir. Özetle; bilgi yoluyla üretilen anlam, üretenler eliyle bir yönetme/denetim aygıtı olarak ortaya çıkmıştır; böylece ortaya çıkan yapı, içerdiği amaç ve araçlar ile kendiliğinden bir değerler dizilimi meydana getirmiştir.
2. Yabancılaşma, türetme
Bacon’ın “Bilgi güçtür” sözü çoklukla modernliğe atfettiğimiz bir suiistimalin göstergesi olarak okundu. Bu biraz da Lyotard’ın bilimi -yüzgöz olduğumuz bu çağda- doğruluk amacından uzakta işlerlik kavrayışı kapsamında ele almasıyla ilişkilendirildiği için böyle oldu. Ancak bu -daha geniş bilgi türlerini de kapsadığı iddiasına rağmen- esasen modernlik ve onun yaslandığı anlatısallık durumuna izafen bir yön verir. Bilgi, gücün kendisi değil amaca hizmet eden gücün bir aracıdır. Yahut en ileri boyutuyla değerlendirilse de modernlik karşısına konumlandırılan geleneksellik anlayışı içerisinde içkin hâlde bulunan bir değerdir en fazla: Hiçbir şekilde perennial diye zikredilemeyecek ve esasında değerler yönünden câri olanınarketiplerini içerdiği için premodernlik denilmesi icap eden bu geleneksellik içinde toplumsalı kodlamada dinî sınıf sahip olduğu bilgi hürmetine hükmederek en üstte yer alır. Bu otorite denilendir. Fakat iktidarı/tahakkümü meşrulaştırma aracı olduğu ölçüde de iktidarın yapısına dahildir. Öyleyse bu meşrulaştırma aracı (bilgi) aynı zamanda bir tekniği de içerir. Bilgi ve güç ya da iktidar arasındaki ilişkiye toplumsal üzerinden eğilen çözümleme/metodoloji, bilginin siyasal bir nesne veya aygıt olduğu noktasından tarihe bakarken onu bir teknik olarak da değerlendirmek durumundadır: Bugünkü işlerlik mekanizması olarak “Bilgi Toplumu” paradigmasının kökü, siyasalı ve aynı zamanda toplumsalı da icat eden tarım tekniğine uzanmasıyla bilgi ve güç arasındaki araçsallık ilişkisinin maddî/üretime dönük ekonomik boyutlarını da gösterir ki postendüstriyelliği buradan gelir. İnsanın doğal mekanizmanın işlerliği üzerinde kurduğu kültüre mündemiç iktisat -ve iktisadî ilişkiler olarak toplumsallık-, insanın içinde seyrettiği doğayı tanıma/bilme ihtiyacı olarak bilgi yani teknik sebebiyle bir yabancılaşma da imal etmiştir. Doğanın lütfu/kendiliğinden zenginliği, bir ölçüye/hesaba vurularak “değer” yüklenmiş ve sanki bir vergiymiş gibi teknik vasıtasıyla zorla sökülüp alınmaya başlanmıştır. Böylece bilgi ve onun ürettiği teknik, bilginin kaynağı durumundaki doğa ile onun hedefi durumundaki insan/akıl arasında -tamamen insana ait- bir kategorileştirme, ayrıştırma var etmiştir. Özetle, bilmek bilenin bilinenden kopması ve yabancılaşması ile ortaya çıkmıştır. Buna “isimlerin öğrenilmesi” veya anlamların icadı da denilebilir.
3. Öz ve Öz-ne
Eski bir Hind bilgesi olan Yajnavalkya, talebesine ölümden sonra bilincin olamayacağını söylediğinde talebe şaşkınlıkla bunun imkânsız olduğunu söyleyerek itiraz edince, “Bilen ve bilinen bir ve aynı olursa hangi bilgiyi kavrayacak bir bilinç kalacak?” diye sorar. Çünkü kendine dönük olarak bir öznellik üretimi olan bilme süreci, Varlık’ın kendini olumlaması/evetlemesi olarak sadece kuvveden fiile geçişin bir seyridir. Nihayetinde bilgi, Varlık ile özdeştir; onda içkin hâldedir. Bir şeyin bilgisinin edinilmesi demek, o şeyin kendindeki Varlık’ın da oluş hâlini alması demektir ki bu bilgi ve Varlık’ın ayrıldığı düzeydir. Fakat bu ayrılık esas değil sadece bilen özne ya da bilinç için böyledir. Çünkü ayrım, Varlık’tan ayrı olması bakımından bilginin imal edilmesi gibi dil ile mümkündür. Bilgi sadece dil ile üretilebilir. Bir şeyin bilgisi o şeyin dil içinde kavranması şeklinde olur. Dilin dışında Varlık ile bilgi bütündür. Dilde sadece bilgi vardır, şeyin varlığı yoktur. -Bu, bir şeye iki farklı yönü itibariyle değişik isimler vermek gibidir. Ağaca tikel olarak ağaç denir ama o tümel olarak bir bitkidir. Bitkinin tümel varlığı ile onun ağaç olduğuna dair tikel bilgisi ayrılabilir mi? Bu sadece dilde mümkündür.
Bir şeyin bilinmesi yani onun dil ile kavranması, Varlık yönünden o şeyin “ol”ması demektir. Ancak olmak, yokluktan varlık âlemine bir geçiş değil, belirli bir anlam içinde tanımlanma biçimdir. Bu sebeple karanlık ve aydınlık sembolizmi üretilmiştir. -Metafizik de fizik de yokun var olmayacağı, var olanın yok olamayacağı konusunda mutabıktırlarsa da metafizik, onu hem kabul edenler hem de etmeyenler tarafından kelimenin tam anlamıyla bir spekülasyon yığını gibi görüldüğü için fizikten koparılmıştır. Şu hâlde oluş dediğimiz fiil, Varlık’ın sadece bir surete girmesidir ki bu da esasında bir olay değil sadece dil düzleminde ortaya çıkan bir kategorileştirme ve yani özü itibariyle bir yanılsamadır. Ki dinî metinlerde Âdem’i çırçıplak eden Bilgi Ağacı/isimlerin öğretilmesi meselesi burada saklıdır: İnsan şeyleri -isimleriyle- bilince o şeyler var olmuştur ya da insan/us için anlam ve değer sırtlanmıştır. Çocuğun karanlık odada gördüğü ejdarha, onun muhayyilesinde gölge üzerinden böyle bir bilgi türetmesi nedeniyle ortaya çıkar. Ejderha -onun için- var olmuştur artık, gölgenin Varlık’ı o surette görünmüştür ona. Ejderha bilgisi Varlık’ın içindedir ancak başkası için ortaya çıkmış bir bilgi değildir; çocuk, kendi öznelliğiyle gölge üzerinde bir kategori türeterek onu kendisi için var kılmıştır.
4. Kelimeler ve dünya
Varlık kavramı gerçekte Vücud anlamında; şeyleri ortaya çıkaran, var kılan niteliğin adıdır. Ancak günlük ağızda Varlık, şeylerle yani var oluşla/mevcudatla aynı şeymiş gibi kullandığı için nüans neredeyse yok olmuştur. Oysa bu farklılık şunu gösterir; var oluş sonsuz tür ve birimden oluşmuşken Varlık tektir. Çünkü o şeyleri sadece var olmakla niteleyen bir sıfattır. Bu sebeple altın ve taşın oluşları farklı olsa da onları var kılan nitelik olarak Varlık aynı olduğu için altın ve taş özü itibariye aynıdır, hiçbirisi ayrı bir özdeğer taşımaz. Genel olarak insanlar ve de Ben diye nitelediğimiz şey de oluşunu Varlık’tan aldığı için diğer şeylerle esası/özü itibariyle bir ve aynıdır. Ancak ben-lik, Varlık ve Bilgi arasında bir ikilik yaratarak şeylerin var olduğu zannına düşen bilincin bir düzeyi, hâlidir. Çünkü bilmek fiili, en temelde özne-nesne ikiliği demektir ve ben-lik, Varlık’ı bilmek/Varlık’ın kendisini bilmesi suretiyle onu öteki hâline getirerek oluş-turur. Bilmek dediğimiz şey isimlendirmek ve tasnif etmek olarak imge ve kavram yani bilinen ve anlam ayrımını, göstergesini oluşturur. Varlık’ın kendini bilmesi, kendindeki sonsuz mümkünün oluş düzeyinde belirmesi anlamına gelir. Bu, aynı Varlık’ın bilmeyi bilen bilincinin de ortaya çıkışıdır. Gölgenin dağılmış hâlini kategorize ederek anlamlandırmış ve isimlendirmiştir: “Işık olsun” demiştir. Işık, gölgenin esasında değil sadece bakışta/dilde gerçekleşen bir oluşumdur. Âdem/insan/us da eşyayı isimleriyle bilmek suretiyle Varlık’tan ayırmış ve onları oluşturmuştur. Dünya; tanımlamalar, isimlendirmeler ve yani kelimelerden ibarettir. Dünya sadece insan/us için bir yapıdır ve amaç içerir.
5. Teknik olarak benlik
Ya benliği oluşturan nedir? Ya da o nerede oluşur?
Esas olarak benlik hiçbir zaman oluşmaz, onun ben dediği şey sadece Varlık’ın eğildiği bir formdur. Varlık’ın kendini bilmesinin bir yoludur sadece. Ki onun kendini bilmesinin sonsuz yolu vardır; olmak, oluş bu sonsuzluktur. Bu bilme hâli ya da bilinç, dil sahibi olmasıyla bunu tahayyül/vehm eder. Bu düzeyde bilinç hâline inmiş Varlık’ın gördüğü şey, kendisinin de bulduğu anlamlar -mesela ejderha- ve bilgidir. Bunun anlamı, bilincin kendini Varlık’tan ayırması ve o-ben ikiliği türetmesidir. Yinelenmeli ki bu bir olay/fenomen değil sadece bilinç düzeyinde bir ayrışmadır.
Bu ayrıştırma bir bilgi edinme aracı olarak tekniğin sonsuz tekrarına denktir: Teknik, bütüncül bilgiyi değil, bütüncül bilgiye -yani Varlık’a- atfedilmiş anlam kapsamındaki yapının çözümlenerek/parçalanarak üretilmiş değerine ait bilgiyi içermesiyle asla tamamlanmayacak bir kısırdöngüdür. Teknik, bir yapıya dönüştürülmüş olan amaç içerisindeki alt amaçlara sahip mekanizmanın işletilmesidir. Ancak her mekanizma diğer iki alt amaç arasında bir parça olsa da bütün içerisinde bağımsızdır, kendini tekrar eder sadece.
İnsanın tabiatı “maddî üretim kaynağı/sonsuz ihtiyaçlar için sınırlı kaynak” diye anlamlandırarak yapılandırması nasıl ki tekniği zorunlu kıldıysa Varlık’ın da kendini var bilerek yapılandırdığı Öz’ü bilmek için benlik zorunlu oldu. Öz de esasında bir yapı, bilme süreci için bir nesne, icat, kurgudur. Benlik de bu sürecin sadece tekniği olarak Öz’e ilişkin var oluş hâlidir: Tüm benlik hâlleri, Varlık’ın kendini bilme amacının birer aracı olarak değer taşır.
* Resim: Harrold Copping, Adam and Eve after the Fall (1910).
ALPER GÜRKAN