Özür ve Açıklama
Bu yazının dün itibari ile yayına giren hali hiçbir dilbilgisi denetiminden geçmeden , üstelik bilgi noktasında da son bir kontrolden geçmeden yollamam nedeni ile özellikle dilbilgisi bakımından hayli kötü bir halde çıktı. Editör arkadaşların esnekliği sayesinde yazımın düzeltilmiş olan bu biçimi yayına sokuldu. Bu ihmalkârlık nedeni ile tüm okurlarımdan özür dilerim.
SIFIR BAŞLANGIÇ MI, GELENEĞE İTAAT Mİ: ÜÇÜNCÜ YOLUN OLANAKLARI
Sevgili Yavuz Soysal zamane dindarlarının çoğunda görülen ve islamcılığın radikal kanadından gelen geleneği tümden yoksayma, İslam’ın tarihsel birikimini göz ardı etmek gibi aşırılıkları karşısında, bu toplumdan kopuk jakoben İslam anlayışına karşı bence gayet güzel ve makul bulduğum bir eleştiri getirmiş. Sünniliğin öyle bir kalemde silinemeyeceğini, ardında koca bir tarih birikimi olduğunu ve tarihe ilişkin de nesnel bir bilgi oluşturma olanağı olmadığından, sanki tarihin tanıklarıymış gibi davranarak sünniliği bir kalemde silip atamayacağımızı söylüyor. Ancak bunun itikadi gerekçelerini, bunun dayanacağı düşünsel gerekçeleri saymak yerine, basbayağı kitle kuyrukçluğuna çıkabilecek bir gerekçe ile sünnilik halktır, o zaman sünniliği reddetmek halkı reddetmektir gibi anlaşılmaya müsait bir değerlendirme ile tüm o güzel saptamaları bence berhava etmiş. Umarım sevgili Yavuz Soysal köşe yazısı sınırları içinde kalmaktan doğan, anlatmak istediğini tam anlatamamaktan kaynaklandığını düşündüğüm bu yanlış anlaşılmaları iyi bir açıklama ile düzeltir. Ben bu yazı ile onu bu yazdıklarını daha iyi açıklamaya “kışkırtmış” olmayı umuyorum.
Bir anlamda “İslami Devrimcilik” lafızlarının genel devrimciliğin taşıdığı arızalar ile malul olduğu malum olsa gerek. Devrimcilik doğası gereği tepeden tırnağa herşeyi yeni baştan kurgulayan, ve buna uygun düzenelemeler ile önceye ait herşeyi sıfırlama mantığına dayanır. Bunun da yaratmış olduğu en büyük sakınca otoriteryanlık ya da baskıcılık olgusudur. Neyse devrim ve gelenek tartışması ve bu eksende geleneğin devrim eleştirisi ayrı olarak ele alınması gereken bir olgu. Öncelikle devrimciliği besleyen şeyin Tek Tanrıcılık olduğunu belirterek işe başlayayım. Tek Tanrıclık Aton Kültünde görülen baş tanrı ya da gök tanrıcılıktan farklı bir tutumla, zamanı için tam bir devrim sayılacak çok tanrıcılığı ve onların ayinsel kültçülüğünü reddederek, tamamı ile soyut, bilgisi bizden uzak, herhangi bir somutlaştırma, cisimleşme yapmaktan da uzaklaştırılmış bir Tanrı tasavvuru ortaya koydu. Bu o güne dek geçerli pagan kült toplumları için alışılmadık ve kavramaları zor olan, alışkanlıklara ters düşen bir durumdu. İkincisi zaman konusundan kaynaklanan ve ütopyacılığı besleyen damar da Tek Tanrıcılık oldu. Tek tanrıcılık pagan kültürde döngüsel olan ve zamansal değişimi olanaklı kılmayan muhafazkarlığı da değiştirdi, tarihsel zaman zamana ve topluma müdahaleyi olanaklı sayan , zamanı ve toplumu yenilemeye olanak sağlayan devrim düşüncesine olanak sağladı. Ancak kültçülük insan zihni açısından bir kolaylık ve konfor olduğundan, İslam da dahil tüm tevhid dinleri pagan kültlerin, alışkanlıkların sızıntılarından korunaklı olamadı. Bu nedenle de İslamdan öncekilerin çoğu, sonunda pagan kültlerin en güçlü yönlerinden olan din adamları sınıfının imtiyazlları üzerine kurulu ruhbanlıktan, Hellenlenşmeden, Romalılaşmadan ve hatta Mısır Paganizminden ve sonraki panteistik inançlardan dolayı asli mesajını, yenilikçi niteliğini kaybettiler. İslamın ortaya çıkış nedeni de mesaj zincirindeki kopukluğu onarmak ve bu onarım esnasında da içinde yaşanılan dönemin, yaşanılan toplumun gereksinmelerine uygun bir tecdid biçiminde olmuştur.
Saflık Arayışı
Sünnilik ortaya çıkmadan evvel dindeki saflığı koruma çabası da büyük oranda Hariciliğe kaldığından ve harcilik de esnek ve çoğul düşünme alışkanlığı olmayan bir toplumda doğduğundan, dogmatik bir anlayışla toplumda ciddi zararlara neden oldu. Bugünkü Vehhabi Anlayış ve ona kendi özgün yorumlarını katarak selefiliği daha radikalize etse d esas olarak İbn Teymiye ve kısmen de İmam Hanbelden feyz almışlardır. Sellefiye anlayışı sertlik noktasında, dogmatizmde Haricilikten beslenmişlik htimalini taşımakta kanımca. İslamın tedvin asrı olarak kabul edilecek döneme dek yani Sahabe zamanına iki ana mezhep vardı Haricilik ve Mutezile.
Daha sonra ortaya çıkan Sünnilik ise üç uç anlayıştan kaynaklanan sosyal bölünmeyi gidermek için doğmuştur ki bunların üçü de itikadi olduğu kadar, siyasi tasavvurlar da üretmekteydi. İlki Şiilik ki Şillik zaman içinde maniheizm, hellenistik düşünceler ve budacılığın karışımından oluşan İsmaililik gibi paganistik unsurlar başta olmak üzere İslamın bünyesine kültçülük ve ruhbanlık sorununu taşıyan ve hükümdarlık erkini kutsallaştırarak yine pagan kültçülükten kaynaklanan zihniyetlerin sığınağı haline gelen bir mezhep olacaktı. İkincisi hellen akılcılıktan etkilenen ve Abbasiler döneminde Hellenistik felsefe birikimini islam dünyasına taşıyan, bugünün siyasi terminolojisi ileradikal cumhuriyetçi ya da liberter, itikadi olarak yenilikçi olan Mutezile-ki Mutezilede Akıl düşünceki karşılığı olarak nesnel akıl diyeceğimiz Logosa tekabül eder. Mutezile öznelcilk olarak tezahür eden iradecilik düşüncesini temsil ederek pagan düşünce birikiminin felsefe yolu ile islam inancına karışmasına neden olacaktı.
Kabile dogmatizminden doğan Haricilikdi. Haricilik eylemle söylem bütünlüğü üzerinden son derece dogmatik bir din yorumu geliştirmişti, ancak islam dünyasındaki en eşitlikçi, islamın ilk dönemindeki ruhuna -yaşam tarzı olarak-en uygun düşen itikadi mezhepti. Siyasi tutumu da bugünün ölçüler ile tam bir anarşizmdi -özellikle Necdli Hariciler.
Ehli Sünnet olarak adlandırılan ve kendini Peygamberin sünnetinin koruyucusu, dinde orta yol ile dengeli bir görüşün temsilcisi ilan eden anlayış, bu üç uç anlayıştan da uzak, dengeli, makul olma ve dinde esas olarak Peygamberi model alan, dinin merkezine Peygamberi koyan bir anlayış ortaya koydu. Maturidiyeye tabi olan Sünniler hariç, genel sünni mezhepler kurucu kelamcı Ebu’l Hasan el- Eşari’nin etkisi ile ve daha sonra da diğer kurucu imamlar vasıtası ile giderek dogmatikleşen, akıl yürütmeyi sınırlandıran, kitabı değil peygamberi merkeze alan ve kitaba da peygamber üzerinde yaklaşarak bir teoloji üreten, siyasi olarak da sistemi muhafaza eden bir eğilime dönüştü. Mezhep imamlarının içinde yegane Maturudi olan Ebu Hanife hariç, diğerlerinin Ebu’l Hasan el- Eşari nedeni ile selefi kelama yakın olması, sünnilikle selefiliğin çoğu yerde içiçe geçmesine neden oldu. Günümüzde ise sünnilik bir sağcılığa dönüşerek ilk dönemindeki mevcut siyasi önderliği yani saltanatı koruma alışkanlığı nedeni ile bir statükoculuk halini aldı.
Reform Olarak Sünnilik
Bu anlamda İslamcılığın sünnilik eleştirisi pek çok noktada haklılık taşır. Ancak İslamcılığın bir kanadının banyo suyu ile bebeği de atmak diyeceğimiz bir aşırılıkla mezhep olgusunu küçümsemesi ve sünnilik eleştirisinden, sünniliği gereksiz sayan tutuma varması sünniliğin içindeki değerli yönleri kurtarmaya engel oldu.
Bana göre sünniliği atlayarak kitaba yönelen yeni mutezileci yorumcular Kitapla Peygamber arasındaki sıkı bağı ihmal etmekteler. Hadis kritiğinde kıstasları daha da geliştirerek hadis kitaplarındaki hadisleri tekrar elden geçirmek yerine, bu kitaplardaki hadisleri neredeyse tamamı ile uydurma kabul eden bir anlayış kitapla da doğru bağ kurmamıza manidir. Ne Peygambersiz Kitap kendi başına yeterince iyi biçimde anlaşılabilir, ne de Kitapsız peygamber anlaşılır. Bu ikisi olmadan İslam olmaz. Bu yüzden makul yorumcular hadisleri Kur’an mihenk taşına vurmuş ve böylece kendini Kitaptan asla ayırmayan ve hep Kitabı merkeze koyan Peygamber modelini ortaya çıkarmıştır. Bu şekilde bu mihenk taşından geçebilecek bir çok hadis bizim yaşayan dine ulaşmamızı kolaylaştırır. Hem de Kitabı hayatla buluşturmuş olur. Kısacası bizim sünniliği redetmeye değil onu tecdid etmeye, ihya etmeye gereksinmemiz var. Şu an halk arasında yaşayan sünnilik biçimi yaşayan hayattan kopan, dini bir ayin dini haline dönüştüren bir sünnilik. Böyle bir sünnilik Ne Eşari’nin ne de sonraki mezhep imamlarının ve onların düşüncesini geliştiren müctehidlerin öngördüğü sünnilik olsa gerek. Kaldıki ne selef, ne sözünü ettiğim kurucu figürler dinde son sözü söyleme anlayışındaydılar, onlar Peygamberi sünnet ile hayat arasında aklın yorumsal etkinliğinin payını ihmal etmeden bir denge kurma yolundaydılar. Bu nedenle onların her söylediğini tartışılmaz dini doğrular haline getirip bu kişileri mutlaklaştırıp kutsallaştıan ve onların mirasınınkötü biçimde harcayan bugünkü sünnilik sünniliğin orjini ile ilgisini önemli ölçüde kaybetmiştir. Bugün bize düşen sünni kelamı ve fıkhı besleyen kaynak yorumcuları yeniden okumak, onların meseleleri çözme metodolojisini örnek alarak onlar gibi sözel gelenekle akıl arasındak etkin bir bağ kurmak olmalı. Bunu en başta Ebu Hanifenin kıyas üzerine kurulu, ictihat yolunu genişleten hatta daha da demokratikleştiren bir reform yolu ile çözebiliriz. Dahası Tasavvufun mitolojik ve ruhbanlığa bakan kült yönünden ciddi biçimde koparak, ama onun anlam derinliği yaratan ve ahlaki yönden bugünkü medeniyete karşı bizi techiz edecek olan yönleri ile de sünniliği besleyerek sevgili Yavuz Soysalın kaygıları giderilebilir.
Halk Değil Din Bilgeleri
Çok doğal ki bütün bunları halk yapamaz, halk ta yeni taş çağından beri süregelen köycü muhafazakârlıkla atamızdan dedemizden gördüğümüz gibi biçiminde tezahür eden bir din algısına sahip. O kendisine verilenle iman ediyor. Ne onu eleştirmek, onun inandıklarını horgörmeye hakkımız var, ne de halkımız neylerse güzel eyler tarzı bir kitle kuyrukçuluğuna. Yaşanan dini asli dinin imkânları ile tazeleyen bir tecdid hamlesi bize gerekli olan. Bunun içinde tartışmaya, kaynakları bir daha yeni bir gözle elden geçirip onların yaşadığı zamana bakan yönlerini ayıklayıp, bize gerekeni almak gerekiyor. Yani hem mezhep imamlarından, hem müctehidlerden alacağımız çok şey var. Ve bunlar bizi modernistlerin ifsad ediciliğinden esirgeyecek kılavuz haritalarıdır. Onlar olmazsa ortalıkta dini modernizmin sunağında kurban eden Yaşar Nuri gibi isimler alimlik taslamaya başlayacaklardır. Onlara karşı en büyük kalkanımız sünnilikdir.
Ütopya ve Gelenek
Ütopya eğer bize feyz veren bizi umutla dolduran bir şey değil de bir dönüşüm değişim programı halini alırsa, o zaman Cioran’ın sıkça söz ettiği fanatizmin, islam adına işlenecek bir çok cinayetin, islam adına karşımıza çıkacak bir çok polislik biçiminin de yolu açılır. Ütopya bir umut haritasıdır. Ama ütopyanın siyasi programa dönüşümü, hele de devlet iktidarı da elinizdeyse sizi sosyal mühendislik dediğimiz olguya götürür (bu olguya daha geniş olarak bir başka yazımda değinebilme fırsatım olur umarım) o zaman da ortaya çıkacak olan şey yeni mutezili dindarların bize vaadettiği demokrasi ya da özgürlük olmaz. Farklı türden bir faşizm ve aydın despotizmi dediğimiz şey ortaya çıkar. Tüm ütopyacıların sıkı bir gelenek karşıtı olmaları bir rastlantı değildir.
Oysa gelenek birikmiş bir hayat pratiğidir, bugün karşı karşıya kaldığımız pek çok şey yeni değil, aslında uygarlık dediğimiz şey öz olarak altı bin yıldır değişmedi. Ve insan toplumları o günden beri çeşitli meseleler ile karşı karşıya kaldı. Bu meselelere de çoklukla bugünküne çok benzer yanıtlar verildi. Geleneğe sırt çevirmek deneyime, bilgeliğe de sırt çevirmek demektir.
O yüzden sıfır başlangıçlı ütopik devrimcilikler yerine, biriktire biriktire deyim yerinde ise taş üstüne taş koyan bir radikal reformculukla, ne gelenek ve onun deneyiminden yoksun kalınır, ne de geleneğin en büyük handikapı olan donmuşluk tehlikesine maruz kalınır. Bunun da adı tarih boyunca tecdid oldu. Bugün bizim tecdide gereksinmemiz olduğu açık. Gelenek olarak sünniliğin bizi yoksun bıraktığı şey eleştirel akılcılıktı, Mutezile’nin kısmen haklı olduğu nokta buydu. Ama onun da yolu kapalı değil. Ebu Hanife bunun yolunu bize öğreten kişi, onun metodolojisini, meseleye bakışındaki kıvraklığı bugüne uyarlayabilirsek İslamın bugünkü Firavun Medeniyete karşı en büyük seçenek olması mümkün olacaktır.
Bizim tarihten kopmaya değil, tarihten öğrenmeye gereksinmemiz olduğu açık. O yüzden yenilik fetişizmine kapılmadan İslamın ve sünniliğin bize kazandırdığı dengeli düşünmek, dengeli davranmak ve dengeli yaşamak ilkesini yeniden hayatın kılavuzu yapmak bugün bizim boyun borcumuz olsa gerektir.