İslamcılık bu topraklara iktidar eliyle gelmişti ve gene iktidar eliyle tasfiye edilmiş oldu. 19 yüzyılda ulus devlet anlayışının bütün dünyayı etkisi altına almasıyla büyük imparatorluklar konjonktürel olarak siyaset yapma biçimlerini değiştirme ihtiyacı hissetiler. Bu imparatorlukların başında da Osmanlı gelmekteydi. Osmanlı’nın elitist bürokratları tanzimatla birlikte, batının anlam dünyasına girme çabaları, refleksif olarak , Osmanlıcılık akımını doğurdu. Gayri-müslüm unsurlarla birlikte Osmanlı şemsiyesi altında olma fikri, batının hızla büyüyen ekonomisine ve ulusallaşma çabalarına yetişemedi. Osmanlı’dan kopmaya başlayan özellikle Hristiyan etnisiteler olunca bu sefer de Osmanlıcılık yerine İslamcılık ikame edilmeye başlandı. 1870’lere denk gelen bu tarihi dönemde, Abdülhamit tam da bu sürecin içinde doğdu ve İslamcılık bir imparatorluk ideolojisi olarak varlığını sürdürdü. İslamcılığın ilk sloganı ittihad-ı islam (islam birliği) idi. Buradaki amaç batının emperyal yayılmacılığına ve Osmanlı’nın giderek küçülmesine karşın bir refleks oluşturabilmekti. Afgani’nin teorik altyapısını oluşturduğu İslamcılık, Abdülhamit ile birlikte devlet politikası haline geldi. hakimiyeti giderek daralan bir imparatorlukta savunma yapmaktan, İslamı günün koşullarına göre yeniden tartışma zemini oluşmadı. Ne hazindir ki, İslamcılık üzerine fikri tartışmaların zemin bulduğu ilk büyük dergi çalışması 1910 daki Sebilürreşattır. Yani İslamcılığın devlet politikası olmasından tam 40 yıl sonra…
Abdülhamit’in tahttan indirilmesiyle birlikte İttihadı İslam retoriği de anlamını yitirdi ve İttihat Terakki döneminde İslamcılık ‘öze dönüş’, ‘yenilenme’ kavramlarıyla İslamı tartıştı. Tarihin temel kırılma noktasına gelen İslamcılık akımı feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde İslam’ın öncüllerini evriltemedi ve çareyi öze dönüşte buldu. Yani açılan yeni yolda nasıl yürüyeceğini bilemeyenlerin geriye dönmesi gibi birşey…
Bu ‘öze dönüş’ te batının özellikle siyasal ve kültürel boyutuna bir reddiyenin dışına çıkamadı. Batının görünen yüzü İslam üzerinden tartışılmaya açıldı. En önemli tartışmalardan biri de terakki (ilerleme) ‘ye islamın bakışı üzerinde yoğunlaştı. Batı ilerlemesinin görünmeyen yüzü yani kapitalizmin hızlıca büyümesi , insan emeği üzerinden sermaye birikimine ulaşması ve buradan yeni bir toplumsal ve siyasal iktidar biçimi sağlaması tartışılmadı. Batının ekonomi-politiğine nasıl sorusunu soramayan İslamcılık, Elmalılı Hamdi Yazır gibi bir müfessirin fetvasıyla’ İslam terakkiye mani değildir’ düsturu genel kabul olmaya başladı. Günümüz kalkınmacılık politikasının da cevazı böylelikle çok sağlam bir kaynaktan alınıyordu. O dönemde bu anlayışa karşı koyuş sergileyen tek tük isim vardı, ki bunların başında da Cemalettin Afgani geliyordu. Kendisi birçok eserinde Necm 39. Ayeti referans alarak sa’y (emek) konusunda batı kapitalizmine esaslı eleştiriler yapıyordu. Yalnız ’ana hat’ tan ilerlemediği için İslamcılık içinde marjinalize edildi ve Müslümanların gözünden kaçırıldı.
Zaten İslamcılık fikrinin öncüleri olabildiğince kentli ve seçkinciydi. Toplumla İslamcı fikirlerin çakışması bu yönüyle mümkün değildi. İslamcıların bir kısmı ittihat-terakki ile hareket ederken bir kısmı karşısında durdu ve Türkiye cumhuriyeti ile birlikte kentli İslamcılık yerini fıkıh-tasavvuf sentezli bir köylü Müslümanlığına; yani tarikatlara bıraktı.
Gönenli Mehmet efendi, Abdülhakim Arvasi, said-i nurs-i(kürdi) gibi isimlerin öncülüğünde, İslamcılığın devlet politikasından tasfiyesiyle birlikte köy dindarlığı tarikatlar eliyle gizliden gizliye örgütlenmeye başlamıştır. Bu köylü tarikatların Türkiye’nin geneline ulaşabilmesi, ikinci kuşak İslamcılığın doğumuna sebebiyet verecek olan Necip Fazıl gibi aristokrat kökenli, elitist düşünürlerin , tarikat şeyhleri önünde diz çökmesi ile mümkün olacaktır. Necip Fazıl’ın Arvasi ile tanışması ve onun üzerinden tek parti rejiminin dindarlara yaptığı baskıları gözlemlemesiyle birlikte ‘anti- kemalizm’ ikinci kuşak İslamcılığın ana fikirsel ekseni olacaktır. Büyük Doğu dergisi ile başlayan serüven bir ayağı tarikatta (köyde), bir ayağı sanatta (kentte) haliyle İslamcılığın sosyolojisini de belirlemeye başlamaktadır. Bir müddet sonra Sezai Karakoç’un da öğrencilik yıllarında köyden gelip Necip F azıl’ın kentteki konağına katılmasıyla bu paradoksal hal güçlenmiştir. Her ikisinin ortak halleri, günümüze değin gelen İslamcılığın araçsal yakıtı olmuşlar ama kendi bünyelerinde bir islami hareket örgütleyicisi olamamışlardır. Şiir, siyaset, nesil inşa çabaları örgütlü İslamcı grupların beslendiği kaynakların ötesine geçememiştir.
Şiir ve tasavvuf sentezli İslamcılığın karşısına bir de tasavvuf karşıtı, vahye dönüş odaklı, hilafeti tek merkez alan Ercüment Özkan tarzı yorumlar çıktı. İkisinin de ana sorunu İslamcılığın Müslüman olan geniş kesimlerin uzağında , konferans salonları, ya da şiir mısralarında kurulmaya çalışılmasıydı.
Necip Fazıl ekolü 1970’lerlebirlikte geniş müslüman kesimlerle buluşacak siyasi yapılara fikirsel hizmet edecekken Ercüment Özkanın temsil ettiği İslamcılık ise hep marjinal olarak kalmıştır.
Nurettin Topçu vasıtasıyla bir şekilde Hareket dergisi çerçevesinde yapılan “İslam Sosyalizmi” tartışmaları ise çok güdük kaldı. Aynı dönemlerde Mısır’da Nasyonal Sosyalist Nasır’ın İhvan-ı Müslimin’e uyguladığı baskılardan ötürü, İslamcı çevrelerde ve toplumda çok karşılık bulamamıştır. Nasyonal Sosyalist damgası yiyen Nurettin Topçu zaman zaman da hitler sevdalısı olarak gösterilerek, hem halktan hem de İslamcılık ekolünden uzak tutulmaya çalışılmıştır. Afgani gibi şimdi İslamcılık akımının içinde sayılsa da yaşadığı dönemde pek ciddiye alınmamıştır.
Tarikatların ve cemaatlerin apolitik oluşu ve yaşamlarını idame ettirebilmek için merkez sağ siyaset ile kurdukları çıkar ilişkisi, köyden kente göceden bir kısım dindarların yeni toplumsal çelişkilere karşı örgütlenme ihtiyacını doğurdu. Tarikat siyaset ilişkisinin de temellerini atan Milli Görüş siyaset dışı kalmaya çalışan cemaat ve tarikatlardan da kopmuş oldu.
Milli görüş Kudüs mitingleri ile İslamcılığın sadece Türkiye’den ve anti-kemalizmden ibaret olmadığını Filistin’deki duruma da el atarak islam birliğinin asıl amaç olduğunu yeniden deklare ediyordu. Türkiye merkezli İslamcılıktan ümmetçiliğin gün yüzüne çıkmaya başlaması ve bunun üstüne ekonomi politik alanda “adil düzen” teorisinin söylenmeye başlanması İslamcılığın üçüncü aşaması denebilir.
80 darbesine kadar kaotik bir düzlemde devam edegelen İslamcılık, 80 sonrası milli görüş ve cemaat ile ayakta durabilmiştir. Cemaatin siyaset ve fikir dışında sivil praksis olarak yaptığı çalışmalar İslamcılığa yenibir boyut kazandırmış. Ortaya koyduğu sözümona ‘başarılı’ çalışmaları İslamcılığın fikri reaksiyoner boyutunu da boşa çıkarmıştır.
28 şubatla gelen siyasal yenilgi İslamcılığın sonunu hazırlamıştır. AKP bir asırdan fazla bir zamandır topluma ideolojik kılıf biçmeye çalışan İslamcılığı terketmiş, Müslüman ama politik(İslamcı) olmayan geniş kesimlerle imgesel ilişkiye girmiş ve toplumla barışmıştır. Kabadayı, halk çocuğu, mağdur, asabi, bizden biri imgeleriyle toplumla arasında duvar olan ideolojiyi bir kenara itmiştir. Bu kenara itiş küresel desteği de getirmiş, ve Kemalizmin kale duvarlarını dövme imkanı tanıyan neoliberal politikalarla, İslamcılıktan sapıp muhafazakarlığın yolunu tutmuştur. Bu yol değiştirme , bir avuç kalan İslamcıyı yeniden örgütlenme yoluna itmiş. 10 yıllık bir bocalamadan sonra kendine sosyal adalet adında sosyolojisine hiç uymasa da ‘ittihadı islam’, ‘öze dönüş’, ‘anti kemalizm’, ‘Milli Görüş’ gibi yeni bir elbise giymiştir.
Bu imaj eski tarz İslamcıya uymamıştır. Söylediği her söz, sanki ‘haram lokma’ gibi kursağından aşağı inmemiş, kendine daha fazla yabancılaşmadan muhafazakar kayığa binmiştir. İslamcılığın son umutsuz vakıası da böylelikle son bulmuştur.
İslamcılık adına yol bitmiştir. Kapitalizmin bu topraklara girdiği 19 yüzyıldan beri, Müslümanlar İslamcılık adıyla yapmış oldukları mücadeleyi kaybetmişlerdir. Kendi kurdukları devletler, kurumlar zarar görmesin diye İslam’ı evirip-çevirip anlaşılmaz hale getirenler kendi sonlarını hazırlamıştır:
“Eğer haktan yüz çevirirseniz, ben müsterihim, zira size ulaştırmakla görevli olduğum buyrukları size tebliğ ettim. Rabbim dilerse, sizi gönderip yerinize başka bir topluluk getirir. Ama siz O’na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Muhakkak ki Rabbim her şeyi denetlemektedir.” (Hud, 57)
İslamcılık adına bir topluluk imtihanını tamamlamıştır ve haklarındaki hükmü de Allah verecektir. Ama şimdi İslam’ın ezilenle buluşup, iktidar ve servet kulelerini yıkma misyonu yepyeni bir topluluğun omuzlarında olacaktır.
Burada yolu biten sadece İslamcılar da değildir. Solcular, anarşistler, hatta milliyetçilerin de yolu bitmiştir. Zaten postmodern dönem ‘yolu kesilmişlerin’ dönemidir. Bu çok parçalı ve dağınık düzlemde biraraya gelme iradesini güdenler ve ezilenden yana topluca bir arada yürüyenler ancak yeni bir yol açabilecektir.