Gönüllü çalışmanın yerine zorla çalıştırmanın başladığı çağdan bu yana neyi sevmemiz ve niçin, nelerden nefret etmemiz, tamamen bu sapkın güçlerin, sadist/narsist komutlarına bağımlı kılınmıştır. Toplumsal belleğin iğdiş edilerek, iyiliği, güzelliği, doğruluğu unutturan, kötülüğü ve zalimliği kılıfına uydurup meşrulaştıran bir işlev taşımaya başlaması, iktidarın sürekliliğini sağlayan kahredici ağı örmeye başlamıştır.
Ülkemizde samimi dindarların görüşleriyle, sosyalist geleneğin dili ve söylemi, algıları; egemen politik dil ve iklimin kurnaz ve sinsi katkılarıyla, tarihsel nesnel olgulardan ziyade öznel/taraflı çarpıtılmış algılara bağımlı kılınmış ve parçalı bir ‘gerçeklikten’ yola çıkılarak aktarılır olmuştur. Asıl ahlaki olan, o büyük fotoğrafa bakabilme cesaretidir. Tarihsel/toplumsal sürece, oluşum ve parçalanışın, başlangıç ve gelişiminin bütünselliği içinde bakılmalıdır.
Mevcut çarpık sistemin adaletsiz işleyişine muhalefet eden kısmen farklı olan bu güçleri, kendi gerçeklikleri ve nedenleri içinde kavramak daha dürüst bir tutumdur. Resmi ezberleri bozmak ve özgürlük alanlarını genişletmek için mücadele veren gerçek inananlarla, toplumcular/sosyalistler arasında aşılmaz, uzlaşmaz çelişki ve karşıtlıklar, iktidarlar tarafından sürekli beslenmektedir. Her iki kesimin birbirlerini, birbirine karşı varlıklarını koruma nedenleri olduğu iddiası, birinin olduğu yerde diğerinin yaşayamayacağına ilişkin tezler sürekli kışkırtılmaktadır.
Hiçbir dinsel metnin, ilk özgün çıkışında insanlar üzerinde tahakküm kurma, zorbalığı kurumlaştırma emri yoktur. Aksine din, tam olarak özgürlükler alanını koruyan ve kollayan bir konum içindedir. Din, insanların birbirlerine karşı zor kullanmasını engellemek, insanlar arasındaki zora dayalı bağları yok etmek, insanları zorla kurulan ilişkilerden uzaklaştırıp, gönüllülük temelindeki ilişkilerinin güçlenmesini sağlamak ister. İnsanları özgürleştirmek ve ahlaklı kılmak dinin temel hedefidir. Doğruluk, dürüstlük, yalansız/talansız bir yaşam, baştan beri tüm dinlerin temel ilkesidir. İnançları/dini, toptancı bir mantıkla, gerici/gelenekçi diyerek kökten reddetmek, ezilen mazlumlara yarar sağlamaz. Tam aksine zalim egemenlere yarar sağlar. Çünkü zalimler, görünüşte ahlakı dilinden düşürmeyen ama ahlaksızlıkta başı çeken, içten pazarlıklı münafıklardır. Zalimlerin bin bir türlü maskesi vardır ve bu maskelerin bağlı olduğu bütün ipleri kesmek hayırlıdır, sevaptır.
Dikkat ederseniz dini, burada çoğul olarak kullanmıyorum. Çünkü gerçekte dinler değil, özde tek bir din vardır. Tek olan dini, tarihsel çıkarları gereği dinler haline getirenler ise zorba iktidarlardır. Oluşturulan farklılıklar ritüellerde ve ayinlerde yani biçimsel ve dışsal uygulamalardan başlatılmış ama giderek derinleştirilmiştir. Hz. Âdem’den itibaren insanlığa nur saçan sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’e kadar, Allah’ın kelamı, sürekli aynı tebliği ve müjdeyi güncelleyerek, yenileyerek sunan bir bütündür. Bu anlamda dinsel yaşam, dondurulacak, kalıplaştırılacak bir mesaj içermez. Aksine dinin, yaşama yönelik temel mesajları ve çağrıları değişmemekle birlikte, yaşamın süregiden değişimi ölçüsünde mesajlarının özüyle insanları buluşturup kaynaştırmaya ve bu anlamda yenileşmeye ve güncellenmeye her zaman açık kapı bırakır.(Değişmeyen temel mesajlar: Öldürmeyin, çalmayın, yalandan, zinadan ve faizden kaçının, servetleri ve nimetleri paylaşın ve daima birlik kalın gibi mesajlardır.)
Dinler tarihi, sevap ve azap ölçülerine dayanan ahlaki kavramlar uyanınca, insanlar arasında adalet ve eşitliği sağlamayı amaçlayan toplumsal devrimlerle süregider. Modern devrimlerden farkı, devrimin itici gücünün, insanlığa aşkın/mutlak tanrısal gücünü sunan bir tanrının var olduğuna inanmak ve bu yaratıcıya sadakat göstermektir. Burada en önemli kıstas ve ayrım noktası: Allah ile insan arasında kurulan içsel/öznel bağlantının iktidarcı hegemonik bir gücün tekeline terk edilmemesidir. Tanrı ile kul arasında, şu ya da bu şekilde/dolaylı ya da dolaysız olarak giren ve bu ilişkiyi belirleyen ruhban bir gücün oluşması en baştan engellenmektedir. Dinin en temel ilkesi budur. İnsanların kurduğu zora dayalı iktidarın, kendisini; tanrısal varoluş ve maneviyatın gönüllü birlikteliğine dayatması kadar kahredici ne olabilir?
“Toplumsal ve ekonomik ilerleme, kültürel ve düşünsel özgürlük, düşünce ve hayat tarzı olarak özgürlüğe ve yeniliklere açık olmak” gibi ve genellikle sadece sol anlayışın değerleri olarak görülen bu değerler, sizce nereden miras alınmıştır? İnsanlığın bağrında billurlaşan değerlerin içinde özgürlükçü dinsel mesajların tartışılmaz katkısı yok mudur? Her sol zihin, bunu derinliğine düşünmelidir. Dini, sadece yönetenlerin cambazlık ve entrikalarının bir aracına indirgemek, dindeki manevi doyum ve hazzın; özgürleştiren yaratıcılığını ve bu yaratıcılığın insanda yarattığı, doğa ve insanlıkla içselleşen uyumu, denge ve ahlaki duruşu görmezden gelmek, insanlığa yapılan en acımasız yanlıştır.
İnsanı özgürleştiren ve insanı insan kılan değerleri, kavramları ve kavramların savunduğu yaşam tarzlarını, çok keskin ve kesin çizgilerle ayırmak ve belirli sınırların içine hapsetmek, onları tamamen ayrıştırmak, hayatı sadece ikili zıtlıklar ve uzlaşmazlıklardan ibaret görenlerin düştüğü en kahredici hatadır.
Hayatı sadece siyah-beyaz olarak görmek ve onun çok renkliliğini inkâr etmek beyhudedir. Burada en keskin tartışma, ayrışma noktası ise, mülkiyet hakları, dinamik girişimcilerin özgürlükleri ve servet dağılımının, toplumsal sınıf ve katmanlar arasında yarattığı muazzam farkların azaltılması ve giderek yok edilmesidir. Dinin, oluşum ve gelişim aşamasında, vicdani duruşuyla sol bir kategoriye denk düştüğü açıktır. Din, her zaman mülkün belli bir azınlığın elinde toplanmasına, servetin sürekli biriktirilmesine, köleliğe ve eşitsizliğe karşı çıkmış ve insanlığın zaaf, eksiklik ve yetmezliklerine karşı savaşmıştır.
Fakat bütün dinler, daha sonra mevcut durumlarını korumak için dini, zalim iktidarlarının çıkarlarına bağlayan güçler tarafından, belli geleneksel kalıplara dökülmüştür. Toplumsal adaletçi, eşitlikçi yapıları ve temel etik değerleri yok edilmiş ve biçimsel bir alışkanlığa/töreye indirgenmişlerdir. Dinlerin, özgürlükçü, ilerlemeci ve akılcı yönlerini törpüleyen, dinleri; kendi varoluşlarının gerekçelerine eklemlemeyi zor ve hile yoluyla başaran egemenler, dini; içi boş söylemlerle dolu menkıbelerle sınırlayıp, yaşamda insanı özgürleştirme amacı taşıyan dini, kitleleri daha rahat yönetebilecekleri bir araca indirgemişlerdir. Dinin kendisi, insanlığı özgürleştiren bir amaçtır, dini; insanları köleleştirmek için bir iktidar aracına indirgeyenler gökte iblis, yerde ise şeytani iktidarlardır.(*1)
İktidarın geçmişte temel bir ayağını oluşturan resmi dini kurumlar ve din bürokrasisi olan ruhban sınıfı, gelişen dünya sisteminin önünde artık engel teşkil etmeye başladığında, iktidar piramidinin üst katmanlarının yeniden düzenlenmesi şart olmuştur. Öyle ki toplumun sorunlarının, saltık/mutlak/kesin inançlı resmi dini kurumlaşmadan kaynaklandığını her yolla kabul ettiren ve haksızlıkların yükünü ve nedenini dini otoriteye yükleyen yeni dünya egemenleri; otoritelerini, hırsızlık ve yalancılıklarını, fanatik bir sekülerleşme/laikleşme maskesi altında sürdürmeyi uygun görmüşlerdir. Böylece hem eski iktidar ortaklarının paylarını azaltarak onlara daha derin/gizli yeni bir düzen kur-muşlar hem de insanlığı aldatan/manipüle eden yeni manevi akımları devreye sokmuşlardır. Bu akımların başında, devletin her inanca eşit uzaklıkta olması gerektiğini savunan ama her zaman göstermelik/biçimsel düzeyde kalan, din ve devlet işlerinin ayrıldığı zannını yayan laik anlayış gelir.
Öyle ki, hiçbir “demokratik” ülkede inançları zorba hiyerarşik bağlardan kopararak insanları eşitliğe, kardeşliğe çağıran gerçek özleriyle buluşmasına ve inançların, toplumsal hayatta vicdani, ahlaki, bir dayanışma ağını özgürce güçlendirmesine izin verilmez. Verilse bile bu çok sınırlı ve sistemin yaşamını tehdit etmeyecek bir boyutta, düzeyde tutulur. Çünkü eşitlik ve kardeşlik için kaynaşıp dayanışmak, toplumun ortaklaşa yaşamının temel ilkesi ve yaşamın kaynağı haline gelirse, sömürü ve istismar yaşayacak bir yer bulamaz.Bu anlamda egemenlerin güdümlü katı hiyerarşik demokrasisi, baştan aşağıya yalan talan ve ikiyüzlülükle bezenmiştir.
Asıl ahlaksız ve vicdansız olanlar ve insanlık üzerinde zalimlik kırbacını şaklatanlar hangi güçlerdir? Bu soruya en adil ve yalansız yanıtı yüksek sesle açıklayan inançlılar, çizmeyi aştıkları uyarısıyla,her zaman açıkça tehdit ve baskı altına alınırlar. Bugün her devlet, anayasasında yazmasa bile, ağırlıkla dinin belli bir yorumunu, toplumsal yaşamda gizli veya açık tarzda desteklemektedir ve çıkarları çatıştığı bir zamanda ise bütün insanlığın yapıcı toplumsal gelişmesini ve adaletini gözetmektense, sadece kendi tarzına göre çizdiği adalet anlayışını gözetmeyi uygun görmektedir. Hâlbuki dinin evrensel mesajı, özündeki sarsılmaz adalet anlayışı hep aynıdır. Sadece ibadet ritüelleri ve ayinlerin yorumu farklıdır. Ve bu biçimsel farklılıklar için insan kanının dökülmesi, insanlar arasında nifak çıkartılması en anlamı iğrenç bu gerilimler sayesinde, bozguncu zorba iktidarların sürdürülebilir kılınmasıdır.
______________________________
(*1) Şehveti, öfke ve yalanı temsil eden İblis ve şeytan, mekân ve içerik olarak farklı değerlendirilmelidir. Gökteki soyut iblis, insanın akıl ve vicdanını bulanıklaştırır ve insanı şeytan kılar. Şeytana öykünen ve yaşamıyla ona benzeyen insanlarsa, yeryüzünde adalet ve merhametten uzaklaşan somut insanlardır.