Çılgın bir proje olsaydı, ben düşünmezdim.
Ya da CHP kabul ederdi.
Bursa’da bir söylenti dillendirilirdi çocukluğumuzda, biz de çocuk aklımızla ciddi ciddi inanır, tartışırdık, “Japonlar Bursa’ya deniz getirecekmiş…”
Mudanya’dan mı, Gemlik’ten mi, başlardık fikir yürütmeye, girerdik iki Uludağ gazozuna iddiaya. Hâttâ daha ileri zekalılarımız, Gemlik körfezini ilk önce Garsak suyu ile İznik gölüne bağlar, oradan da denizi Bursa’nın İnegöl tarafına getirirdi. Çocukluktan hiç kurtulamıyoruz. Herhalde “Bursa’ya deniz”den mülhem, tam da Başbakanın dediği yerde benzer bir projeyi 2004 belediye seçimleri için önermiştim. Bu önerim mimari dosya haline gelerek CHP’ye de sunuldu. Başbakan’ın “çılgın” proje olarak kamuya takdim ettiği “Kanal İstanbul” projesinin, ham hali değil tam hali, hem de santimi santimine (olması gereken yerde), CHP arşivlerinde duruyor, eğer CHP, belediye başkan aday adaylarının tanıtım dosyalarını arşivinde saklıyorsa, merak eden gider bakar.
İşin öyküsü şöyle: Yıl 2004, 28 Mart Belediye seçimlerine hazırlanıyoruz. Birlikte Beykent Üniversitesi’ni kurduğumuz Dr. Mustafa Melek (şu anda Plato Meslek Yüksek Okulu yöneticisi), Kavaklı Beldesi veya Büyükçekmece belediye başkanlıkları için, hangisi olursa, aday adayı. Bense, bütün seçimlerde birilerine olduğum gibi, bermutad seçim kampanyası danışmanı. Think Tank olarak kullandığımız mekân, benim o sıralarda kullanmadığım Beylikdüzü’ndeki ofisim. Harıl harıl çalışıyoruz. Maksat, Mustafa’yı CHP’den yöredeki herhangi bir belediye için başkan adayı yapabilecek iletişim stratejilerini kurmak ve başkalarının düşünemediği kadar vizyon sahibi olduğunu göstermek; o nedenle bölgeye yönelik projeler üretiyoruz. “Büyükçekmece Kanalı” adını verdiğimiz proje de bu çalışmanın ürünü olarak ortaya benim tarafımdan atıldı. Kabul gördü ve Mustafa Melek’in önerisi olarak CHP’ye sunuldu. Kılıçdaroğlu arşivine bakarsa, bulur, tabii, arşivi varsa. Projenin dayandığı nokta şuydu: Terkos gölü ile Büyükçekmece gölü arasında yüzlerce dere yatağı var, çoğu kurumuş, bunların birleşmesi ise Karadeniz ile Marmara’ya bağlayan en kısa mesafe. Bu dere yatakları bir kanal olarak birleştirildiğinde, ortaya adeta doğal bir su yolu çıkıyor. O sıralarda gezip gördüğümüz ve mimar arkadaşlardan da elde ettiğimiz verilere göre, bu yol aynı zamanda büyük tonajlılar hariç, orta büyüklükte bir gemi yolu haline de getirilebiliyor ve Boğaz’a ikame olmasa da, tamamlayıcı bir halde kullanılabiliyor. Ancak üzerine çok sayıda köprü yapmak gerekiyor. Bol bol istihdam, bol bol rant ve müteahhit. Daha ne istiyorsunuz? Tam CHP’lik.
Dedim ya, Japonların oraya buraya deniz götüreceklerine dair bilinçaltımıza kazınmış hayallerin verdiği inatla, hep denizleri birbiriyle, uzak diyarları da denizlerle kavuşturmak mecburiyetinde hissederiz kendimizi. Çocukluk demeyin, konu aslında büyüklerin sorunu. Başbakanın “çılgın” projesi faş olduğu gün Eminönü-Üsküdar vapurunda bayağı kelli felli, yetişkin mi yetişkin badem bıyıklıların, projenin kamuoyu nezdinde tartışılması inisiyatifini yüklenerek, yüksek sesle, “on bin işçi çalıştırılacakmış, on yıl sürecekmiş” laflarıyla işin ekonomi politik boyutlarına eğilmeye başladıklarını kulaklarımla duymasam, işin sadece medyada patırtılandırıldığını düşüneceğim, işi gücü medya olan biri olarak da fazla önemsemeyeceğim. Duyduklarım, beni tam bir nostaljiye sokmadı da değil, Bursa’ya Japonların getireceği denizde yüzülüp yüzülmeyeceği, toprağın kazılması için kaç kişinin gerektireceği, bu işin kaça patlayacağını çocukluk parametrelerimizle epey tartıştığımızdan, sadece bittiğinde değil, yapılırken de bu tür “procelerin” adeta bir hazine hizmeti göreceğini yeniden duymak çok da hoş oldu benim için. İnsan yine insan, hiç değişmiyor dedim içimden.
Ancak AKP kurmaylarına hatırlatayım: Bu tür projeler yerel oyları getirir; ulusal oyları götürür. Benden söylemesi. Hem de bedava. Montrö falan da cabası.
İşin tarihsel antropolojik gerçeği ise kadim zamanlardan bu yana, insanoğlu karanın ortasında bile yaşarken hep denizi özlemiş.
Hayatında ilk denizi Moldavya ovalarının bitiminde gören Dengiz (Deniz-Cengiz) Han belki de kendi bildiğimiz tarihsel örneklerinden biri.
Nurihan Fattah’ın iddiasına göre ise, Tatar platolarında yer alan bir yığın Akdeniz kasabası isimli yerleşim yeri var, Uralların uzak tepelerinde. Akdeniz yerleşimleri ile aynı adı (hepsi de deniz ile ilgili anlamlara sahip) taşıyan bu yerleşim yerleri, üstelik toponomi olarak Akdeniz’dekilerden de eski. Anlaşılan bilinmeyen arketipik kitlesel bilinç, insanoğlunu nereden yaşarsa yaşasın denizlerle ilintilendiriyor. Hep denizlerle boğuşuyoruz.
1993 yılının son aylarında, 1994’deki o ünlü belediye seçimlerinde neler olacağını bilmek için rahmetli Erhan Göksel ile Verso olarak yaptığımız Sultanbeyli araştırmalarında, benim aklımda kalan en çarpıcı bulgu, Sultanbeyli’de o zamanlar yaşayan kadın ve çocukların % 46’sının hayatlarında hiç deniz görmedikleri ve Boğaz’a hiç gitmedikleri idi. Çoğu İç Anadolu’dan göçmüş, altı yedi yıldır “İstanbul”da yaşıyorlardı. Üstelik, “İstanbul’a göç etmenizin nedeni neydi” diye sorduğumuzda, bu kitlenin önemli bir bölümü, üçüncü veya dördüncü neden olarak, “televizyonda gördüğümüz Boğaz’ı, denizi görmek için” diye cevaplıyorlardı. Ekonomik olarak sefil bir köyden, en büyük kente gelmenin fantazmografik çılgınlık derecesindeki nedeni olarak denizin bu kadar fazla ifade ediliyor olmasına pek anlam verememiştik o sıralarda, ama bende “deniz” kavramının Jungien tarzda araştırılması güdüsü yaratmıştı bu hiç beklenmedik bulgu. Dengiz-Cengiz’in deniz olduğunu da o sıralarda hatırlamıştım; daha sonra, İstanbul’a gelene kadar hiç deniz görmemiş Kırşehirli Cengiz’in öğrencim olmasını da bu bağlamda sorgulamıştım. Hatta iki denizi birbirine bağlayacak olan “çılgın proce” öncesindeki Erdoğan-Kılıçdaroğlu polemiklerinden en önemlisinin “Van denizi” polemiği olduğunu düşünürsek, her görünen suyun deniz olarak adlandırılmasının bilinçaltı açıklamasının Anadolu-Ural çizgisinde neyi ifade ettiğini sorgulamak gerekiyor, semiotik Jungien antroploglarca.
Van’da da benzer bir şaşkınlık yaşamıştım yıllar önce. Üniversite öğrenciliğim sırasında politik bir vesile ile gittiğimiz Van’da çok yaşlılar ve küçük çocuklar bizim coğrafya kitaplarından Türkiye’nin en büyüğü olarak bildiğimiz Van Gölü’ne, deniz diyorlardı. Anlaşılan, yaşlılar ve çocuklar coğrafya dersinden pek nasiplenmemişlerdi. Aradakilerin de zaman zaman, yabancılara mahcup olmamak için göl tabirini kullansalar da, denizi de kullanmaları, her duyduğumda “bunlar da amma cahil” dedirtiyordu bana, tabii içimden. Tarih bilgisi Emin Oktay ile sınırlı biri için belki ama tabii değillerdi.
Mare Nostrum.
Can Yücel’in en güzel şiirlerinden biridir. Akdeniz için Romalılar tarafından kullanılan addı. “Bizim deniz” demek.
En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu.
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
İkisi de TÖS üyesi öğretmen olan Cemil ve Mukaddes Gezmiş Lise’ye kadar Ankara ve Sivas’ta yaşayacak ve deniz görmeyecek olan iki oğluna Deniz ve Bora adını neden koymuşlardı? Kırşehir’de doğma büyüme Cengiz-Dengiz’in ne işi vardı; üstelik soy adı Dağıstan.
Adlar ve yerler, gizli kalmış tarihin bize doğruları anlatan ifadeleridir. Okumasını bilenlere. O nedenle, Mustafa Kemal, dünyada hâlâ ilk ve tek olan Dil, Tarih ve Coğrafya diyor, Ankara’da bizzat kurduğu fakülteye. Fakülte demek beceri demek.
Dönersek konumuza, AKP denizleri birleştirme arketipini yakalamış durumda. “Proce” olarak “aydın” zihnimizi de sinirlendirse, bu böyle. Ancak, arketipik mülahazalar, kendi tarihlerinden sıyrıldıklarında çok da anlamlı olmayabilir, ya da zamansız ifada edilişlerinin kurbanı olabilirler. AKP projesi belki de böyle bir kadere boyun eğecektir ve sadece gündem kurmaca halinde bir iletişimsellik işlevi vardır. Bunları ampirik olarak ölçmek zor. 12 Haziran seçiminde belki görürüz sonucunu.
Ne olursa olsun, ben telifimi isterim. Yazılı halini bulduğum zaman işin hukuki yollarına da başvuracağım tabii ki; AKP’nin “rant” projesinden, niye kendi payımı almamayım! Bu düzeni onlar ve onlar gibiler kurdular, bize de kuklaları olmak düşüyor.
Bir de eklemem lazım; 2004’deki projemizden haberdar olan bir yığın AKP’li de vardı çok yakın çevremizde. O nedenle şunu eklemeden edemiyorum, teliflerimi garanti altına almak için. Sefa Sirmen’e de daha sonraki İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı seçimlerinde fahri olarak iletişimsel yardımda bulundum. Ona da benzer çılgın bir projeyi iletişim kampanyasında kullanmasını istemiştim. Hayır dedi, pişman oldu.
Proje şuydu: İstanbul’da dinsel aidiyetine ve vakfiye olup olmadığına bakılmaksızın tüm büyükşehir sınırları içindeki mezarlıklar park haline getirilecek. Zincirlikuyu, Karacaahmet, Edirnekapı, Bülbülderesi, vs., Ermeni, Yahudi, Müslüman, Alevi, hepsi. İmarlı arazinin % 8’indeki mezarların tamamı, isteğe bağlı olarak yeni kent dışı arazilere taşınacak. Rant dediğiniz iş de burada.
Hemen celâllenmeyin, durun bir dakka. Dini duyarlığınız var biliyorum ama işin diri kul ile ilişkisi var, din ile pek yok. Suudi Arabistan’da mezarlık yok.
Edirnekapı, Zincirlikuyu, Karacaahmet’ın yanından önünüzdeki arabayı sollamak için gazladığınızda artık kemikleri bile kalmamış kaç tane ceset üzerinden, onlara mekân olmuş kaç tane mezar üzerinden geçtiğinizi ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. O mezarlıkların civarındaki yolların şu andaki mezarlık alanlarından çalınarak yapıldığını herhalde biliyorsunuz. O yollar, toplam mezarlık alanının % 30’unu oluşturduğunu da tespit etmiş bulunuyorum, geri kalan % 70’inde de bırakın çocuklar top oynasın, diri yaşlılar banklarda otursun, kadınlar, gençler el ele yürüsün. Dirisine göstermediğiniz saygıyı ölüsüne gösterme riyakârlığından da vaz geçin.
Bu projenin de telifi benim. Olur a “çılgının” biri sahiplenip, Sultan Süleyman’a falan mâl ettirir. Onun varisçileri de ortada olmadığından, cuk diye oturur bu güzelim çılgın procemin üstüne. Bil vesile kamuya duyurayım dedim. Telifler benim.