Aşk,[1] sarmaşık anlamına gelen Arapça bir kelimedir.[2] Sardıkça saran ve sardığı varlığı kendi adına örtüp kaplayan, böylece varlığın kendi gerçekliğini yaşamasını engelleyen bir durumdur. Bencillik ve aşırı kıskançlık içerir. Sevilen varlığı mülk edinme, tekeline alma ve Tanrı’nın ona verdiği kimlik ve özgürlüğü yok etme karakterindedir.
Aşk, sevgi zehirlenmesine uğramadır. Tıpkı vücudun zehirlenerek sağlığını kaybetmesi gibi. Zehir tedavi edilmezse kişiyi öldürebileceği gibi aşk da muhabbete yönlendirilerek tedavi edilmezse ruhsal hastalıklar üreterek kişiyi perişan ve dengesiz eder.
Sevdiğinden uzakta kalan kimse sevdiğini ulaşılmaz yapar, ancak gerçeklikle buluştuğunda sevdiğini sıradanlaştırır. Aşk, aklı susturan ve aklı duygunun emrine veren bir duygusal yoğunluk yaşama halidir; duygunun akla binmesi ve aklı at gibi istediği yere sürmesidir.
Hub(b)da gerçeklik vardır, abartı yoktur. Hubbda aşk binici değil attır. Duyguların aklın kontrolünde olması hubbu sonuçlandırır; aklın duygu kontrolüne girmesi aşkı üretir. Kur’an’da hubb (sevgi) geçer. Hubbun doğurduğu sevgiye muhabbet denir. Peygamberler bu sebeple muhabbetin temsilcileridir, tasavvufçular gibi aşkın değil. Hubb sahipleri dengeli cümleler kurarken aşkın temsilcileri dengesiz cümlelere imza atarlar. Fakat sadece aklın kontrolündeki şevk’e (coşku, heyecan) evet diyebiliriz. Müslüman[3] aklın kontrol ettiği sevgi ve şevkin yanındadır, aşkın uzağındadır. Duygulara esir olmaz, yani aşka düşmez; duyguları esir alır, yani muhabbet sahibi olur.
“Kimileri Tanrı’nın yanında duran, yakınlığına erişen; karizma bakımından Tanrı ile eşit veya Tanrı karizmasına yakın olan[4] varlıkların bulunduğunu kabul eder. Onları severken de Tanrı’ya gösterilmesi gereken sevgiyi gösterirler. Tanrı’ya güven duyan ve kendisine de güven duyulan kimselerin Tanrı sevgisi onların sevgilerinden daha üstündür.[5] Gerçekleri baskı ve zorbalıkla karartanlar,[6]etrafları ateş çemberiyle sarıldığında tüm güç ve yakıcı cezalandırmanın halktan geldiğini görecekler. Keşke bu duruma düşmeden yanlıştan vazgeçselerdi. İşte bu ortamda Tanrı karizması verilenler, kendilerini takip eden yoldaşlarını ve ideolojik birliktelik kurduklarını tanımazlıktan gelecekler. Her iki taraf Tanrı’dan rol çaldıkları ve toplumda Tanrısallık iddialarıyla dikey bir hiyerarşi kurdukları için umduklarına kavuşamadıkları gibi cezalandırılacaklar da. Yüceltilen kimselerin izinden gidenler ‘Keşke ideoloji ve kabul bakımından devrim sonrasında oluşan üst düzeyli algı ve yaşam seviyesinin[7] altındaki dönemlerimize[8] geri dönsek de şimdi bizi tanımazdan gelenleri biz de görmezden gelseydik.’ diyecekler. Böylece toplum onlara tüm eylemlerinin faturasını kesecek ve onları ateş çemberinin dışına çıkarmayacaktır.”[9] ayetlerinde hem Tanrı sevgisi hem de Tanrı ile eşdeğer tutulan kişi, kurum ve nesne sevgisi hubb üzerinden anlatılıyor. Tanrı sevgisi emekle büyütülen ve gerekçeleriyle ortaya konan bir sevgi olduğu gibi Tanrısallık katılan varlıklara gösterilen sevgi de aynı niteliklidir. Çünkü bir totemin[10] sevilmesi durumunda o totem aracılığıyla bir kimlik oluşuyor ve bu kimliğe bağlı kimseler arasında bir dayanışma meydana geliyor. Dayanışma sonucunda siyasal, hukuksal, ekonomik ve kabilesel birliktelikler kuruluyor. Bu nedenle ortaya çıkan sevgi muhabbet oluyor. Bu ayette de aşk gibi gözü kara ve aklı öteleyen sevgi türü değil akıl ve mantık örgüsüyle biçimlenen ve gerekçeleri olan emeğe dayalı sevgi öne çıkarılıyor. Yani aşık-maşuk ilişkisi yerine hubb-muhabbet ilgisi kuruluyor.
Kur’an’ın tanıttığı Tanrırahmândır. Rahman ise acıyan ve sevendir, aşık olan değildir.Rahim, Kur’an’da Tanrı’nın başka bir niteliği olarak zikredilir. Rahim, acıması ve sevgisini hiçbir varlığı ayırmadan yayandır, aşkını ilan eden değildir.
Düşüncenin kontrolündeki duygu, yani akleden kâlp makbul olandır. Sevgi zehirlenmesine uğramış ve aklın ölçülerini kaçırmış evliya/eren tiplemelerini Allah dostları diye tanıtmak aklın egemenliğiyle inşa edilen bilinçlenmeyi (takvâ) hiçe saymak, çocuksu duygusallığı olgun akılcılığa tercih etmektir. Bu nedenle Allah aşkı adıyla ortaya konan kendini yerden yere atmalar muhabbet dengesinden çok bir aşık budalalığı sergilemektir, duygusal sevgi şirretliği ortaya koymadır. Halbuki her şeyde olduğu gibi sevgide de denge içinde olmak Müslüman olmanın temel gereklerindendir. Çünkü Kur’an “Bazı beyinsizler ‘Onları daha önceki yönelimlerinden uzaklaştıran sebepler nedir?’ diye soracaklar. Onlara “Ne tarafa eğilim gösterirseniz gösterin her tarafta Tanrı’yla karşılaşacaksınız.’ deyin. Kim neye layıksa o yolda yürür. Sizi toplumların merkezine yerleştirdik[11]. Tanrı habercisi size örnek bir önder olduğu[12] gibi siz de insanlığa örnek bir öncü[13] olun. Tanrı habercisine uyanla uymayanı belirlemek için senin yönelimlerini yön tayini yaptık. Seni böylesi bir önder olarak belirlememiz Tanrı’ya yönelen kimseler dışında kalanlara ağır gelir. Tanrı, kendisine olan güveninizi asla boşa çıkarmayacaktır. Çünkü Tanrı’nın sevgi ve acımasına sınır konulamaz.”[14] ayetiyle toplumun en küçük biriminden tüm insanlığa doğru örnek ve önder olan bir nitelik kazanmamızı ister. Bunu görev olarak yükler.
Aşk yolu, Kur’an İslam’ını eski din ve kültürler harmanı olan tasavvufa tercih etmedir. Bu ise Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi Muhammed’den İsa’ya gerilemedir.[15]
“Ve şehrin kadınları birbirlerine ‘Potifar’ın[16] karısı genç hizmetçisini baştan çıkararak onunla cinsel birliktelik kurmaya çalışmış. O saygın adamın karısı tutkusuna ne kadar da esir olmuş. Demek ki kadın iyice azmış.’ dediler.”[17] ayetinde geçen şeğaf(e) gönül fermanı anlamında mecazi bir kelimedir. Şeğafehe hubben ifadesi sınırını koruyamamış, duracağı yeri belirleyememiş, ferman dinlemez bir sevgiyi anlatır. Yani akıl tutulmasına uğramış, hevesleri tarafından aklı ve duyguları tutulup esir edilmiş bir sevgi biçimini kasteder. Kur’an’da hubb’un olumsuz kullanıldığı tek yer burasıdır ve burası da Şeğafe kelimesiyle birlikte kullanılan yerdir. Aşk, Kur’an’da hiç geçmediği gibi duracağı yeri belirleyememiş bir sevgi olmasıyla da Kur’an tarafından reddedilmiş bir bencil sevgi tutuklanmasıdır.[18]
“Topluma güven duymaktan vazgeçmediği gibi güvenilir olmaktan da asla şaşmayan ve bunu yaşamıyla sürekli eyleme koyan kimseler varlığın bilincini kuşatan merhamet tarafından tanımlanamaz bir sevgi ağıyla örülecektir.”[19] ayetinde vudd ifadesiyle vedud-meveddet kelimeleri dikkatimizi çeker. Sevginin tohum gibi ekilmesi ve emek verilerek büyütülme aşaması hubb iken, hubbun meyvesine vudd denir. Biri muhabbet öteki meveddettir. Tanrı’yı niçin seveceğimize dair kafa yorduktan sonra başlayan ve Tanrı’yı tanıma sürecinde gelişen sevgi olan hubb, evrimini gerçekleştirdikten sonra ulaştığı zirvede vudd adını alır. Muhabbet meveddete dönüşür.
Tanrı-varlık ilişkisinde sevgi merkezi bir kavramdır. Çünkü Tanrı yaratmayı ve yarattığını sevmeseydi, var edeceğine karşı ilgisi olmasaydı var etmezdi. Çünkü Kur’an “İnsan Tanrı’nın ilgi göstermesinden yaratıldı.”[20]demektedir. Zaten Mekayis’te de alaka kelimesi “el hubbu’l-lâzım li’l-galbi”[21] diye tanımlanarak gönül için gerekli olan ve emek isteyen sevgi diye tarif edilmiştir. E-le-he’den türemiş Elohim, ilah ve Allah kelimelerinin kök anlamı sevgidir. Zira kerem kökünden gelen ve “hiçbir karşılık beklemeden ve sınır tanımaksızın veren” anlamındaki ekrem sıfatı Tanrı’nın niteliklerinden biridir. Ekrem olmak için öncelikle sevgiyle dolu olmak gerekir. Tanrı bana sınırsızca vermiyor diyenler aldıkları nefesin sayısını biliyor mu? Kalbinin doğumdan itibaren ne kadar sayıda attığını hesap etti mi? Göz kapaklarının bir günde ne kadar kımıldadığını hesaplayabilir mi? Kolunu kaldırabilmek için vücudunda kaç bin hücrenin harekete geçtiğini fark etti mi? İnsan vücudundaki yaklaşık yüz (100) trilyon hücrenin elli (50) milyonu bir saniyede değişirken değişimi yaşayan kişi bunun ne kadar farkında oldu? Vücudumuzdaki yirmi beş (25) trilyon alyuvarın[22] herbirinin içine üç yüz (300) milyon hemoglobin[23] yerleşmesi ile sınırsız bir yaşam nimeti sunulmamakta mıdır? Bunları bilimsel açıklamalarla çoğaltmaya gerek yoktur. Ancak Tanrı’nın karşılıksız bağışta ne kadar cömert olduğunu ve yarattığını ne kadar sevdiğini görebilmekteyiz.
“Vicdan, sağduyu ve insan doğasının sesine elçi olan kişinin aranızda olduğunu aklınızdan çıkarmayın. O da sizin gibi duyduğuna inansaydı, pek çok konuda size uysaydı haliniz nice olurdu? Tanrı’ya güvenmek ve başkaları için güvenilir olmak vicdan ve sağduyu sahibi herkese sevimli gelir, güven duygusu niyet ve bakış açısını[24] güzelleştirir. Vicdan ve sağduyu[25] gerçeği inatla gizlememe, tutarsız davranışlar sergilememe ve estetik değerler üzerinde yükselen bir yaşamı hayata geçirmeyi güzel gösterir. Rüştünü ispat etmiş kimseler, sağduyu ve vicdan sahibi olanlar işte bunlardır. Unutmayın ki her şeyi bilen, her şeyin niyet ve amacından haberdar olan varlık Tanrı’dır.”[26] ayetinde Tanrı’nın küfür, fısk ve isyanı çirkin gösterdiği, imanı kalplerin süsü yaptığı belirtilir. Tanrı’nın elçisi yerine vicdan, sağduyu ve insan doğasının sesi diye yaptığımız tercüme Tanrı’nın mesajlarının vicdanda doğması nedeniyledir. Çünkü vicdan, tanrısal amaçların depolandığı yerdir; sevgi, acıma ve adalet duygusu sentezinden oluşan bir duygu merkezidir. Tanrı elçisi demek vicdan elçisi demektir. Tüm insanlığın aradığı, dillendirdiği ve özlediği duygusal talebi seslendiren demektir. Tanrı elçisi vicdanın sesini kısmaya çalışanlara karşı tepkisel anlamda eyleme geçmede önderlik yapandır. Bu anlamda tüm baskı, dayatma ve vicdani talepleri yok etme peşinde olanlara karşı alanlara çıkıp devrimci bir dil kullanan, zalimlere koşulların gerektirdiği tüm yöntemlerle savaşan herkes Tanrı elçisidir. Bu kimse Tanrı’nın varlığını reddetse de kendi gerçekliğinden habersiz bir Tanrı elçisidir. İlgili ayette sevgi habbe kelimesi üzerinden verilir. Habb(e) ile hubb aynı kök anlamlı kelimelerdir. Habbe tohumdur; hubb, ekilip emekle büyütülen sevgidir.
“Tanrısal değerlere güvenen iki toplum, iki grup savaşır veya kavga ederse aralarını barış değerleri ile düzeltin. Barış koşullarının ortaya konulmasına rağmen saldırı ve savaş kararında ısrar eden tarafa karşı barışın tarafında yer alarak saldırganlarla tanrısal değerlere dönünceye kadar savaşın. Saldırganlar saldırı ısrarından vazgeçerse her iki tarafın arasını adalet ve eşitlik[27] ile çözümleyin. Tanrı ve toplum eşitlikçi olanları, eşit davrananları kesinlikle sever.”[28] ayetinde Tanrı’nın eşitlikçileri sevdiği açıkça belirtilir. Çünkü ayetin sonunda muksitler denilerek kıst sahipleri, yani eşitlikçiler[29] dillendirilmektedir. Burada kimi meallerde karşılaştığımız “adalet için hakkınızdan vazgeçin”[30] biçiminde bir anlam yüklemek bağlama uygun düşmemektedir. Çünkü savaşanlar arasında inatçı tarafa karşı barışçı tarafta yer alarak ortak mücadele önerilmekte ve saldırgan taraf barış koşullarını kabul edince dengeli bir anlaşma yapılması söylenmektedir. Bu durumda hakkından vazgeçme değil hiçbir tarafı mağdur etmeyecek ve savaşa neden olan durumu ortadan kaldıracak bir çözüm ortaya konulması dillendirilmektedir. “Topluma güven duyan ve kendisine toplum tarafından güven duyulanlar arasında kardeşlik vardır. Kardeşlerin arasını düzelterek toplumsal sorumluluklarınızı yerine getirin.”[31] ayeti yukarıdaki ayetin tamamlayıcısı olarak barışın temel değerleri olan eşitliğe gönderme yapmış oluyor.
Mütercimlerin eşit, eşitlik ve eşitlenme anlamlarından sürekli kaçınması eşitliği komünizm projesi sanarak Kur’an’ın anlamını görmezden gelmeleridir.[32] Bu durum Kur’an’ın anlam dünyasına bir ihanettir. “Hiçkimse toplumdan kaçamayacak, herkes toplumun kucağına düşecek. Bu sonu kesin bir durumdur. Yaratılış ve varoluş toplumun bağrında başlıyor ve orada yenilenerek devam ediyor. Bu durum güven oluşturup bu güvenin gereği olan barışçıl eylemler için çaba ortaya koyanların hak ettiklerini eşitçe almalarını sağlar. Toplumdaki varoluş sürecine katılmayarak gerçeklerin üstünü örtenler bu nankörlükleri yüzünden kendilerini kavuran bir pişmanlığa düşerler ve canlarını yakan bir ateşle karşılaşırlar.”[33] ayetinde kıst ile iyilik sergileyenlerden kimseyi dışlamadan herkese eşit muamele yapılacağı anlatılır. Kıst ile yakın anlamlı bir kelime de kısmettir ve bölüştürme, dağıtma anlamlarına gelir. “Onlara suyun aralarında eşitçe bölüştürüldüğünü haber ver. Bundan böyle tüm sulamalar nöbetleşe yapılacaktır.”[34] ayetinde kısmet eşitçe bölüştürmek olarak belirtilir. Kıst ve kısmet Kur’an’da eşit, eşitlik ve eşitçe paylaşım anlamlarını karşılar. Kıst ile aynı yazılışta olup kast biçiminde okunan kelime başkasının hakkını elinden alma, hukuku çiğneme, başkasının imkanını kendine döndürme anlamlarına gelir.[35] Bu tavır Kur’an’da reddedilir. “Başkalarının hukukunu ayak altında ezenler, hak edileni vermeyenler, haksızlığı yaşam biçimine dönüştürenler hakları yenenlerin, hukuku çiğnenelerin, emeği çalınanların yaktığı ateşin ortasında kesinlikle birer odun olurlar.”[36] ayetinde kâsidûn denilerek hukuk tanımaz kişiliklerin sonu konusunda uyarıcılık yapılır.
“Tanrı’ya güvenmenin yanında yaşamın başka başka aşamalarda devam edeceğine[37] güven duyan kimseler, Tanrısal değerler ile bu değerlere sözcülük eden elçiye saldıran kimselerin kendi oğlu, babası, kardeşi, akrabası olması halinde bile onlarla içten bir sevgi bağı kurmazlar, gerçek bir dost olarak kalmazlar. Onlar bu davranışlarıyla gönüllerine güveni sindirmiş, algı gücünü yükseltmiş ve psikolojik bir desteğe ulaşmışlardır. Onlar bu durum nedeniyle alt tarafından nehirler akan bahçelere kavuşacak ve orada uzun süre kalacaklardır. Bu sonuç Tanrı ile onların birbirinden karşılıklı memnun kalması nedeniyledir. Tanrısal değerlere gerçek anlamda taraftarlık[38] böyle olur. Kendini kurtarabilenler Tanrı taraftarlığını bu şekilde ortaya koyanlardır.”[39] ayetinde yer alan “hadde’l-lâhe ve rasûlehu” ibaresindeki hâdde tanrısal değerler ve onu seslendirerek eylem ortaya koyan gönül elçisine meydan okumayı anlatır. Bu kelime senkronik bir ilişkiyi de dillendirerek karşılıklı meydan okuyuculuğu ve karşılıklı mücadele eylemini belirtir. Bu ayet sevginin yeterli olmadığını, sevginin bedel istediğini, sevda için en yakınlarını bile karşısına almak gerektiğini belirtir. Böylece tanrısal değerlere anne-baba, eş-evlat, kardeş-akraba da karşı çıksa kişinin yolundan dönmemesi gerektiği Kur’an tarafından vurgulanmış oluyor. Yani kavmî ve duygusal yakınlıklar nedeniyle değerlerimizden vazgeçemeyiz, geçiyorsak söylemlerimiz sadece bir iddia, yalan ve sahte aidiyet bilincidir.
“Ey Tanrı’ya güven duyan ve kendisine güven duyulanlar! Hem Tanrısal değerlere hem de size düşmanlık yapanlara eşit düzeyde yakınlık göstermeyin. Siz onlara yüreğinizi açarken onlar sizin elinizdeki tüm gerçeklerin üstünü örtüyorlar, hukukunuzu çiğniyorlar. Sırf Tanrısal değerleri savundunuz diye sizi ve sizin vicdanınızın sesi olan elçiyi Mekke’den sürüp çıkarmışken onlara nasıl sırlarınızı anlatırsınız?! Sırf akrabalık sevgisi nedeniyle bunu nasıl yaparsınız? Eğer toplumun sizden memnun kalmasını istiyor ve vicdan değerleri uğrunda çaba ortaya koyuyorsanız böyle davranamazsınız. Neleri gizleyip açıkladıklarınız toplum tarafından eninde sonunda bilinir. İçinizden her kim akrabalarını korumak için barış toplumunun sırlarını, gizli planlarını haber verirse kendisinin doğru yolda olduğunu düşünmesin. Toplumun sırlarını verdiğiniz akrabalarınız eğer sizi gözlerine kestirirler veya ellerine geçirirlerse düşmanlıklarından asla vazgeçmezler. Size el kaldırmak ve dil uzatmaktan geri durmazlar. Hepinizin gerçeklere üç maymunu oynamanızı beklerler. Ayağa kalkış ve devrim gününde çocuklarınız ve aileden yakınlarınız sizin kurtarıcınız olamaz. Çünkü o gün onlarla aranızda hiçbir bağ kalmayacak. Çünkü olan biten her şey toplumun gözü önünde olmaktadır. Yaşadıklarınızla paralellik arz etmesi bakımından İbrahim ve beraberindekilerde size güzel bir örnek[40] vardır. Onlar bir vakit kendi kavimlerine ‘Hem sizden hem de Tanrı diyerek taptıklarınızdan uzağız. Toplumun sınıfsız bir toplum olması gerektiğini kabul edinceye ve Tanrısal karizma verdiğiniz kimseleri terk edinceye[41] kadar aramızda bitmeyecek bir düşmanlık süregider.’ demişlerdi. Ancak tek istisna olarak İbrahim’in babasına ‘Senin için toplumdan bağışlanmanı dileyeceğim. Ancak toplumdan sana gelecek hiçbir şeyi önlemeye gücüm yetmez.’ diye babasına söz vermesiydi. Ancak diğerleri ‘Ey besleyen, büyüten ve donatan Tanrı’mız! Sadece sana güvenerek yüzümüzü sana çevirdik[42], gönlümüzü sana verdik. Çünkü tüm yollar sana çıkar.[43] Ey besleyen, büyüten ve donatan Tanrı’mız! Gerçeği karanlıklara boğanların elinde bizi bir oyuncağa dönüştürme ve hatalarımızı bağışla. Sözü şerefli ve davranışı hikmetli olan sensin.’ diye Tanrı’ya yalvarıp yakarışta bulundular. Onlar bu davranışlarıyla Tanrı ve yaşamın aşama aşama süreceğine güven duyanlar için güzel örneklerdir. Ancak kim de gerçeği karartanları kendine yakın tutarsa iyi bilsin ki Tanrı herhangi birine ihtiyaç duymayan tek varlıktır. Bu anlamda da zenginliğin tek sahibidir. Bu nedenle övgüyü gerçekten hak eden tek varlıktır.[44] Toplum, düşmanlarınızla aranızda bir dostluk köprüsü kurabilir. Toplumda bu potansiyel vardır. Toplumda toleranslı davranış, sevgi ve merhamet egemendir. Tanrı, yaşam biçiminiz konusunda sizi öldürmeye kalkışmayan[45] ve sizi yerinizden yurdunuzdan çıkarmayan kimselere karşı nazik davranmanızı ve eşit muamelede bulunmanızı yasaklamaz. Çünkü Tanrı eşitlikçi davranış sergileyenleri sever.[46] Tanrı sizinle yaşam biçiminiz için savaşan ve sizi yerinizden yurdunuzdan çıkarmaya çalışan veya onlara yardım ve yataklık eden kimselerle dost olmanızı yasaklar. Bu gerçekliğe rağmen kim onlarla dost olursa gerçeği baskı ve dayatmalarla karanlığa gömenlerden[47] biri de o olur.”[48] ayetleri sevgide ölçü belirlenmesi konusunda bilgilendirici olduğu kadar İslam tarihinin ilk dönemleri konusunda da epey ipucu vermektedir. Çünkü ilgili ayetler Hâtıb bin Ebi Beltea’nın Mekke’deki eşi, çocukları ve malına zarar gelmesini önlemek için Sâre adında köle bir kadınla Mekke’ye mektup göndermesi sırasında kadının yakalanması ve mektubun ortaya çıkması üzerine oluşmuş bir metindir. Ayrıca Medine’de Muhammedi olan ve olmayan akrabalarla nasıl yakınlık kurulması konusunda yönlendirici ayetlerdir. Ayetlerin Ebubekir’in kızı olan Esma’nın Muhammedi olmayan annesi tarafından ziyaret edilme isteği karşısında Esma’nın görüşmek istememesi üzerine oluştuğu da aktarılmaktadır.[49] Bu ayetler Medine göçü nedeniyle oluşan kimi toplumsal olaylara da ışık tutmuştur. H.6. yılda imzalanan Hudeybiye Antlaşması gereği Medine’ye gelen Mekkeliler iade edilecekti. Ancak Muhammed peygamber iade edileceklerin sadece erkekler olacağını, Mekkeliler ise kadın-erkek herkesi kapsadığını düşünmekteydi. Bu sırada Mekke’den evli kadınlar da Medine’ye kaçınca kocaları tarafından istendi. Ancak elçi Muhammed kadınların niyetini tam test ettikten sonra kadınları geri göndermedi, şirk içinde yaşayan eşlerinden ayrılabileceklerini söyledi; boşanmak isteyenlerin mehirlerini eski kocalarına Mekke’ye gönderdi ve Medineli Müslümanlarla evlendirdi.[50] Medine’den Mekke’ye kaçan kadınlar da vardı. Bunlar içinde en ünlüsü Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Hakim’dir. Bu kadın kocası Abbas bin Temim’i gizlice terk ederek Mekke’ye dönmüş ve İslam’ı terk etmiştir. Ancak bunun gibi kaçanlar Mekke’nin ele geçirilmesinden sonra başta Ebu Süfyan’ın karısı ve Hamza’nın katili Hint olmak üzere tüm Ebu Süfyan çocukları gibi sözde Müslüman olmuşlardır. Ebu Süfyan’ın sülalesi o günden beri de İslam’ın başbelası olmuş ve İslam devrimini muhafazakar abdestli kapitalizme dönüştürerek Sünnilik adı altında yüzyıllardır egemenlik kurmuştur. Bugünkü Sünnilik bu egemenliğin devamıdır.
Kimi, niçin, nasıl ve nereye kadar seveceğimizi iyi belirlemeli, sevgi şımarığı veya sarhoşluğu ile hareket etmemeliyiz. Sevgi sevdaya[51] dönüştürülmemeli. Etrafı güllerle çevrili aşk bataklığı değil muhabbet bağı tercih edilmelidir. Anne babamız, bebeğimiz ve eşimize de hubb türü sevgi beslemeliyiz. Sevgi Tarısı veya Tanrıcıkları üreterek sevgiyi hasta etmemeliyiz. Unutulmasın ki Afrodit de aşk adlı hastalıklı sevginin Tanrılaştırılmış adıdır. Onun heykeline gösterilen sevgi, sevgi putuna tapmadır.
[1] MİSALLİ BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK, Aşk maddesi, 2. Baskı, I. Cilt, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2006
[2] PALA, İskender, Kitab-ı Aşk, 24. Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2016
[3]Kendisi ve çevre ile barışık kişi
[4] Min dûni’l-lâhi endâden
[5] Velleziyne âmenû eşeddu hubben lillâhi (İman edenlerin Allah muhabbeti çok şiddetlidir.)
[6] Zalimler
[7] Ahir(et)
[8] Dünya hayatı
[9] Bakara,165-166
[10] Parti, dernek, sendika, vakıf, platform, kültür evi, millet, devlet, takım, grup, bayrak, sınır, lider, cemaat, tarikat, hizip, ekol, okul, gazete, dergi gibi modern totemler vardır günümüzde.
[11] Ümmeten vasatan (vasat ümmet, orta ümmet, denge toplumu)
[12] Yekûnu’r-rasûlu aleykum şehiyden/Tanrı elçisi üzerinize şehid olsun
[13] Litekûnû şühedâe ale’n-nâsi/İnsanlar üzerine şehitler olmanız
[14] Bakara,142-143
[15] İZZETBEGOVİÇ, Aliya, Doğu ve Batı Arasında İslam, çev. Salih Şaban, Nehir Yayınları, İstanbul, 1994
[16] POTİFAR: Sözü izzetli olan demektir. Yani mevki sahibi olduğundan sözü geçerli ve etkili olan kimseyi kasteder. Arapçadaki azîz kelimesinin karşılığıdır. Çünkü aziz de bir yönetici erkini kasteder. Bu olay Tevrat’ta Potifar orijinal adıyla anlatılır.
[17] Yusuf,30/Ve gâle nisvetün fi’l mediyneti’mraetü’l-aziyzi turâvidu-hê ‘an-nefsihi gad şeğafeh(ê) hubben. İnnâ-lenarâhê fiy dalâlin mübiyn.
[18] Ebu’l-Hüseyn Ahmed İbn-i Fâris bin Zekeriya, MU’CEM-U MEKÂYİSU’L-LUĞA, Aşk maddesi, Mısır, 1969; bkz. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Yusuf suresi, 31 nolu dipnot, İstanbul, 2014
[19] Meryem,96/İnnelleziyne âmenû ve amilu’s-sâlihâti se-yec’alu lehumu’r-rahmânu vudden
[20] Alak,2/Halega’l-insâne min-‘alagin
[21] Ebu’l-Hüseyn Ahmed İbn-i Fâris bin Zekeriya, MU’CEM-U MEKÂYİSU’L-LUĞA, Mısır, 1969; bkz. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Yusuf suresi, 31 nolu dipnot, İstanbul, 2014
[22] ALYUVAR: Kırmızı kan hücresi
[23] HEMOGLOBİN: Kanda solunum organından dokulara oksijen, dokulardan (şekil ve yapı bakımından benzer olup, aynı görevi yerine getiren, birbiriyle sıkı ilişkileri olan ve aynı kökten gelen hücrelerin oluşturduğu topluluk)solunum organına ise karbondioksit (kokusuz ve renksiz olup kolayca sıvılaşan ekşimsi tatta bir gaz)ve proton (atom çekirdeğinde bulunan artı yüklü atomaltı parçacık)taşıyan proteindir (hücrelerin düzgün işlemesi için gerekli olan büyük moleküllerdir).
[24] kalbinizi
[25] Allah
[26] Hucurat,7-8
[27] Fe-eslihû beyne-hu-mâ bi’l-‘adli ve egsidû
[28] Hucurat,9/İnne’l-lâhe yuhibbu’l-mugsidiyn
[29] RAĞIP EL-İSFEHANİ, Müfredat/Kur’an Kavramları Sözlüğü, Kıst maddesi, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[30] İSLAMOĞLU, Mustafa, Hayat Kitabı Kur’an, Hucurat suresi-12.dipnot, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2014
[31] Hucurat,10
[32] YILDIRIM, Suat, Kur’an-ı Hakim ve Açıklamalı Meali, Feza Gazetecilik, İstanbul, 1998
[33] Yunus,4
[34] Kamer,28/Ve nebbi’hum enne’l-mâe gısmet-un beyne-hum kullu şirbin muhtazarun
[35]RAĞIP EL-İSFEHANİ, Müfredat/Kur’an Kavramları Sözlüğü, Kast maddesi, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[36] Cin,15
[37] Allah’a ve ahirete iman
[38] Hizbu’l-lâh
[39] Mücadile,22
[40] Usvetün hasenetün
[41] Ta’budûne min dûni’l-lâhi (…Allah’ın yanında kimseye ibadet etmeyinceye…)
[42] Ve ileyke ebnâenâ
[43] Ve ileyke’l-masiyr
[44] Ğaniyyun hamîd
[45] Yugâtilû-kum fi’d-diyni
[46] İnne’l-lâhe yuhibbu’l-mugsıdıyn
[47] Zalim
[48] Mümtehine,1-9
[49] İbn-i Kesir’in ilgili bölüm tefsirine bakılabilir.
[50] Elmalılı, Kurtubi, Razi ve İbn-i Kesir’in ilgili bölüm tefsirlerine bakılabilir.
[51] SEVDA: Karartı, gözü karartma, kişinin kedini duygusal saplantı veya yoğunlukla aptallaştırması