Uzunca bir süredir Adilmedya okurlarından bilinçli bir şekilde ve hususi sebeplerle uzak duruyordum ki, dün yaşanan Taksim 1 Mayıs kuşatması, Neo-Osmanlı’mızın 11 yıllık şanlı tarihine altın harflerle yazıldı, mübarek olsun. Gelecek kuşakların bu tarihi hayırla yad edeceklerine şüphe yok. Bu vesileyle ben de Adilmedya orucumu bozmuş oldum.
Dün, 20 binin üzerinde polis, onlarca TOMA ve panzer ile birlikte Taksim ablukaya alındı.
Köprüler kaldırıldı.
Vapur, otobüs, metrobüs seferleri iptal edildi.
Vatandaşın, anayasal güvence altındaki seyahat özgürlüğü ve gösteri, yürüyüş düzenleme hakkı kamu idaresi tarafından alenen çiğnendi – dolayısıyla, de facto olarak anayasa da çiğnendi.
Emekçilerin suratına suratına yüzlerce gaz bombası atıldı, biber gazı sıkıldı, darp edildi.
Peki bütün bunlar ne diye oldu ?
1 Mayıs’ı kutlamaya gelen ahali inşaat çukuruna düşmesin diye.
Doğrusu bu yüce devletin biz reayanın can güvenliğini bu kadar düşündüğünü görmek takdire şayan. Zaten dün de, vatandaşa karşı sahip olunan bu hassasiyetin timsali manzaralarla doluydu Taksim, hamdolsun…
Bir kez daha Türk polisinin merhametli dokunuşlarına şahit olduk milletçe…
POLİS ŞİDDETİ
Kullandığım ifadelerin sarkastik olduğunu düşünürsen, yanılırsın muhterem okuyucu. Bütün bu ifadeleri kendimden emin bir şekilde ve samimi olarak sarf ediyorum. Zira insani değerlerin hiçbir zaman olmadığı kadar ustalıkla ters yüz edilebildiği bir çağda, polis şiddeti pekala merhamet olarak sunulabilir. Sunuluyor da zaten. İlgili kentte kamu idaresinin başını temsil eden kişi çıkıp “fevkalâde orantılı bir güç kullandık” diyebiliyor.
Kalemini satanlar sürüsü de hemen bir gün sonra sütunlarında “marjinal gruplar”, “provakatörler”, “kaldırım taşı sökenler” replikleriyle dolu orta oyunlarını sergilemeye başlıyor ki, seyrine doyum olmaz. Devlet terörünün bu ölçüde içselleştirilip, normal karşılanabildiği bir vicdani iklimde, elbette ki devlet otoritesine empati yapmayı bir erdem olarak kabul eden “makbul vatandaş”lar eksik olmayacaktır. Ve üstelik bunlar cemiyette aydın olarak bile kabul edilecektir.
Peki çıplak gerçeklik ne ?
Bir tarafta baştan aşağı silahlı, mekanize, örgütlü ve devlet otoritesinden gücünü alan kolluk kuvvetleri.
Diğer tarafta ise sivil göstericiler.
Bir tarafta devasa bir yapı olan devlet ve kolluk güçlerinin sistemli olarak uyguladığı şiddet, diğer tarafta ise, en radikal örneklerinde banka camlarını kıran, sağa sola deli danalar gibi saldıran üç beş şuursuzun şiddeti.
Yıllardır 1 mayıs’a giderim, bırakın kaldırım taşı sökmeyi, elime bir çakıl taşı dahi almamama rağmen polis şiddetine maruz kalmışlığım vardır.
Sizce eleştirmeye nereden başlamalı ?
Devasa devlet şiddetini göz ardı edip, sivil göstericilerin uyguladığı şiddeti gündem yapmak hangi vicdani ölçüyle açıklanabilir ?
Önceliğimiz bu mu olmalı ?
Bu ülkede muhafazakar reflekslere sahip insanların, canhıraş bir şekilde, üstlerine molotof atıldığı için polislere empati yaptıkları kadar, polis şiddetine maruz kalanlara da empati yapmaları gerekiyor. 28 Şubat’da aynı şiddet, slogan dışında hiçbir şey atmamalarına rağmen başörtülü kardeşlerimize de reva görülmüştü. Lütfedin de, banka camları kadar, 17 yaşındaki Dilan’ın canını da dert edinin.
TAKSİM’İN ŞİFRESİ
1 Mayıs’ta Taksim’de yaşananları anlamsız bir alan inatlaşması olarak okumak bizi meselenin özünden uzaklaştırır. AKP hükümeti, kurucu ideolojinin kalelerini bir bir düşürmeye başladığından beridir, buna paralel olarak kendi rejiminin sembolik dilini de inşa etmeye koyuldu. Bu sembolik dilin en çok “konuşacağı” yer de hiç kuşkusuz kamusal alan ve onun devindiği büyük kentler. Yani AKP’nin bu yönde çok ciddi bir mekan politikası geliştirdiği aşikâr. Bu politikanın, nicedir kaderine terk edilmiş Osmanlı eserlerini ihya etmek gibi olumlu yansımaları olduğu gibi, tünel inşaatı sırasında keşfedilen yaklaşık 8000 bin yıllık, neolitik ve kalkolitik çağlara ait kalıntılara “üç beş çanak çömlek” demek gibi, zihniyet dünyalarının şifrelerini veren talihsiz enstantaneleri de söz konusu. Arkası bir türlü kesilmeyen AVM çılgınlığı da, bu mekan politikasının bir parçası olarak kentlerde yeni rejimin zafer abideleri gibi yükseliyor.
Taksim meydanında planlanan dönüşüm de tam bu noktaya oturuyor aslında. Meydana giriş çıkışların daraltılması ve gezi parkına AVM niyetine dikilecek olan topçu kışlası, meydanı kitlesel gösterilerden arındırarak uluslararası bir cazibe merkezi haline getirmek için planlandı. Hem ticari hem de sembolik öneme sahip. Bu projenin politik olarak tartışılması bir yana, usûlen büyük bir yanlış söz konusu. Kentin en merkezi yerinde hayata geçecek böylesi bir dönüşüm, oradaki esnafa, kentte yaşayan yurttaşlara sorulmadan yapılabilir mi ?
“Ben seçmenin yarısının oyunu aldım” böbürlenmesi, bunun için yeter mi ?
“Milletin hizmetkârıyız” türküsünü çığırmaktan büyük bir keyif duyan AKP hükümeti, milletine bu kadar güveniyorsa, niye bu noktada milletini sürecin içine katıp desteğini almıyor ?
Toplumla temas kanalları çok sınırlı olan, muhalefeti kulak tırmalamaktan öteye geçemeyen solun gösterdiği tepkiler niye bu kadar kederlendiriyor ?
Velhasıl, soru çok, ama hepsini sormaya lüzum yok.
Milletin hizmetkârı olan iktidar partisinin mensupları hırsla tırmandıkları kibir kulelerinden bir an önce aşağıya inmezse, millet tarafından tenzil-i rütbe ile hizmetkârlıktan kovulacakları bizce kesin.
Zira bu ilahi bir kanundur.
İbn-i Teymiyye‘nin şu sözlerini not düşmekte fayda var:
İnsanlar zulmün korkunç, adaletin sonunun yüce olduğunda tartışmamışlardır. Bu yüzden şu rivayet vardır; Allah kafir de olsa adaletli devlete yardım eder, mümin de olsa zalim devlete yardım etmez.
Allah kafir de olsa adaletli devleti yaşatır, müslüman da olsa zalim devleti yaşatmaz. Dünya adalet ve küfürle devam eder, zulümle devam etmez…