Felaket günlerinde insanın kelimelerle münasebeti asgariye iniyor. Konuşmak ve yazmak, felaketler istikrarını koruduğu oranda sinir bozuyor, git gide acı vermeye başlıyor. Bu yüzden bir tür “oto-işkence” biçimine dönüştüğünü, en azından kendim için söyleyebilirim. Gelgelelim, zaman zaman arınmak, hakikate sadakatimizi yinelemek için bunu yapmak gerekiyor.
Konu, Suriye. Konu biziz. Suriye halkının akan kanı üzerinden uluslararası güçlerin oynadığı kumar ne zaman nihayete erer, bilmiyorum. Bununla ilgili bir çözümleme yapmak da istemiyorum. Zaten ortalık çözümlemeden geçilmiyor. Hangi tarafa dönsek, ne yöne baksak karşımızda muazzam bir “çözümleme faşizmi” var. Herkes mahir birer analizci, herkes soğukkanlı. Sanırsınız Suriye’de insanlar, acımasız bir boğazlaşmanın ortasında uzuvları parçalanarak, kafaları patlayarak, bombalanan binaların moloz yığınları altında ezilerek can vermiyor da bizim beyzadelerimiz her unsurunun sanal olduğu bir strateji oyunu oynuyorlar(!).
Bizim bu olağanüstü soğukkanlılığımız nereden geliyor ?
Rabbimiz ruhlarımızı ameliyat ederek vicdanlarımızı mı çıkarıp aldı ?
Ya da manevi bir erozyon mu buna sebep veren ?
Bir hayli düşündüm… Sanırım benim cevabım ikisi de değil. Bu sefer kuramsal mülahazalara girmeyeceğim. Bana kalırsa sorunumuz son derece yalın: Yanılsama halindeyiz. Düşünme şeklimiz kadim bir zaafiyete sahip. Buna biraz açıklık getirelim.
Kötülük
İnsan, kötülüğü hep kendi varlığı dışında kurgulamaya eğilimlidir. Şeytan figürü, kötülüğün kişileşmiş hali olarak bu eğilimin en popüler hale gelmiş yansımalarından biridir. Gerçek ise bu yönde değil. Bir soruyla ilerleyelim:
Kötülük nedir ?
Eğer sayısız cevabı olabilecek bu soruya en elle tutulur cevabı vermemiz gerekirse şunu söyleyebiliriz: Kötülük, yaşayan varlığın acı çekmesidir. Önemli olan tam da bu acıdır. Bu açıdan kötülük, soyut bir şey değildir. Soyutlamalardan uzak durarak, ancak bu şekilde onu somut bir zemine oturtabiliriz. Size yapılan kötülüğü hemen duyumsarsınız; maddi ya da manevi incitildiğinizde, canınız yandığında, acı çektiğinizde bilinciniz bunu kötü olarak çoktan kodlamıştır. Böyleyken, başka bir canlı varlığın çektiği acıyı anlamanızın çok sağlam bir temeli olmuş olur: Kendiniz. Kötülük, asla bir soyutlama değildir, aramızda kol gezmektedir…
Kötülüğe anlam kazandırmamız, ona gerçeklik katmamız eğretilemelerden, metafizikten uzak durmamız ile mümkündür. Zira onlar, soyutlama içerirler. Sayılar, birer soyutlamadır örneğin. Bugüne kadar Suriye’de ölen 20.000 insan bir soyutlamadır. Bizi yanıltmaktan, olan bitenlere karşı kayıtsızlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. O sadece bir istatistiktir. Anlamamız gereken tek bir Suriyelinin katledilirken çektiği acıdır. Birey ile olan bağları koparan soyutlamalar, öldürücüdür. Kitlesel kıyımların önünü açan bu düşünme biçimi olmuştur. 1 milyon Iraklının uğruna öldürüldüğü Demokrasi, 20.000 Suriyelinin öldürülüşünün bahanesi olan “Direniş”, ve bugün Selefi cihadçıların uğruna gözü kara biçimde insanların kanına girdiği “İslam Devleti”, bütün bunlar gerçek değildir. Bunlar, soyutlamalardan ibarettir. Gerçek olan çocukların çektiği acıdır. Yeryüzünde mevcut hiçbir ideolojinin, hiçbir ulu davanın, hiçbir büyük ülkünün bahanesi olamayacağı büyük bir gerçektir bu. Suriye’de kurşunlara hedef olarak can veren tek bir çocuğun o an duyumsadığı acı, “Direniş Ekseni” denilen soğukkanlı soyutlamadan ve o soyutlamaya dayanılarak yapılan analizlerden daha gerçektir. Bunu anlamanın yolu ise son derece basittir: Kendinizi o çocuğun yerine koymanız yeterlidir. Zira hepimiz, kurşunlandığımızda ölürüz. Hepimizin kanı akar, hepimiz acı çekeriz… Bunun istisnası yok; yeryüzünde 12×99 mm’lik bir makineli tüfek mermisini kafasına yediğinde kafatası parçalanmayacak bir insan yoktur!
Yaşanan felaketlere bu duygu ile bakarsak, kötülük gerçeğine karşı daha sağlıklı bir pozisyon alabiliriz. Yapmamız gereken, Suriye ile ilgili soğukkanlı analizleri bir kenara bırakıp, çatışmaların bir an önce durması için talepkâr olmak, bunun için mücadele etmektir. Not etmek gerekir ki, görünüşte “mazlumdan yana” söylemleriyle hükümet bizim duygudaşımız değildir. Ne de niyetleri acılara son vermektir. Hükümet üyeleri, politika koridorlarında yüksek soyutlamaların esiri olmuş ve kötülük gerçeğine yabancılaşmış kişilerden oluşmaktadır. Bulundukları konum, meselelere hegemonya hesapları dışından bakmayı el vermemektedir. Hükümetin, Suriye’de demokrasi ve insan hakları çığırtkanlığı yaparken, özgürlük talep eden halkını Suudi tankları altında ezen Bahreyn rejimi ile askeri anlaşmalar yapmasının anlamı da budur.1 Olan şey stratejik derinlik değil, stratejik ikiyüzlülüktür. Bizim umudumuz hükümet üyeleri değil, lakin, insan oluşları hasebiyle hükümet üyelerinde de olan bir şeydir. Bizim bütün umudumuz, Allah’ın bizi yaratışında ruhumuza bahşettiği o yüce vicdandadır. Onu aramamız, ona yönelmemiz lazım.
Rabbin Adl isminin tüm mazlumlar için tecelli etmesi dileğiyle…