Soma’da yaşanan elim hadiseden sonra, devletin en tepesindeki isimler tarafından defaatle vurgulanan, ”kaderleriydı, ne yazmışsa o olur.” türünden retoriklerin dinsel olarak ne kadar karşılık bulduklarını tartışmak ve bunun zihinlerde yarattığı çarpık anlayışı ortaya çıkmak yüksek bir kıymet-i harbiye arz ediyor.
İslam tarihinde Hulefe-i Raşid’in döneminden sonra yaşanan siyasi karışıklıklardan sonra iktidara gelen Emevi ailesinin sergilediği yönetim altında meydana gelen haksızlıkların, zulümlerin, işkencenin ve katliamların bir süre sonra halkta infial yaratması, o dönemki siyasi erki, bir şekilde yaptıklarına dini bir meşruiyet kazandırma yoluna sevk etmiştir. Hiç şüphesiz bu meşruiyet arayışında olanların en başında Yezid gelir. Zira o, ”Hz. Hüseyn’in kanına girdikten sonra bunun kendisi tarafından yapılmadığına, fiilinin Allah tarafından hayata geçirildiğine ve bunun bizzat kaderinde olduğuna dikkat çekmiştir.” Yezid’in başvurduğu bu metod, daha sonra halefleri tarafından sıklıkla kullanılmış ve bir dönem sonra cahiliye kaderciliğiyle harmanlanmış bir anlayış olan ceberriyye adını alacak bir mezhebin kuruluş temellerini hazırlamıştır.
Halbuki, Allah (c.c) tarafından İsrâ suresi 13. ayette, ”Biz, her insanın kuşunu (işlediklerini, yaptıklarını) kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.” dile getirildiği gibi şahısların işledikleri fiiller, kendilerine bahşedilen iradenin vücud bulmuş halinden başka bir şey değildi. Bunun yanında, ilk kadercinin de Şeytân aleyhi’l-la’ne olduğu ifade etmek gerekir: ”Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım.” (A’RÂF – 16) Dedi ki: “Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp saptıracağım.” (HİCR – 39)
Bununla birlikte, benzer tartışmaların Hristiyanlık’ta da yaşandığını söylebiliriz. Şöyle ki, Pavlus’un kurduğu radikal kaderci anlayışa, yine Hristiyanlığın en büyük ilahiyatçılarından olan Aurelius Augustin ilahi bilgiyi reddeden çağdaşlarına karşın farklı bir yol izleyerek, ”Her türlü gücü bahşeden Tanrı’dır. Kötü seçim ondan değildir. Allah’ın bilmesi özgür iradeye sahip olmadığımız anlamına gelmez. İşlenen günahların sorumlusu kader, şans ve benzeri değil, bizzat insanoğludur. Günah işlemek insaoğlunun kendi seçimidir.” diyerek karşı çıkmıştır. Ancak, bu sözleri havada kalmış, insanlar kendilerine kolay gelene, yani iradelerinin fuzuli ve anlamsızlığına inanmışlardır.
Kaderciliğin yoğun bir şekilde tartışıldığı bir dönemde İmam-ı Cafer es-Sadık’a kaderin ne olduğu yönünde bir soru sorulmuş, O da, ”Kulu yaptığından dolayı kınayabildiğin fiil, kulun kendi fiilidir. Kulu kınayamadığın fiil ise Allah’ın fiilidir.” diye cevap vermiştir. Öte yandan, yine kargaşanın ve istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bir dönemde Hz. Hasan Şam ehline gönderdiği mektupta, ”Ey göçüp gitmiş münafıkların çocukları! Ey zalimlerin yardımcıları! Ey fasıkların mecdinin bekçileri! İçinizden-kader adı altında- Allah’a iftira eden, kendi suçlarını O’na yükleyen ve yaptıkarını O’na nispet eden başka kimse çıkmayacak mı?” diye şiddetli bir tepki göstermiştir.
Kısaca yukarıda çizmeye çalıştığımız tabloda görüldüğü gibi tarih boyunca birçok dinde ve birçok siyasi iklimde ”kader” konusu tartışılmış ve birbirinden bağımsız birçok görüş ileri sürülmüştür. Fakat, burada dikkat çekmeye uğraştığımız nokta, ”kader” anlayışının sürekli ”siyasi erkan” tarafından yaptıklarını meşrulaştırmak ve ona onay kazandırmak amacıyla bir kabulleştirici mekanizma olarak kullanıldığıdır. Her zulmün ardından, yöneticiler, yaşananların kaderle alakalı olduğu vurgulamış ve işin içinden en az zararla sıyrılmaya cehd etmişlerdir. Ancak, Allah’ın kula verdiği irade ve tercih etme özgürlüğü görmezden gelinmiş ve kişilerin üzerine düşen sorumluluk kaldırılıp atılmıştır. Bu da, hesap verilebilirliği ilga etmiş ve siyasilerin rahatça at koşturmalarına zemin hazırlamıştır. Hal böyleyken, Allah (c.c) tarafından Müddesir suresi 38 ve Necm 39’da vurgulanan semantik çerçeve reddedilmiştir. ”Her nefis, kazandıklarına karşılık bir rehinedir.” ”Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur.”
Hiç şüphesiz, insanların kaderi Allah’ın elindedir. Yalnız, bunun yanında Allah’ın kullarına bahşettiği bir irad etme, yani isteme durumu, seçme hürriyeti vardır. Çünkü, Allah’ın, kendisinin yaptığı bir şeyden dolayı kullarını hesaba çektiği veya kullarını cezalandırdığı gibi bir algıyı işlemek, haşa Allah’ın adaletiyle çelişir ve çok sıkıntılı yollara kapı aralar. Buradan da hareketle diyebiliriz ki, Soma’da yaşananların bir kader olduğu söylemek, tam anlamıyla bir ciddiyet eksiliğinden kaynaklanmaktadır. Evet, madenlerde çalışmak tehlikelidir. Ancak, madenlerin güvenliğinin sağlanması ve denetimin sağlıklı bir şekilde yapılması bu tehlikeyi en aza indirebilecek bir yoldur. Bu da Allah’ın insana verdiği iradenin adil bir şekilde kullanılmasıyla olur. Bunun yapılmamasının doğurduğu sonuçlar kaderle değil ancak ihmalkârlıkla açıklanabilir. Her şeyin dört dörtlük yapılmasının ardından yaşanacak hadiseleri ancak kaderle açıklayabilirsiniz. Aksi, bütün haller, sizin dini, Marks’ın deyimiyle bir afyon olarak kullandığınızın ve yaptıklarınıza kılıf çalmak için kullandığınızın bir kanıtıdır.
”Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.” BAKARA – 85 ”Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın va’di haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın.” FÂTIR – 5
O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi… doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
“Çalış!” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri rabbim görür; vazîfesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak…
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!
Onun hazîne-i in’âmı kendi veznendir!
Havâle et ne kadar masrafın olursa… Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek,
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:
“Yetiş!” de, kendisi gelsin, ya Hızr’ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın o;
Çoluk çocuk O’na âid; lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;
Alış seninse de, mesûl olan verişten O;
Denizde cenk olacakmış… Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş… Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı… Hepsi hâsılı o.
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu!
Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cürete… Ha?
Mehmet Akif Ersoy / Safahat – Fatih Kürsüsünde (dördüncü kitap) – S.267-8 )