Röportaj:Bektaş Hacıoğlu
İsyan, Müslüman’ın karekteridir zira Muhammed de isyanla başlamıştı Arap toplumunu yeniden inşa etmeye. Oysa dönemin muktedirleri mal mülk hırsıyla insanlığın kanını emerken Muhammed, muktedir olmasına rağmen bunu yapmadı; çünkü o adanmış biriydi. Görevini tamamlayıp vefad ettikten sonra toplum tekrar eski geleneklerine dönemeye başladı. Çünkü geleneğe dönmek insanlığın fıtratıdır. Öyle olmasaydı Musa’nın kavmi iman ettikten sonra arada boşluk bulup buzağıya tapmazlardı. Ve bu durum sürekli tekerrür etti. İnsanlığa bin defa peygamber gönderilse, bin defa ıslah olunur ve peygamberler gittikten sonra bin defa sapıtırlar. Bugün kendisine Müslüman’ım diyen bir toplum nasıl olur da Ebuzerin kılıcı olma görevini üstlenemiyor, kendisine Müslüman’ım diyen bir iktidar nasıl olur da Ömer’in iktisat adaletini benimseyemiyor? Nasıl olur da ülkesinde Hrantlar öldürülüyor, Roboski katliamları yaşanıyor, kadınlar, işçiler, öğrenciler de cabası. Bizler Müslüman olmanın sorumluluğunu isyanla bismillah diyerek tanımlıyoruz. Ve ‘’dine karşı din’le’’ mücadele ederken ezilenenlerin, sömürülenlerin hakkını savunuyor ve savunanları da kardeş kabul ediyoruz.
SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan’a, ülkemizde yaşanan sömürüyü, ezilmişliği ve haksızlıkları sordum. Rıdvan başkan anlatırken, mısralarda Ebuzer’in başkaldırışını fark ediyorum, Ebu Bekir’in zekâtını vermeyenlere karşı savaşını izliyorum ve Müslüman olmanın sorumluluğunu bir kez daha üstleniyorum.
Özgeçmiş:
1971 Tokat, Reşadiye doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini Amasya Merzifon’da, üniversiteyi Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tamamladı. 1995 yılında mezun oldu. Üniversitenin ilk yıllarından itibaren başlamış olduğu politik mücadelesini BSP, ÖDP ve son olarak da SDP’de sürdürdü. SDP’de PM üyeliği ve İstanbul İl Başkanlığının ardından 2008 yılında Genel Başkan seçildi. Halen bu görevini sürdürüyor. Yayımlanmış iki ve yayına hazır bir kitabı bulunuyor. Aynı zamanda Gelecek gazetesinde köşe yazıyor.
SDP’nin sınıf mücadelesine bakış açısını diğer ideolojilerden ayıran yönleri nelerdir?
Sanıyorum diğer sol sosyalist siyasi yapılarla aramızdaki farklılıklar diyorsunuz. Ben önce biraz gelenek hakkında bilgi vereyim. SDP 10 yılını henüz doldurmuş bir partidir. Ancak tarihsel geçmişi 68 kuşağına dayanır. SDP içindeki kurucu gelenek olan Kurtuluş’un kuruluşu ise 1976 yılıdır. 68 öğrenci hareketi, Fikir Kulüpleri Federasyonu, ardından Dev Genç hareketi ve devamla Mahir Çayan önderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin kuruluşu bizim açımızdan son derece önemli bir tarihsel ve siyasal manifestodur. Kızıldere’de Mahir Çayan ve yoldaşlarının katledilmesi sonrasındaki süreç THKPC’de bir yol ayrımına neden olmuş, Dev Yol ve Kurtuluş olarak iki ana gelenek ortaya çıkmıştır. Çıkışı itibarıyla Kurtuluş geleneği bu ayrışmayı “Yol Ayrımı-Öncü Savaşı” adıyla bilinen bir broşürle yayınlamış ve bu broşürle öncü savaşı çizgisinden ayrılmış ve yerine sınıf ve kitleler içinde siyasal çalışmayı esas alan özgün bir tarz geliştirmiştir. İşte SDP de bu geleneğin bugünkü devamı olarak görülebilir. Ancak SDP, içinde farklı siyasal gelenekleri de içeren çoğulcu bir sosyalist partidir. Örneğin SDP’de Kıvılcımlı görüşünü paylaşan yoldaşlarımız vardır. SDP programatik birlik temelinde mücadelesini sürdürür.
Kurtuluş hareketi çıkışı itibarıyla öncü savaşını eleştirmekle kalmamış, aynı zamanda Kemalizm’le yollarını kesin bir biçimde koparmış ve Kürdistan sorununu “keşfetmiştir”. Keşfetmek tabi tırnak içinde, Kürdistan gerçekliği (Kürdistan’ın bir iç sömürge olduğu tespiti) bizden daha önce Dr. Hikmet Kıvılcımlı tarafından zaten yazılmış ve tartışılmıştı. O anlamda söylüyorum. Ancak bu fikri tekamül bizim için son analizde bir burjuva ideolojisi olan ve ulus devletin kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in temeline dinamit koyacak gelişmelerdi. Şimdi dahi adı sosyalist olup da aslında Kemalist olan yapıların olduğu düşünülürse bu kopuşun bizim için ve Türkiye sosyalist hareketi için önemi anlaşılabilir. İnanın bir zamanlar Kürt meselesi diye bir meseleden bahsettiğimiz için bizi aforoz edenler vardı. Mücadelenin Kürdü Türkü olmaz deniyordu. Kürt meselesi diye bir meseleden bahsetmek mücadeleyi bölmek demekti birileri için. Burjuva ideolojisinin bir başka biçimi tabi bu. O zamanlardan bu günlere geldik.
80 darbesi sonrasında bu fikri gelişim devam etti. 80’lerin ortasından sonra ise daha belirgin hale geldi. Önce 12 Eylül cenderesi, ardından da reel sosyalizmin çökmesi ile birlikte bir muhasebeyle karşı karşıya geldik. Hata vardı ama neredeydi? O yıllar sosyalist harekete ciddi bir tasfiye süreciydi. Mücadeleyi terk edenler çoktu. Biz ise kabaca söylemek gerekirse sarhoş bir şoför otobüsü devirdi diye bir daha otobüse binmeyecek miyiz diye sorduk ve sorunu araştırdık. İşçi sınıfı diktatörlüğünün işçi sınıfı üzerinde bir diktatörlüğe evrilmesinin siyasal, iktisadi, ideolojik, kültürel pek çok nedeni vardı. Ancak biz daha çok “sosyalist demokrasi” sorunu üzerinde odaklandık. Sosyalizmin bir ekonomik kalkınma modeline indirgenmesini, işçi sınıfının devrimci inisiyatifinin bir komünist parti bürokrasisince önünün kesilmesinin hatalı olduğu sonucuna vardık. Çoğulcu, farklılıkların (kapitalist özel mülkiyetin reddi temelinde) meşru sayıldığı bir sosyalizm ancak ayakta kalabilirdi. Sosyalizmin tek partili olmak zorunda olduğu bir yanılgıdır. Pekâlâ farklı sosyalist partiler böyle bir sistemde bir arada çalışabilir ve bu farklılıklar meşrudur. Bilim de, doğru siyasi yol da kimsenin tekelinde değildir. Bu sebeple bugün savunduğumuz sosyalist demokrasi bir yandan gelecek toplum tasarımımıza ilişkin bir anlama sahiptir, ama bir yandan da bugünümüzü tarif eder. Bu tarif aynı parti içinde farklı yapıların, anlayışların var olabileceği ve kendilerini özgürce ifade edebilecekleri bir biçim, farklı sosyalist yapılarla da kardeşlik, ve rekabet yerine dayanışmanın ikame edildiği bir ilişki biçimidir. Yani bu birkaç cümle ile ifade etmeye çalıştığımız sosyalist demokrasi anlayışımız bizim sosyalist solun genelinden farklılığımızdır.
Diğer bir yandan kadın sorununun “keşfi” de bizim açımızdan zihni ve pratik bir devrim olmuştur. Keşfini neden tırnak içinde kullandığım anlaşılmıştır. Dünyada kadınların yüzlerce yıl büyük bedeller ödeyerek yazdıkları bir destanın bizim tarafımızdan anlaşılmaya çalışılması ve bizim kadın yoldaşlarımızın da kendi özgünlüğü içinde bu perspektifin yeniden yaratılması çok önemlidir. Kadın mücadelesinin yarattığı değerler şimdi genel kabul görüyor, başbakan bile pozitif ayrımcılık falan diyor. 8 Martlar kutlanıyor. Oysa bir zamanlar sosyalistler bile kadın sorunundan bahsetmeyi mücadeleyi bölmek olarak yaftalıyordu. Bunlar sosyalist kadınların yarattığı değerlerdir.
Bir özgünlük olarak da şu sıralar üzerinde çalıştığımız ideolojik yerelleşme anlayışımız var. Bu ülkedeki sosyalistlerin çoğu uluslararası sınıf mücadelesine ilişkin bir şeyler bilir. Paris Komünü’nden Ekim’e kadar hatta daha güncele ilişkin de okur ve yazar. Bu elbette iyidir ama kendi coğrafyasındaki sınıf mücadelelerine, bunların tarihsel geçmişine dair çok şey bilinmez. Bu konuda eser veren sosyalistlerin sayısı da bir elin parmaklarını geçmez. İyi de bizim ilk hedefimiz bu ülkede devrim yapmaktır. Bu tarihsel bilgiye hâkim olmadan mümkün değildir. Solun bir kısmı da örneğin Osmanlı ya da Selçuklu dönemindeki ya da daha gerilerdeki isyanların dinsel niteliğinden dolayı bu işlerle pek ilgilenmez. Bize göre bu doğru değildir. Bu coğrafyayı, insanıyla, inancıyla, kavgasıyla, fikriyle dünü anlamayan bence bugünü de anlamaz. Anlamayan da değiştiremez. O sebeple Türkiye’ye özgü bir sosyalizm anlayışı (mücadele, örgütlenme vb.) üzerinde çalışıyoruz. Örneğin biraz da bu yüzden biz Müslüman kitlelere klasik aydınlanmacı, Kemalist perspektiften bakmıyoruz.
Mesele epey uzun ama sonuç olarak SDP bugün sosyalist demokrasi temelinde çoğulcu, enternasyonalist ve ideolojik yerelleşme çizgisini savunan mücadeleci bir sosyalizm anlayışının partisidir.
Mersin il teşkilat binanıza yapılan saldırı ve BDP’li vekillere Karadeniz’de yapılan saldırı ve üniversitelerde Kürt öğrencilere yönelik faşist saldırılara karşı hiçbir cezai yaptırım uygulanmaması ve mağdur kesimin sürekli cezalandırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunda şaşılacak bir şey yok. Bu devlet ne kadar demokratikleştim derse desin onun DNA’larında halktan hoşlanmama, muhalefetten tiksinme ve her fırsatta onu ezmek için çaba sarf etme özelliği vardır. Bu devlet böyle kuruldu. Sebahat Tuncel devlete bir tokat attığı için 25 bin lira cezaya çarptırıldı. Devletin bize attığı tokatların ederinin altından devletin sahipleri kalkabilir mi sanıyorsunuz? Bu memleket yaşı büyütülerek asılan çocukların memleketidir. Daha dün Roboski katliamının raporu meclisten geçti. Yok hükmünde ama bunu birileri yazıp halkın gündemine taşıyor. Daha neler neler… Biz devrimciler devlet dersinde sınıfta kaldık, kalmaya da devam edeceğiz. Onlar da şeytan azapta gerek diyorlar.
Kurtuluş Yolunda Dev-Genç ve Dev-Lis örgütlenmeleri hakkında bilgi verir misiniz?
Bunlar SDP’nin gençlik örgütleridir. Ancak klasik bir parti gençlik kolu gibi çalışmazlar. Dev Genç’in bizimle ilişkisi ideolojik ve politik bağımlılık, örgütsel bağımsızlık temelinde tarif edilmiştir. Dev Gençliler partinin gelecekteki yöneticileri olan genç üyelerinden oluşmaktadır. Bir tür parti okulu gibidir. Teorik politik pratik eğitimler alırlar. Ancak parti ile ilişkisi emir demiri keser ilişkisi değildir. Gençlik alanında kendi kararlarını kendileri alırlar ve uygularlar. Üniversitelerde, işçi gençlik içinde vb. Partiyi yalnızca bilgilendirirler. Ancak parti politikalarına uygun hareket ederler.
Dev Lis ise partinin daha çok hegemonya alanında olan bir liseli gençlik örgütüdür. Daha çoğulcudur. İçinde çok çeşitli gençlik kesimlerinden gençler vardır. Hatta imam hatip öğrencileri dahi Dev Lis’te örgütlenmektedirler. Bu yapı ülkede oldukça yaygındır. Belki bu sebeple olsa gerek devlet baskısına da çok muhatap olmaktadırlar. Bu örgütlerin yönetim kadroları, yayınları, faaliyet alanları vardır.
SDP, sosyalistlerin çok parçalı yapısını yeniden inşa etmek için ne tür bir yol öngörüyor? Sosyalistlerin birleşmesi mümkün mü?
Birleşmek için bir tasnif gerekli elbette. Sosyalist dünya son derece heterojendir. Hatta kimisi sosyalist olduğu zannındadır. Kendisine sosyalist diyen nasyonalistler var. Ya da sosyalist diyen liberal var. Biz kendimizi kategorik olarak bunların dışında tutuyoruz. Bu açıdan ortak bir inşa kurmayı da olası görmüyoruz. Ne aynı uykuya yatıyoruz ne da aynı rüyayı görüyoruz. Ancak son derece geniş bir kesim var ki bizimle benzer siyasi referanslara sahipler. İşçi sınıfı sosyalizmin savunan, enternasyonalist bir devrimci sosyalist damar var. Bu kesimlerle sürekli bir mesai içindeyiz. Amaca ulaşacağımıza inanıyoruz. Şu anda partimizde farklı sosyalist anlayışların varlığı düşünüldüğünde elde edilmiş başarının olduğu da söylenebilir. Ama daha yolun başındayız.
Sosyalist hareketin çoğulculuk temelinde birlik ve yeniden yapılanma hedefine sahip bir perspektif yan yana gelmek için bence ilk adım olmalı.
Yeni anayasa için neler düşünüyorsunuz? Ve bu konuda AKP’nin anayasa çalışmalarını destekliyor musunuz?
Anayasa öyle toplumsal uzlaşma metni falan değildir. Egemenlerin ezilenleri nasıl ve hangi koşulda sömüreceklerinin pusulasıdır. Sınıflı toplumda başkası zaten mümkün değildir. Bu nedenle başlı başına bir mücadele konusudur.
Demokratik ve özgürlükçü bir anayasadan yanayız. 12 Eylül anayasasının ne halde olduğu ortada. Anayasa hakkındaki görüşlerimizi gidip mecliste anlattık ve bir de metin sunduk. Bizim fikirlerimiz net. Yeni anayasa çıkmaza girmiş durumda ve komisyonda bir uzlaşma olması olanaksız gibi. Bu durumda AKP kendi taslağını 330’la halkın önüne getirmek isteyecek. Ancak gerek 12 Eylül’ün baskıcı anayasa hükümlerini korumaktaki açık ısrarı, gerek yargı paketlerinin içinin boş çıkması ve gerek de başkanlık arzusu AKP’nin demokrasi çapını gösteriyor. Onun dışında da henüz ne dedikleri net değil, satır arası okumak gerekli.
Bu anayasada olması gereken hükümler Kürt sorununun çözümü için olmazsa olmaz kabilinden olan hükümlerdir. Anadilde eğitim, vatandaşlık tanımı vb. Yine işçi sınıfı ve çalışanların ekonomik demokratik konumunu geliştirecek bir anayasa olmalıdır. Mücadelenin boyutu ilkinde AKP’nin adım atabileceğini gösteriyor. Ama diğerinde geri olan mücadele düzeyiyle AKP adım atmak istemeyecektir. Daha fazla mücadeleye ihtiyaç var. Yine cins sorununa ilişkin ön açıcı hükümler, doğa insan ilişkisine dair ekolojist bir perspektif, özgürlükçü bir laiklik anlayışı gibi girdiler olmak zorundadır.
Cumhuriyet tarihi boyunca kültürleri, dilleri, yurtları katledilen ve sürekli ötekileştirilen Kürtlere tanınacak olan haklar müzakereler yerine tek taraflı olması daha adil olmaz mı?
Elbette. Temel hak ve özgürlükler kabilinden olan şeylerin müzakere edilmesi de, referanduma sunulması da akıl alır şeyler değildir. Bir halkın kendi dilinde eğitim öğretim görmesinin müzakere edilmesi nefes alma hakkını müzakere etmeye benzer. Böyle bir şey olmaz. Hele ki ahaliye “Kürt, dilini konuşsun mu” diye sormak korkunçtur. Ama işte bu memleketteki demokrasinin çapı bu.
Suriye savaşını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok hassas konu. Esad’a sol adına sahip çıkılmasını anlamıyorum. Esad diktatördür. Sosyalistlerin destekleyebilecekleri tek bir diktatörlük vardır o da halkın geniş kesimlerinin bir avuç kan emici üzerinde kurduğu diktatörlüktür, yani bir çoğunluk diktatörlüğüdür.
Ancak sol adına Suriye’ye emperyalist müdahaleyi desteklemeyi de hiç mi hiç anlamıyorum. Bu bir Araf’ta kalma hali değildir. Kendi değerlerimize ve doğrularımıza göre tutum belirleme çabasıdır. Suriye halkı rejime kendi karar vermelidir. Öncelikle emperyalist saldırı politikası sona ermeli ve halk gidişata seçimle karar vermelidir. Fakat iş bu noktayı çoktan geçti. Suriye halkının Rusya ve Çin’ce desteklenen Şii hattıyla emperyalizm arasındaki hegemonya kavgasına kurban edildiğini düşünüyorum.
AKP’nin 2001 ekonomik krizini bitirmesi ve akabinde sürekli büyüyerek iktidara gelmesini düşünürsek bu büyüme doğal bir büyüme midir?
Kastedilen oy desteği manasındaysa evet büyüme söz konusu oldu. Ekonomik büyüme ise biliyorsunuz onların yumuşak iniş dediği bizim çakılma dediğimiz bir durum hâsıl oldu. Büyümede yüzde 9’lardan yüzde 3’lere düşüş oldu. Ama tabi ekonominin büyümesi bizim için yeterli bir veri sunmaz. Marksist iktisat istihdam ve paylaşım gibi soruların da sorulmasını önerir. Buradan bakıldığında hayırlı bir durum yok. İşsizlik giderek artıyor. Siz devletin verilerine bakmayın. O hesaplar yanlış yapılıyor. Diğer yandan zenginle fakir arası uçurum giderek artıyor. Oy desteği açısından da birkaç faktörün önemli olduğu kanısındayım. Birincisi dediğiniz gibi AKP bir krizin sonunda geldi. Krizin faturasının öncekilere, krizden çıkışın da yeni gelene yazdığı dönemlerdir böyle dönemler. Oysa ekonomi politikası Derviş imzası taşıyordu. Bu durumu AKP iyi kullandı. Halkta ekonomi iyi gidiyor izlenimi yarattı. Oysa bu yeni zenginler yaratmaktan farklı anlama gelmedi. Daha “imanlı” bir egemen tabaka yarattı. Gelişinden bu yana neoliberal politikaları son derece vahşice uyguladı ama yarattığı imanlı kapitalizm algısı geniş kitlelerin isyan potansiyellerini zayıflattı. Müslümanlık ekseninde güçlü bir propaganda makinesi yarattı. Dış destek açısından da durum böyleydi.
AKP ABD başta olmak üzere emperyalizmin Ortadoğu politikalarına çok rahat eklemlenebilen, elinde tuttuğu Müslümanlık kartıyla Arap sokağında rahatça tur atabilen bir partiydi. Büyük Ortadoğu Projesi açısından da joker bir ülkeydi. Oysa AKP Arap sokağındaki Truva atıydı. Bir yandan Arap halklarının yanında olup bir yandan Katar, Suudi Arabistan vb. gibi ülkelerin iktidarlarıyla, İsrail’le ve ABD ile iyi geçinemezsiniz. Bu cambazlıktır. Bu cambazlığı AKP iyi yaptı. Bu politikalar emperyalizmce hem iktisadi olarak hem de politik olarak destek gördü. Bu da desteği arttıran faktörlerdi. Diğer yandan iç politikada askeri vesayetle hesaplaşıyor görüntüsü de ona olan desteği arttırdı. Askerin halkın sabrını ne denli zorladığı belli oluyor. Tabi bu tablonun yanına CHP’nin sözde bir muhalefet partisi olduğu da eklenirse durum aydınlığa çıkar. CHP’nin yıllarca genelkurmayın borazanı gibi muhalefet yapması AKP’ye yaradı. AKP’yi büyüten olgulardan birisi CHP’nin ta kendisiydi. Kürt meselesinde takındığı saldırgan tutum, asarım keserim edebiyatı MHP seçmenini de kendisine çekti. Sonuçta popülizm prim yapıyor. Bizlere gelince, bizler sürekli devlet baskısı altında tutulduk. Cezaevleri devrimcilerle doldu taştı. AKP’ye bu ülkede en sahici muhalefeti Kürt siyasi hareketi ve bir kısım devrimci yaptı. Onun dışındaki siyasal aktörler bilir ya da bilmez önünü açtı, onu güçlendirdi.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in “Asgari ücretle geçinilmez diye bir şey yok. Geçinirsiniz. Ona mahkûmsanız 800 TL de büyük bir paradır. Netice itibariyle peynirin kilosunun fiyatı bellidir, ekmeğin fiyatı bellidir. Bir geçimdir sürdürebilirsiniz” demesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu söylemini kendime yapılmış bir hakaret ve alay olarak görüyorum ben. Bu zihniyetin bizi yönetmesi karşısında onurlu bir duruş nasıl sergilenebilir?
Bir bakanın çıkıp bu lafları etmesi yakışıksızdır. Ama bu muktedirin dilidir. Firavunun dilidir. Direnmekten başka çare var mı?
Ermeni soykırımı için Türkiye nasıl bir adım atmalı ve bu ayıptan nasıl kurtulmalı?
Önce adını doğru koymalı. Atalarımıza soykırımcı dedirtmeyiz diyorlar. Cemal, Enver ve Talat’ı ataları kabul ediyorlarsa ikide bir ittihatçılıkla niye çekişiyorlar? Başbakanın ikide bir saldırdığı tarihsel CHP onların tam da devamıdır işte. Hatta bence kendileri de öyle. Bu ülkede egemenler kendilerine ne kadar demokrat deseler de hepsinin içinde Orta Asya’da Turan birliği için çarpışan bir Enver vardır. Bu komplekslere gerek yok. Bu soykırım kabul edilmeli ve özür dilenmeli. Bu sorunun çözümünü çok daha kolaylaştırır. Ardından Ermenistan başta olmak üzere ülkede zaten bir avuç kalmış olan Ermenilerle dostane ilişkiler tesis edilmeli, hak kayıpları tazmin edilmeli. Ama bu ülkede bir Ermeni öldürmek hala cezasız kalıyor, bakın Sevag’ı öldüren askere laf olsun kabilinden bir ceza verildi, Hrant’ın cenazesi hala yerde. Ermeni sözü küfür olarak kullanılıyor. O sebeple önce fikri bir dönüşüm gerekli. Onların duygusunu anlayabilmek gerekli. Benim atam yapmaz demekle bu iş olmaz. Senin atan yapmadıysa bu 1,5 milyon Ermeni neden bir avuç kaldı? Anadolu’da nereye dokunsanız bu hazin sürecin izleriyle karşılaşıyorsunuz. Yazık, çok yazık.
Sosyalistlerle İslamcıların çatışmasının nedenleri nelerdir? Bu durum Türkiye’deki sosyalist anlayışa has bir şey midir?
Felsefi planda bakarsak idealizmle materyalizm arasında bir çelişki Antik Yunan’dan bu yana varlığını sürdürüyor. Maddenin neliği hakkındaki tartışma bu karşıtlığın temelini oluşturuyor. Fakat politik planda sorun bence bu felsefi zeminin yansıması olarak değil başka prizmalardan kırılarak ortaya çıkıyor. Daha açık söylemle Türkiye’de solun kalıbı Kemalizm’ce döküldüğü, İslami hareketlerin kalıbı da antikomünizmce döküldüğü için bu çatışma mukadder oluyor. Oysa her ikisi de sakattır.
Kemalizm’in referanslarıyla sosyalistlik olmaz. Marksizm bir aydınlanma projesi falan değildir. Aydınlanmacılık, dini mutlak gericiliğin adresi sayar. (ilgili yazım:http://www.sosyalistdemokrasigazete.net/sdarsiv/yazilar/2011/1227_n_zafer.htm)
Bu Marksizm’e has değildir. İslamiyet’e de antikomünizm dışsal bir olgudur. Bir dönemin emperyalist politikalarının temelinde İslamiyet’in antikomünist yorumu var. Yeşil kuşak doktrini hatırlansın. Komünizmle mücadele derneklerindeki “dini bütün şahıslar” hatırlansın. Ne demek istediğim anlaşılacaktır. Dolayısıyla bu çatışmanın temelinde iki taraflı bir yanlışlık yatmaktadır. Bu düzeltilmelidir. Örneğin kurtuluş teolojisi anlayışı iyi incelenmeli. Bugün Kürt direnişindeki din adamlarının fonksiyonları incelenmeli. Yan yana ortak bir mücadelenin yürütülebilme olanakları vardır.
Bir diğer yandan da İran devrimi gibi kötü deneyimler sosyalistlerin hala hafızalarındadır ve acaba bu tekrarlanır mı sorusu bu mesafeli ya da yer yer çatışmalı durumu arttırmaktadır.
Yaşanan işçi cinayetleri her geçen gün artmakta ve bunun için hiçbir önlem alınmamakta, üstelik kaçak işçi konusunda denetim ve yaptırım uygulanmamakta. Yaşanan bu olumsuzluklar kapitalizmin öğretisi midir? Ve iktidar kâr için insan hayatını önemsiz görüyor anlamına gelir mi?
İş cinayetlerinde Avrupa birincisi ve dünya üçüncüsüyüz. Bu tespit durumu açıklıyor. Kapitalist sistemde artı değer üretiminin olmazsa olmazı işçinin karşılığı ödenmemiş emek gücüdür. Bu emek gücü canlı insana özgüdür. Robotlarla falan olacak bir şey değildir. Hal böyle olunca sistem işçinin kanını canını enerjisini sürekli sömürür. Bu durum hastalık ve ölüm riskini sürekli arttırır. Bu sömürüyü ne kadar çok yaparsa patron o kadar çok para kazanır. Esnek çalışmanın, kuralsızlaştırmanın, özelleştirmenin, taşeronlaştırmanın bu kadar yaygın kullanıldığı bizim gibi ülkelerde ise iş cinayetleri çok daha fazla artar. Bizde devletin kendisi bir taşerondur zaten. Neoliberal politikaları en şiddetle uygulayan odur. Tüm bunları iktidar dünyada Türkiye’nin rekabet gücünü arttırmak adına yapıyor. Yani işçinin kanı pahasına dünyada rekabet edecekmişiz. Batsın o rekabet. Şimdi ağır ve tehlikeli işlerde çocuklar da çalışabilecek biliyorsunuz. Geçen haftalarda kanunlaştı. Bu ise iki defa daha korkunçtur. Geçen gün kafası prese sıkışıp ölen çocuk işçiyi unuttuk mu? Sonuçta başbakanın çıkıp “madende ölmek bu işin kaderi” dediği yerde kimi kime şikâyet edeceksiniz? Madenlerin girişine asılmış besmele dışında koruyucu bir önlem yok. İşte abdestli kapitalizm bu. Yine tersane cinayetlerine ne demeli. Milyon dolarlık yatları üretenlere üç kuruş para veriliyor, işçi sağlığı ve iş güvenliği hikâye. Olsun, dünyada hızlı büyüyenlerden biri bizim sektörmüş. Kanla besleniyor ondandır. Direnmekten, mücadele etmekten başka çare de yok. Kapitalizmin doğası bu.
Seks işçilerine rağmen kadın haklarından bahsedebilir miyiz? Kadın bedeninin erkeğin kullanma aracı olmasının modern ve insani bir tanımı olmadığına göre seks işçilerinin haklarını savunmak yerine seks işçiliğini bitirmek ve kadını bu esaretten kurtarmak için mücadele vermek daha erdemli bir anlayış olmaz mı?
Elbette. Ancak reel bir durum da var. Bu sektörde çalışanlar var. “Biz bu sektöre karşıyız o nedenle sizin durumunuz, sigortanız, iş riskleriniz, sağlığınız bizi ilgilendirmez” diyemeyiz. Seks işçilerinin haklarını savunmak bu sektörü kabul etmek anlamına gelmez. Her ikisi bir arada sürdürülmeli. Bir yandan hakların savunusunu yapmak ama bir yandan da kadınlara daha başka alanlarda iş olanakları yaratmak, bu sektörü ortadan kaldırmak. Bunlar iç içe geçmiş görevlerdir.
Söyleyişi için teşekkür ederim.
www.adilmedya.com