Bu benim güncel siyasetten yola çıkarak yazdığım son yazı olacak. Bir analist değilim; eminim bu işi hem Adilmedya’da hem de ülkede benden kat kat iyi yapacak insanlar var. Ben sadece zaman zaman siyasete, ülkede yaşanan toplumsal hadiselere dair serbest çağrışımlarımı dercetmişimdir, o kadar. Onu da büyük bir şevk ile değil, genelde gündemin üzerimde yarattığı vicdani bunalımdan ötürü zaruret duygusuyla yapmışımdır. Gelgelelim, elimizi sallasak gündem analizcisine çarpan bir ülkede en azından ben eksik olayım diye düşünüyorum, nacizane…
Türkiye, insanın sabrını zorlayan ve sinirlerini yıpratan gelişmelere sahne olan gerilimli bir Ortadoğu ülkesi. Türkiye haddinden fazla sorunlu bir ülke. Bizim de parçası olduğumuz sorunlarının temelinde tarih üstü bir ilke var mı, bilmiyorum. Bertrand Russel’a göre “dünyadaki sorunun temelinde aptalların ve fanatiklerin kendilerinden son derece emin, bilge kişilerin ise şüphe içinde olması” yatıyor. Filozofun düşüncesine katılarak, “bilge” olmak iddiası taşımasam da, en azından sorunun fanatikler ve aptallar kısmında yer almamayı tercih ediyorum. O yüzden benim Türkiye’nin anomalilerine dair yazarken fanatikliğini yaptığım tek şey kendi vicdanımdır. Bilhassa bazı siyasi gelişmeler, siyasetin kendisini aşan sorunlara işaret ediyorlar. Bana kalırsa Numan Kurtulmuş’un iki yıllık hayli iddialı sözlerin sarf edildiği Has Parti deneyiminden sonra AKP’ye geçişi bu türden bir siyasi gelişme. Arkaplanında hangi rasyonal gerekçelendirme biçimi olursa olsun, ortada bir sorun olduğunu kimse inkar edemez. Bu sorun, Türkiye’de siyasetin çağrıştırdığı anlamlar ve yapılış biçimiyle ilgili. Bazı Has Partili arkadaşların “Koskoca profesör, vardır bir bildiği” gibi Allah’ın kendilerine verdiği ve onların olan akıllarına ihanet edercesine taşıdıkları karşılıksız güven duygusuna- ya da bahanesine mi diyelim- ben ne yazık ki sahip değilim. Gerçeklik ne olursa olsun, pratik siyasetin sürü psikolojisini kaldırmayacağı, kaldırmaması gerektiğine inanıyorum. Has Parti’nin kuruluşu, sahip olduğu vizyon, kendisini temellendirdiği ilkesel zemin, AKP olmayan ve AKP’de olmayan çok şeyi ifade ediyordu. Her siyasi parti, kendisini diğerlerinden olan farklıkları üzerinden var eder.
Has Parti’yi var kılan farklılıkları neydi ? Ya da soruyu daraltmak gerekirse: Has Parti’yi AKP’den farklı kılan neydi ?
Her şeyden evvel Has Parti, AKP iktidarında ortaya çıkan eğilimleri hedef alarak kendisinin asla yapmayacağı şeyleri şöyle formüle ediyordu: “Firavunlaşmayacağız, Karunlaşmayacağız, Bel’amlaşmayacağız.” Bu temelden bir itirazdı.
Peki hangi başlıklarda muhalefet yapıyordu Has Parti?
Örneğin, AKP vurdumduymaz bir biçimde Nükleer enerjinin savunusu yapıyordu – bu doğrultuda, halihazırda 3 nükleer tesis de hayata geçmeyi bekliyor -.
Numan bey’in fırsatını bulduğu her platformda ısrarla ifade ettiği gibi Has Parti’nin en spesifik farklarından biri ise Nükleer enerjiye karşı oluşuydu. Şöyle diyordu Kurtulmuş:
“Partimiz, insanlık için büyük bir tehdit olan nükleer santrallere karşıdır çünkü nükleer teknolojinin aslı, barışçıl değil savaşçıdır. Hata payı, kitlesel ölümler ve kalıcı hastalıklar olan bir teknoloji kabul edilemez. İktidarımızda Türkiye’de nükleer santral kurulmayacaktır.”
Üstelik Has Parti’nin enerji politikasındaki yaklaşımı bununla da kalmıyordu. Yurdun dört bir tarafını “çılgın” HES projeleri sarmışken Kurtulmuş şu sözlerle itiraz yükseltiyordu:
“Kimsenin yeni enerji kaynakları bulmak adına Türkiye’nin güzelliklerini, doğal çevresini yok etmeye hakkının yok”
Ayrıca, AKP, Numan Kurtulmuş’un defaatle ifade ettiği gibi neoliberal bir partiydi. Has Parti’nin ise en karakteristik özelliklerinden biri sosyal adaletçi, kamu çıkarı gözeten bir ekonomi anlayışını savunmasıydı. Numan Kurtulmuş, AKP’nin IMF ile anlaşmasının gerekmediğini, zaten Kemal Derviş’in ekonomi politikasını AKP’nin devam ettirdiğini söylüyor ve buna “Derviş-Fisher modeli” diyordu. Bu modelin Türkiye’de tezgahı dağıttığını, ülkeyi fukaralaştırdığını ifade ediyordu.
Numan Kurtulmuş, Has Parti’nin bir farkının da anti-emperyalist oluşu olduğunu söylüyordu hep. Füze kalkanı projesine karşı çıkıyor, yakın bir tarihe kadar NATO’nun bir gavur leşi olduğunu söylüyor ve milletin bu gavur leşini sırtından atacağı şeklinde cüretli demeçler veriyordu. NATO ve Batı ile ilişkiler bağlamında AKP’nin Ortadoğu’da üstlendiği role şöyle dikkat çekiyordu:
“AKP’ye bölgede güç odağı olması için Yeni-Osmanlıcılık diye Osmanlı’yı bitiren Batı tarafından biçilen rol modelini kabul etmemek lazım.”
Hepsini saymamız durumunda bu yazıyı hayli uzatacak başka birçok alanda Numan Kurtulmuş AKP’ye dönük ciddi eleştiriler getiriyor, Has Parti’nin farkını ortaya koymaya çalışıyordu. İnsan sormadan edemiyor: İki senede değişen ne oldu ? Has Parti’nin kendisini var ettiği muhalefet başlıklarında AKP büyük bir değişim geçirdi de bizim mi haberimiz yok ? AKP, aynı noktalarda istikrar ile politikalarını sürdüren, programını tereddütsüz uygulayan bir parti. Numan Kurtulmuş ve arkadaşlarının ise bu politikalarda değişiklik yapmak gibi bir imkanları yok. Eğer böyle bir iddia varsa, bu iddia düpedüz ütopiktir ve AKP’yi var eden sosyolojik zemini, teşkilatını, fikriyatını, onu bağlayan ülke içi ve uluslarası faktörleri hafife almak anlamına gelir. Böyle bir iddia ile belki çocuklar kandırılabilir. O halde en akla yatkın olan olasılık, Numan Kurtulmuş ve ekibinin bugüne kadar AKP’ye karşı savunduklarını ilke düzeyinde benimsememiş olduğudur. İnsanlar ülkedeki yerleşik siyaset anlayışında eyyamcılığın “siyasetin bir gereği” biçiminde algılanışına güvenerek sonradan hesabını veremeyecekleri sözler söylememelidir. Toplumsal algıdaki “dürüst adam” imajının kredebilitesine güvenip “milletimiz bizi biliyor” demek gören gözler için ortadaki omurgasızlığı kamufle etmeye yetmez. AKP mahfillerinde “o önceden söylediklerinin hesabını versin” homurtularının oluşması bu açıdan gayet tabiidir.
Öte yandan, elbette Numan Kurtulmuş ve ekibi bu yaptıklarını kendi vicdanlarında haklılaştırmak ihtiyacı hissedeceklerdir, ve mutlaka kendilerince haklı sebepler üretmişlerdir. Onların kaderini paylaşmak zorunda olmayan insanlar olarak bizim bu sorgulamayı yapmak en doğal hakkımız. Türkiye siyaseti öteden beri verilen sözlerin, atılan iddialı nutukların yutulduğu bir karadelik gibi; bu bir tür alışılmış rezillik… Son olarak aynı davranışı “dürüst, temiz adam” imajı ile göz doldurmuş olan Numan Kurtulmuş sergilemiştir. Türkiye’deki egemen siyaset anlayışının ahlâk ve ilke gibi “yaşanan” kavramları birer soyutlamaya dönüştürürerek hayattaki karşılıklarını yok ettiğini, “en temiz” izlenimi yaratan insanın şahsında tekrar görmüş olduk. Bu anlayış biçiminde ilkelerin pratikte bir karşılığı yok. Sadece her zamanki gibi “ülkemizin selameti için”, “milletimiz için”, “makam mevki peşinde değiliz” türünden klişe lafların kulaklarımızda yarattığı kirlenme var. Gelenekselleşmiş bir retorikdir bu; Türkiye’de siyasetçiler ne zaman açıklama güçlüğü çektikleri işler yapsalar bu banal lakırdılara başvurmuşlardır. Trajik, ve hatta belki de biraz komik olan şey ise aynı banalliğe başvuran kişinin “Türkiye’de siyaseti formatlıyoruz” iddiasına sahip olmasıdır. Bu, acınası bir durumdur. Dedim ya, siyasette de olsa bence insanlar sonradan hesabını veremeyecekleri sözler söylememelidir. Numan Kurtulmuş dün Karun dediği adamlara bugün Harun der mi bilinmez ama onlara entegre olmakta bir beis görmemiştir. Evet, siyasi kariyeri açısından kazançlı çıkabilir. Gelgelelim, siyaset terminolojisinde onun yaptıklarına karşılık gelen sevimsiz bir ifade vardır: Oportünizm. Toplumsal hafızamız da onu bir oportünist, yani fırsatçı olarak kaydedecektir. Bize ise bir sonraki yazıya kadar düşünmek üzere şu soruyu gündeme getirmek kalıyor:
Başka bir siyaset mümkün değil mi ?