SULTAN AHMET ÇEŞMESİ
Su yerine süs akıyor
Deliklerinden
Eğilmiş ölümsüz ince bilekli
Cariyeler bakıyor
Derinlerden geliyor sesleri
Önünde dokuz minare
Aynalar kadar aydınlık yüreği
Kilise öte yanında yara bere
İçinde kendini sessiz bir oluşa bırakıyor
Değiştiriyor deri
Tramvayın köşeleri sarıdır
Ortasında oturmuş mesut bir sağır
Bütün gün türkü çağırır
Erir çeşmenin iki göz bebeği
Ben o kanlı kızgın
Gözyaşlarıyım çeşmenin
Sezai Karakoç, Şiirler III, körfez/şahdamar/sesler, Diriliş y. İst 1996, s.81
35 yaşında bir adam olan ben, 23 yaşında bir şairin yazdığı şiirin konusunu yerinde incelemek üzere Sultanahmet Çeşmesi’ne gittim. Eski bir Bizans çeşmesinin üzerine yaptırıldığı kaydedilen bu çeşme, Osmanlı sanatının Batı etkisine açık hale geldiği Lâle Devri’nde moda olan geniş saçaklı meydan çeşmelerinden biri. Bir sanat eseri, yapıldığı dönemin siyasetinden bağımsız ele alınamaz. Daha çok Osmanlı burjuvazisinin meydanlarda, mesire alanlarında boy gösterdiği Lale Devri’nde Sultan III. Ahmet, devrin baş mimarı Kayserili Mehmed Ağa’ya bu tarzda üç büyük meydan çeşmesi yaptırmış. Diğer ikisinden biri Üsküdar iskelesine yakın Sultan Ahmet Çeşmesi, diğeri Kılıç Ali Paşa Camii yanındaki Tophane Çeşmesi. Bu çeşmeler, Klasik Osmanlı mimarisinden Batı mimarisine geçiş döneminde yapılmışlar. Yarı yerli, yarı Batılı (barok, rokoko) özellikler gösteriyorlarmış.
Dili sade, ifadeleri açık bu şiir, şekil bakımından Sezai Karakoç’un hece şiiri etkisindeki serbest şiirlerinden biri… Kıtalarla + ziyade mısralarla kurulmuş bu şiirde düzensiz kafiyeler var: “akıyor / bakıyor / bırakıyor”, “minare / yara bere”, “sesleri / deri”, “yüreği / göz bebeği”, “sarıdır / sağır / çağırır”.
İstanbul çeşmeleri arasında en ihtişamlı olanı, bu şiire konu olan Topkapı Sarayı’nın kapısındaki Sultanahmet Çeşmesi oluyor. İtalyan yazar Edmondo De Amicis, iki ciltlik Costantinopoli adlı kitabında (İstanbul 1874 adıyla çev. Prof. Dr. Beynun Akyavaş, TTK y.) bu çeşme için “İnsan elinin oyup işlemediği yer kalmamıştır. Zarâfet, sabır ve servetin harikasıdır. Hiç şüphesiz billûr bir fânus altında korunmaya değer. Bu eşsiz koca pırlanta ilk günü kimbilir nasıl parlıyordu! Onu bir defa görmek, hayâlinin ölünceye kadar hâfızadan silinmemesi için yeterlidir…” diyor.
Yanına gittiğimde çeşmenin (billûr bir fânusla değilse de) metal bir çitle çevrelendiğini gördüm. Hakikaten çeşme bedeninde insan elinin oyup işlemediği bir yer kalmamış. Böylece şiirin ilk iki dizesinde anılan yargıya ulaşıyoruz: “Su yerine süs akıyor deliklerinden”. 1956’da yazılan bir şiir bu. Muhafazakâr algının haklı tepkisine yol açacak biçimde tarih katliamının yapıldığı yıllardan bir yıl bu. Çeşmenin suları akmıyor. Her dörtkenarı on metre kadar olan yüz metrekarelik bu ölü taş yığını yapıda canlı, su gibi akışkan olan şeyler sadece süslemeler oluyor: Kabartmalar, tezyinatlar ve devrin ünlü bir şairine ait aynalıklardaki beyitler…
Çeşme, sarayın kapısında. “Devlet-i ebed-müddet”in çeşmesi. Çeşmeye eğilmiş ölümsüz ince bilekli cariyeler, çeşmeyi sarayın kullandığına dair birer işaret oluyor. “Göz” ile “çeşme” kelimesi arasında da tenasüp var. “Çeşm” Farsçada göz demek malum. Çeşme kurnasına “göze” de denir Anadolu Türkçesinde. Ayrıca şiirin son iki dizesiyle ilk iki dizesi arasında anlamca tezat oluştuğu da söylenebilir.
“Önünde dokuz minare” hangileri oluyor? Hımm… Çeşmenin önünde altı minareli Sultanahmet ve dört minareli Ayasofya camileri var. (Günümüzün muhafazakâr burjuvazisinin Sultanahmet Camii arkasında yükselttiği gökdelen siluetleri buradan görünmüyor.) Buradan bakılınca, Mimar Sinan’ın Ayasofya için yaptığı ikiz bodur minarelerden biri, Ayasofya gövdesinin arkasında kalıyor. Görünen dokuz minare, İslam’ı simgeleyecek elbette. Profil açısından minareler, camilerden daha ziyade İslam’ı temsil ediyorlar çünkü. Ve “Kilise öte yanında yara bere içinde” kalmış. Sezai Karakoç’un düşüncesinde İslâm-Hıristiyanlık, Doğu-Batı karşılaştırması hep vardır ve Karakoç, her konuda Hıristiyan Batı’ya karşı Müslüman Doğu’yu savunan bir yazardır. Doğu’nun geri kalmışlığını neredeyse sadece Batı sömürüsüne bağlar. Hıristiyanlık ile ilgili eleştirel düşüncelerini yazılarında ve bazı dizelerinde (bkz: Taha’nın Kitabı – Doktorun Karşısında) dile getirir.
Sultanahmet Çeşmesi’nin öte yanındaki kilise hangisi oluyor? Acaba Ayasofya mı yoksa hemen yakında, Topkapı Sarayı surlarının içinde kalan Aya İrini mi? İkincisi için bir delil bulamadım; Ayasofya olması için elde birkaç malzeme var: Hem yara bere içinde kendini sessiz bir oluşa bırakan hem de deri değiştiren Ayasofya… Artemis tapınağı kalıntıları üzerine üç farklı zamanda üç kere inşa edildiği kaydedilen Ayasofya; sırasıyla kilise, cami ve müze olarak kullanılmış. Üç kez deri değiştirmiş oluyor. Restorasyonlarla da sürekli deri değiştiriyor. Fakat İstanbul’a henüz gelmiş genç bir şairin bunları kastettiği aklıma yatmıyor. Minarelerin temsil ettiği İslam’ın geleceğinin aynalar kadar aydınlık olduğunu, buna karşılık kilisenin temsil ettiği Hıristiyanlık dininin yara bere içerisinde kaldığını dile getiriyor asıl. Minare önünde, kilise öte yanında. İslam için “Aynalar kadar aydınlık yüreği” deniyor. Aynalar, nesneyi olduğu gibi yansıtırlar. Ayna benzetmesi bu yüzden kurulmuş olabilir. Fakat Müslümanlar vakıayı olduğu gibi yansıtıyorlar mı?
Sezai Karakoç’un bütün şiirlerini topladığı Gün Doğmadan adlı eserinde geçtiğine göre bu şiir 1956 güzünde yazılmış. Oysa bir sene önceki güz mevsimi insanlık adına hatırlanmalı: 6-7 Eylül 1955 olaylarında, dünya kamuoyunda “Müslüman Türk”ü temsil eden Türkiye Cumhuriyeti devletinin özel güçleri, bir komplo tertip ederek gözü dönmüş milliyetçilere Türkiye’deki Rum Hıristiyanların mal varlığını talan ettirmişti! Öldürülen insanların yanı sıra birçok gayrimüslim kadın tecavüze uğradı, sayısız ev ve işyeri talan edildi, maalesef İslâm ve Türklük adına İstanbul’daki 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi! Hal böyleyken, o dönemde İslam adına bu zulme değinmek, yetinmeyip karşı çıkmak, Hazreti Ömer adaletine uygun olabilirdi. Anlatılan şu ki, Halife Ömer’in orduları Kudüs’ü fethettiklerinde o, daha önceden azat ettiği kölesiyle birlikte yoldaydı. Bir tane develeri vardı ve ona sırayla biniyorlardı. Derler ki Kudüs’e ulaştıklarında sıra köleye gelmiş ve Hazreti Ömer, yayan girmiş Kudüs’e. Hıristiyan mabedini gezerken namaz vakti ermiş ama teklif edildiği halde kendisi orada namaz kılmayı reddetmiş. Hıristiyan din adamına durumu nezaketen açıklamış: “Burada namaz kıldım diye gelecekteki Müslümanlar bu mabedi sizden gasp edebilirler…” Sezai Karakoç’un 1915 olaylarına, 6-7 Eylül olaylarına; Dersim, Maraş katliamlarına dair sarih sözler söylemesi, tarihin yargısı açısından, İslamcılık akımının gelecek zamanlara vereceği sınav açısından iyi olabilirdi. “O gün kasabada / O gün kasaba / O gün kasap” diye sistemin zulmünü yazabilen bir şairden, “Ey Müslüman, İslam’ı öyle yaşa ki, seni öldürmeye gelen, sende dirilsin!” cümlesi slogan olan bir Müslüman düşünürden bunu beklememiz yadırganmamalı.
Asıl derdimizi bırakıp sadede dönelim. Evet, şiirde “çeşme” ile Osmanlı, “minare” ile İslâm, “kilise” ile Hıristiyanlık kastediliyor. Bu üç eserin her üçünün de sanat tarihinde önemli birer yeri var. Tarihi birer eser olan çeşmeden, minareden ve kiliseden sonra şiire pat diye “tramvay” kelimesi giriyor. Bu da Türkiye halklarının yoluna birden bire çıkarılan modernizme karşılık geliyor olmalı. O yıllarda tramvayların köşeleri sarı mıydı? Milli Şef’in treni beyaz mıydı? Bilemiyoruz. Ama “ortasında oturmuş mesut bir sağır” ifadesi, ilk bakışta Milli Şef’i andırmıyor da değil hani. Tramvayın makinisti önde, tam ortada oturur. Bu şiirin yazıldığı tarihte İsmet Paşa iktidarda değildi ama mesuttu: “Biz iktidarda olmasak da muktediriz!” ya da dönemin muktedirlerine söylediği “Sizi ben bile kurtaramam!” sözleri ona ait, malum. Cumhuriyet’in ikinci adamı, çeşmenin tarihine sağır ve bütün gün çağırdığı bir türkü var. (Osmanlıcı şair, tarihe duyarsız olan Cumhuriyet söylemini küçümsemek için, duyarsızlıkla suçlamak anlamında “türkü çağırmak” ifadesini kullanıyor gibi: “El elin eşeğini türkü çağırarak arar.”) Bu resmi söylem, bu türkü, Osmanlı’yı temsil eden çeşmenin iki gözbebeğini eritiyor. Bu iki gözbebeğinin birinden kanlı, diğerinden kızgın gözyaşları dökülüp şairin bu şiirindeki duyarlığını oluşturuyorlar. Bu tarih talanından geriye Osmanlı dönemini idealize eden şairin kızgınlığından başka bir şey kalmıyor.
(Bu yazı, Tütün Dergisi’nin Mart-Nisan 2012 dönemini kapsayan 74. sayısında yayımlanmıştır.)