1)
Sanıyorlar ki bizden daha üzgünler!
Hatta sanıyorlar ki ‘öyle değil de böyledir’ o işler!
Biz ise kalabalıklar arasında düşünmek yerine yanmak zorundayız!
Onlarsa o küçük yangınlarında enine boyuna düşünürler!
Biz bu dağınıklıkta kendimizle beraber onları taşırken,
Onlar o düzenli dünyalarında kendilerini bile taşıyamazlar!
Bizi, ”sevmemekle, kendilerini de “çok sevmekle” açıklarlar.
Vermezsek giderler.
Verirsek çökerler.
Hayatlarını öyle kurar, böyle de dikey çoğalırlar.
Biz ise ha bire yatay uğuldarız.
Onlar devleti ve yaşamayı çok severler!
Biz ise bu ikisinin dibinde kanarız!
Yine de hayatlarını önemseriz.
“Hayatı güzelleştiresiniz diye varsınız” deriz.
Kıymetleriyle çağıldasınlar deyu…
Biz öyle değiliz
Bugün ayrılsak aralarından, ruhları duymaz
Rüyalarında görmezler, anlamazlar bile
Kırılmazlar da, yaşamaya devam ederler.
Bize ise kıran girer.
Yüzümüz bakmaktan yorgun!
“Aç mısınız” diye sorarız hep!
Vitrin camlarına sadece, dökülen saçları için bakan biz
Hangi etiketlerin pahalı aralıkları için düşünemeyecek kadar ucuzuz!
Mağazalardan içeri “iş var mı” diye girmekten öte
Camilerden içre “dost var mı” deyu girmekten öte
Adımlarımızı biriktirirken, birileri yılan.
Ne zaman yola çıksak, ardımızda yılandır, o birileri!
2)
(Bir anlam varsa eğer…
Varlığımıza yontamayız.
Var edişin kendisi varoluşun içinde kıymetli…
Gerisi yaşamak ki o tribünlerin işi, kortejlerin…
Sıraya girmeyene ekmek yok, hava yok, su yok!
İşte en büyük küfrü yeryüzünün!)
O küs. Bu küs. Şu küs.
O öyle. Bu böyle. Şu şöyle.
O bekliyor. Bu istiyor. Şu söylüyor.
Bir tanesi gelip de istemeden ve istetmeden yanımıza oturup susmuyor!
Sessiz ve derin uzaklara bakıp dalmıyor
“Burası neresi? Nereye gidelim?” demiyor!
Herkes yolu biliyor, herkes olayı çözmüş, herkesin bir klavuzu var!
Bilgi, algı, yargı…
O öyle, bu böyle, şu şöyle
“O var ya o, o aslında şöyle! …
Şu var ya şu, şu aslında böyle!” …
Biz derin bir acıyla
gözlerimizi kapatıp, böylesi zamanlarda
İçimizden dışımıza doğru fısıldıyoruz:
“Şer’a!… Şer’a!… Şer’a!…”
Şer’a duyuyor musun bizi…
Şer’a, hayat ırmağı, akıyor musun?
Yüzün hayat dolu..
Hayatından kaç yüz yıl geçti?
Bizi yüzdüler
Yüzümüze bakma Şer’a..
Baktığımız yere bak, gittiğin yere gelelim
Sorma bize bir şey
Konuşmayalım, hiç
Kelimeler kopartır, kurtar kendini
Rüzgarları dinlesek yine yeter Şer’a..
Yağmurları izlesek yine yeter
Yıldırımları tanısak
Denizleri bilsek yine yeter…
Kelimeler ki birer mezarlıktır.
Hayvanlar koklaşa koklaşa,
İnsanlar ise konuşa konuşa ölür.
Yaşamak, sessizliğin içinde kalbini taşımak,
Kalabalıkların içinde ise duasını kaybetmemektir.
Şer’a ne zaman sana seslenmezsek o zaman duy bizi!
Sustuğumuz zaman Şer’a bil ki sana sesleniyoruz.
İçimizde canımız kıvranıyor
Canımızda ise sen…
Sen ise bizden uzak, biz ise senden daha uzaklara gideceğiz.
3)
Düşünmen lazım!
Düşün Şer’a…
İstediği olmayınca o sevgilerin, kalplerinin yerine nasıl öfke koyduklarını düşün!
Doyunca şükreden
Acıkınca sabredenlerin dünyasında
Doyarken paylaşan
Acıkınca şükreden bir hüznü bilmez onlar.
Biz hüzünlerin kardeşleriyiz Şer’a!
Dalıp dalıp gitmelerin hemşerileri…
Bize hep “dinlemiyorsunuz” derler
Ne inlediğimizi ne bilsinler!
Baksalar görürler
Bakmazlar ki!
Biz bizi tanıyalım yeter, Şer’a
Biz yabancıyız. Bunu asla unutma!
Biz kayıpız, ayıbız, ızdırabız!
Biz caddenin meydana bakan ışıklı tarafında değil
Şehrin altındakilerle karanlık tarafındayız.
Kardeşlerimiz gelecek, cezalandırılmış, anlaşılmamışlar olarak!
Çal şimdi bizim türkümüzü Şer’a
Işıkları yak.
Çaylarımızı koy!
Kapıyı arala…
Otur şöyle…
Bizim hikayemizi anlatacağız sana…
Kayıpkentli – 4 Eylül 2013
05:25
Fatih-İstanbul