REFERANDUMUN ARDINDAN: SEKÜLER MUHALEFET İÇİN BİR DÖNÜM NOKTASI
16 Nisan anayasa değişikliği referandumu pek çok açıdan ele alınıp tartışılıyor. Kürt bölgesinde gerçekten de AKP/devlete doğru bir oy kayması mı oldu; yoksa yoğun baskılar, bir tane bile “hayır” oyu çıkmayan “blok oylar”, müşahitlerin seçim alanına alınmaması ve hendek savaşlarının sonucunda yarım milyon insanın göç ettirilmesi mi belirleyici oldu? AKP neden büyük şehirleri kaybetti? Orta Anadolu, Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun önemli bir kesiminde “evet” oylarının bu kadar yüksek çıkmasını sadece buralardaki milliyetçi-muhafazakar eğilimin gücüne mi bağlamalıyız? Sorular ve tartışma alanları çoğaltılabilir.
Ben bu yazıda sadece 16 Nisan referandumunun seküler muhalefet açısından bir dönüm noktası olabileceğine işaret eden bazı verileri ele almak istiyorum.
Öncelikle 2013/2014’ten bu yana hızla tırmanan Türk-İslam sentezci faşizm karşısında seküler kesimlerin âdeta gelenekselleşen davranış kalıpları ile referandum kampanyası ve hemen sonrasında izlenen hareket tarzı arasındaki farkları ortaya koyalım.
Bu dönem içinde öncelikle sekülerlerin yaşam alanlarını/tarzlarını korumak için kalkıştıkları Gezi Direnişi yaşandı. Bir de 7 Haziran seçimleri öncesinde seküler toplumun epeyce küçük bir kesimini, daha ziyade sol-sosyalist kesimleri kapsayan bir hareketlenmeye tanık olduk. Bu dar kesim HDP’nin seçim çalışmalarına aktif olarak katıldı ve seçimlerde HDP’yi destekledi.
Bu örnekler dışında bütün seçimlerde Erdoğan/AKP’nin “başarısı” karşısında seküler kesimler derin bir umutsuzluğa kapıldılar. Diğer yandan, söz konusu süreçteki hiçbir seçimde seküler kesimler arasında gözle görülür bir hareketlenme, bir araya gelme, aktif bir seçim faaliyeti vs. gözlenmedi. Belki bunun tek istisnası, 2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sekülerlerin bir kısmının bir tür pasif itaatsizlik yaparak içlerinin ısınmadığı “ekmek için Ekmeleddin”e oy vermek üzere yazlıklarından dönmemesiydi.
Bilindiği gibi, 1 Kasım 2015 seçimleriyle birlikte sekülerler açısından tablo daha da ağırlaştı. Kurumların ve yeni kuşakların İslamizasyonunun yoğunlaştığı ve Meclis’in devreden çıkarıldığı bu ortamda “bu memlekette yaşanmaz, Batılı bir ülkeye gidip yerleşmek en iyisi” neredeyse moda eğilim haline geldi.
15 Temmuz askeri kalkışmasının ardından cihatçı güruhların gövde gösterileri, sekülerler arasında önce büyük bir korku ve endişe yarattı. Ardından CHP yönetimi ile Ergenekoncu çevrelerin yaymak için büyük çaba sarf ettiği (ki CHP’nin Yenikapı mitingine katılması bunun sembolik jestiydi) kısa süreli bir yanılsama dönemi yaşandı: Erdoğan/AKP dersini almıştı ve artık Cumhuriyet’in temel niteliklerine dokunmayacak, milli birlik ve beraberliğin kıymetini bilecekti.
Fakat Erdoğan/AKP’nin İslamizasyona hız vermek ve seküler toplum üzerindeki tahakkümünü üst düzeye çıkarmak için 15 Temmuz’u konsolidasyon fırsatı olarak kullanması, sekülerler arasında yaygınlaşan bu yanılsamayı tuzla buz etti. Seküler toplum yeni “milli birlik beraberlik” rejimine destek vermedi. Fakat, Cumhuriyet gazetesine veya “proje okulları” adıyla köklü eğitim kurumlarına yönelik operasyonlar sırasında gözlemlediğimiz gibi, ülkede laikliğin kaleleri art arda saldırıya uğrarken kayda değer bir seküler tepki oluşmadı.
15 Temmuz’un ardından referandum sürecine kadarki dönemi OHAL rejimi altında yaşadık. Yüz binlerce kamu görevlisinin ihraç edilmesi, her kesimden muhalifin tutuklanması, barış için akademisyenlerin üniversitelerden uzaklaştırılması vs. derken keyfiyet ve hukuksuzlukta sınır tanımayan faşizan bir yönetim biçimi tesis edildi. Bu son derece baskıcı yönetim biçimine, bir de sekülerleri bu ülkede yaşam hakları tartışmalı bir “azınlık” olarak kodlayan cihatçı siyasal İslam dalgası eşlik etti. Cuma hutbelerinde yılbaşını kutlayanların “kâfir” ilan edilmesi ve hemen ardından gelen Reina katliamı, Cumhuriyet tarihinde ilk kez Alevi olmayan sekülerlerin de kendilerini “tehdit altında bir azınlık” olarak hissetmesine neden oldu.
Bununla da kalınmadı, “Cumhurbaşkanlığı sistemi” adıyla faşizan yönetim biçimini kalıcılaştırmayı hedefleyen bir referandum süreci başlatıldı.
Köşeye sıkışan ve hareketlenmeye başlayan seküler toplum
Benim gözlemime göre artık iyiden iyice köşeye sıkışan, Necip Fazıl’ın bir zamanlar İslamcılar için kullandığı tabirle “kendi ülkesinde parya” durumuna düşen sekülerler referandum sürecinde ilk kez bağımsız gruplar oluşturmaya ve “hayır” çalışması yapmaya başladı. Bu gelişme bana göre önemli bir değişime işaret ediyordu.
Elbette bu gruplaşmaların yaygınlığı konusunda net verilere sahip değiliz. Fakat şu nokta dikkat çekiciydi: CHP’nin referandum sürecinde pek ortalıkta görünmeme (kitlesel mitingler, yaygın mahalle/semt çalışmaları yapmama) politikasına karşın çeşitli seküler kümeleşmeler CHP’ye kampanya önerileri götürdüler, en azından parti olanaklarından faydalandırması için CHP’yi zorladılar. Böylece en azından İstanbul’da Kemalist ve demokrat kesimler ya bağımsız inisiyatifler kurarak ya da CHP’nin kampanyalarına canlılık kazandırarak politik bir hareketlenme içine girdiler. Birçok yerde sahada, çoğu kez de sosyal medyada yürütülen “hayır” kampanyalarını bu gruplaşmalar gerçekleştirdi.
Referandum ve ertesi
16 Nisan referandumu, Türkiye’de 7 Haziran seçimleri sonrası kurulmaya başlanan ve OHAL’le birlikte doruğa çıkan keyfi, hukuksuz ve faşizan rejimin seçim yasalarını açıkça çiğnediği bir oylamaya dönüştü. YSK’nın mühürsüz oy pusulası ve zarflarını geçerli sayma kararı, ülkenin dört bir yanından gelen “blok evet oyları” ve “% 100 katılım” iddialarıyla birleşince seküler kesimler ilk kez “yeni rejimin” meşruiyetini açıktan sorgulamaya başladı.
Öncelikle onca baskıya ve devlet olanaklarının seferber edilmesine karşın % 1,5’tan daha düşük oy farkıyla “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”nin kabul edilmesi, yıllardır sahneye konan “her şeyin anayasa ve yasalara uygun yapıldığı, kaybedenin sonuçlara saygı duyması gerektiği” yolundaki tiyatro oyununun sekülerler arasındaki seyircilerini kaybetmesine yol açtı.
Buna bir de YSK’nın OHAL rejiminin talebi doğrultusunda kendi yasallığını çiğnemesi eklendi; böylece yıllar sonra ilk kez seküler toplumun önemli bir kesimi “ne yapabiliriz ki, yapabileceğimiz hiçbir şey yok” duygusuna kapılmadan ve umutsuzluk deryasına gömülmeden tepkilerini göstermeye başladı.
Elbette bu tepkilerin çok sınırlı bir kesimi sokak eylemlerine dönüştü. Fakat seküler toplumun birçok kesiminde ruh halinin değiştiği, insanların başlarını dik tutmaya başladıkları bir gerçek.
Eskiden şöyle bir statüko vardı: Erdoğan/AKP’nin toplumsal dinamikleri istediği gibi şekillendirebileceğine inanılıyordu (art arda kazanılan seçim “zaferleri de bu kanaati destekliyordu); CHP, “Türk-İslamcı yeni rejime” dönük tepkileri soğurma ve seküler-demokratik kesimleri pasifize etme görevini başarıyla yürütüyordu; seküler kitlelere düşen de her geçen gün biraz daha umutsuzluğa kapılmak ve depresif bir ruh haline gömülmekti.
ilk parametre değişti: Erdoğan/AKP rejiminin inişe geçtiği, toplumsal rıza devşirmekte belirgin şekilde zorlandığı ve gerek ekonomi gerekse dış politikada sıkışmaya devam edeceği ortada. Kurulmaya çalışılan yeni Türk-İslam rejiminin kendi yasallığını bile çiğnemek zorunda kalması, iktidarını korumakta ne kadar zorlandığının en belirgin göstergesi.
Aslında ikinci parametre de değişti: Kılıçdaroğlu/CHP yönetimi de referandum gecesinden bugüne kadar eski işlevini yerine getirmekte zorlanıyor. Seküler toplumun “referandumun geçersiz sayılması için sokağa çıkalım, protesto hakkımızı kullanalım” yolundaki beklentisini pas geçiyor, rejimin meşruiyetini sorgulamaya başlayan dip dalgasının çözülmesi için zamana ve tabii ki devletin zor aygıtlarının icraatlarına oynuyor.
Bütün yazı boyunca açıklamaya çalıştığım gibi, en başta da üçüncü parametre değişiyor: Geniş seküler kesimler iradelerinin gasp edildiğini düşünüyor. Bu noktada seçim hilelerinin sonucu belirleyecek boyutta olup olmadığının hiçbir önemi kalmıyor.
Gezi’den bu yana ilk kez Atatürkçülerle solcuların birlikte katıldığı protestolara tanık oluyoruz. Bu protestolar Kadıköy ve Beşiktaş’la sınırlı değil; Ataşehir, Gebze ve Avcılar’da, Alevilerin yoğun yaşadığı Samandağ, Gazi, Maltepe, Kartal gibi ilçelerde, Ankara’da Batıkent’te, İstanbul dışında İzmir, Antep, Antalya, Eskişehir, Mersin, Muğla’da ve başka yerlerde her gece protesto eylemleri yapılıyor. Elbette protestoların rejimi çok rahatsız ettiği bir gerçek; bu nedenle protesto eylemleri art arda yasaklanıyor (örneğin Antep ve Gebze’de). Eylemleri organize ettikleri gerekçesiyle çeşitli sol gruplara mensup insanlar da gözaltına alınıyor.
Bu arada büyük olasılıkla reddedileceğini bile bile binlerce yurttaşın yasal haklarına sahip çıkması ve dilekçelerle YSK’ya başvurmasının bir sivil itaatsizliği eylemi olduğunu gözden uzak tutmamalıyız.
Protesto eylemlerinin nereye evrileceğini, kısa sürede sönümlenip sönümlenmeyeceğini veya polis baskısı karşısında çözülüp çözülmeyeceğini kestirmek güç.
Protesto eylemleri sönemlense veya çözülse bile, referandum kampanyasındaki sivil inisiyatiflerin kendilerini dağıtmadan daha uzun vadeli ve kalıcı bir örgütlenme çabasına girmesi büyük önem taşıyor. Bu yönde işaretler olduğunu da görebiliyoruz.
Yazının sonunda, Noam Chomsky’nin 1967-68’de ABD’de Vietnam Savaşı karşıtı geniş kitle gösterilerinin başlamasından önce muhaliflerin durumuna ilişkin aşağıdaki anlatımına yer ver vermek istiyorum:
“1966’da bile, belki de ABD’deki en liberal şehir olan Boston’da sert bir müdahale yaşanacağı kaygısı gütmeden geniş çaplı savaş karşıtı gösteriler düzenlemek imkânsızdı. Üstelik buna kiliselerde düzenlenen gösteriler de dahildi. Savaş karşıtları genellikle birinin oturma odasında toplanmış, çoğu zaman düşmanca bir tutum içindeki komşularıyla konuşuyor; kiliseler veya üniversitelerde çoğu zaten etkinliğin düzenleyicisi olan bir düzine insana dertlerini anlatıyordu. Bu türden çabaların yaygınlaşması nihayet etkisini gösterdi ve savaş karşıtı hareket halk arasında son derece ciddi boyutlara ulaştı.”[1]
O an için çok sınırlı kesimlere ulaşabilen muhalif etkinlikler, yeterli sabır ve kararlılık gösterilirse belirli bir yaygınlık kazanabilir ve kritik eşiği aşabilir.
[1] “Güç ve İdeoloji Üzerine”, çev. Şebnem Duran, Taylan Doğan, bgst Yayınları, yayıma hazırlanıyor.