Aşağıdaki yazı, belediye seçimlerini erkene alma girişimi sırasında yazıldı ve bir kaza sonucu adilmedya.com’da yayınlanamadı. İkinci bir kaza da ikinci kez yayınlanmasını önledi. Yazıldığı tarihten sonra bir kez daha yazılan bir yazının iki kez yayınlanmamasında “hayır” vardır demedim ve üçüncü kez yayınlanmasına talip oldum. Her seferinde de özü aynı kalmakla birlikte güncelleyerek değiştirdim. Göreceksiniz hiç bir şey değişmemiş.
Yıllar oldu televizyon izlemiyordum, zorunluluktan bir hafta kadar önce iki gece üst üste uzun saatler izlemek zorunda kaldım, “talking heads” denilen, konuşan kafalar programlarına rastladım mümtaz kanallarda. Bıraktığım yerde otladıklarını görünce rahat bir nefes aldım. Gördüm ki hiç bir şey değişmemiş.
Necip Fazıl’ın hayat hikâyesini nesnel olarak anlatan, benim de Lozan için bol bol alıntı yaptığım Hakkı Mısıroğlu’ndan apartılan “gerçekleri” ısıtıp ısıtıp sunan bir medya varsa, hiç bir şey değişmez.
Necip Fazıl’ı en son Yalçın Küçük Atamanoğlu Fatih’te (2012 baskısı) biraz da gererek ve bükerek, tarihleri iç içe sokarak yazmıştı (s: 125), meramı başkaydı, medyamız (Haberürk) bir kez daha efkâr-ı umumiyeye sundu, son olaylar açısından da ibret vericidir, hem sunması, hem de olan biten. Yalçın Hoca: “Neden Yunus’un [Emre? Nadi de olabilir mi? Pek olamaz: Yıl:? – ama ne zaman olduğu çok önemli] indirildiği bir tarihte Nazım Hikmet, Bedreddin’i çıkarma işini üzerine alıyordu? [1936] Mühim mesele buradadır, çünkü bu bir talihsiz iştir ve hiç bir yere sığmıyor. Aynı tarihte Nacip Fazıl’a bir dergi çıkartmak üzere İş Bankası’ndan ve bizzat Celal Bayar’ın eliyle, para verildiğini [1938] de tespit etmiş durumdayız. Bunlara bir de, kısa zaman sonra, mevlevi dergâhlarının sadık bendesi Hasan Âli Yücel’in iş başı yapması [Celal Bayar’ın Milli Eğitim Bakanı olması, Yıl: 1938 – Müderris Ş. Yaltkaya, Şeyh Abdülbaki Efendi ve Hasan Âli Yücel buluşmasının fotoğrafı, yıl 1925, s: 100], demek ki tarikatların açıldığı bir dönemdir. Ama resmen kapalı gösteriliyordu, resmi tarih ‘kapalı’ diye yazıyordu…” diye yazıyordu. Görülüyor ki tarihçi olmadığını söyleyen Yalçın Küçük için tarihin bir iki yıllık kronolojik oynaması da önemli değil. MEME’de de değil. Politikacılar da, kendilerinin menkul kıymetleriyle bu medyaya ve bu medyatik tarihçilere tutsak ise, korkmayın hiç bir şey değişmez.
Karşılaştırmalı tarih yok-sa, ecdad diye mafyatik tarzda örgütlenmiş Eflatunî devletlüler var-sa; meczup ve melez bir Saray ve üretim tarzı var-sa, umutlanmayın, hiç bir şey değişmez.
İşte bu yazı bunun için tekrar yazıldı. Değişmeyenin değişmediğinin gözlenmesi rahatlığı ve huzuruyla. Medet ummayın.
Hatırlayacaksınız, bundan bir kaç ay önce Meclis paşa paşa toplanıp, Milletvekili Hakan Şükürt’ün oturuma katılmaması üzerine tutturalamayan nisap nedeniyle, referandumluk bir erken seçim yasasını onayladı fakat Cumhurbaşkanı, seçimden bitap düşeceğini varsaydığı halkını bu mezalimden kurtarmak için yasayı veto etti. Seçim mi geçim mi ikilemindeki bu halk hep geçimi yeğlemiştir. Değişmez. Meclis de kendi iradesini sürekli hiçe sayar. Bu kez de saydı, işin üstüne yattı. Değitirdiğini değiştiremedi. Oysa, demokrasinin temel ilkesi geçim için seçim olduğundan seçim için seçim öyle her zaman demokrasi tarihinde karşılaşılabilecek bir olay değildi. Meclis madem ki demokrasinin alâmeti farikasıydı, direnmeliydi. Bu mümtaz durumda eğlenmeyi fena kaçırdık. Allah’tan daha sonra, veled-i zina ile ecdad-ı Âli mihverinde “Muhteşem” tartışmaları başladı da, epey eğlenebileceğimiz bir döneme hemen yine kavuştuk. Değişmedi.
I.Süleyman devri önemli bir devirdir. Öyle Ahmet Altan’la İlber Ortaylı ile ve Bardakçı ile geçiştirilebilecek bir devir değil. Armağan’lar falan da yetmez. Mısıroğlu? Ehhh! Bazısı, “tarih-lengler”, Yıldırım Beyazid derler (Tkly: 4) çok önemli bulurlar bu fetreti figan dönemini. Çoğukes (kez değil, herkes’in çoğu) İstanbul ile Hilafet’in alınması zanneder ama Kıbrıs’ın alınması tek başına ve başlı başına son beş yüzyılımızı belirlemiş bir olaydır. “1569 Haziran ayında İskenderiye yakınlarında Nil teknelerinin yolunu kesen Venedik korsanlarının Müslümanları esir alıp Kıbrıs’ta satmaları olayına çok hiddetlenen II. Selim, derhâl Venedik’e bir elçi göndererek Kıbrıs’ın terkini istedi. Bu isteğin Venedik tarafından reddi üzerine sefer hazırlıklarına başlandı.” Komik değil mi? I. Süleyman, 1566’da öldürüldü. Öldürülmedi mi? Zigetvar’dan bir gün önce yatağında nasıl ölür bir padişah? 72 yaşındaydı. Kıbrıs’ın alınma hazırlığı Yahudi Moreno Yusuf Nasi tarafından bitirilmişti bile. Üç padişaha 14 yıl başvezirlik yapan Ortodoks Sokollu karşı çıkıyordu. Hiç bir şey değişmedi. Lala Mustafa ise hızlıydı. Lefkoşe’de Camisi vardır. Bu muhteşem devir (I. Süleyman, II. Selim ve III. Murat) aynı zamanda muhteşem bir çöküş hikâyesidir. Kitaplarımda ipuçları mevcut. (Bkz: Kıbrıs’ı Verelim, Musul’u Alalım; Atlantis’in Dili Türkçe) Adlarının bilinmediği tam on dokuz çoçuğu vardı Bektaşi Muhibbi I. Süleyman’ın. Çocukluk çağını atlayan dördü Osmanlı kementkeşleri tarafından boğularak öldürüldü. Ya zehirlenirler, ya da boğulurlar. Edhem Eldem’in yazısı ibretliktir (Tkly: 5). Tek idam edilen Genç Osman’dır. Hiç kan akmazdı. Dördü kızdı, kurtuldular. Yanlış yapmayayım, Mehmet’lerden biri üç yaşında boğduruldu. En fazla oğul ve kardeş katli yaşanan muhteşem bir dönemdir. Hâlâ “muhteşemdi” deniyor; değişmedi. At üstünde ondokuz çocuk!
Peki II. Süleyman’ı bilen var mı? En güzel devridir Osmanlı’nın. 39 yıl kafes hayatı yaşadı. Çocuğu olmadı derler, kafeste olmaz derler, olmuştur da, gizlemiştir. Siz gizlemez miydiniz? Bu şehzadeler hangi suçları yüzünden öldürülürler? Dört yıl padişahlık yaptı. Çok entelektüeldi. Öldürtüldü herhalde. Zehirlendi mi? Son iki yıl hasta padişahtı. Muhteşem yüzyılda verilen Belgrad’ı geri aldı. Rüşvete ve sefahate düşmandı. Dindardı. Bilen var mı? Değişmiyor.
Bu yazıyı ikinci kez yazarken Sarp Kuray’ın I. Süleyman’ın dönemini de konu alan yazısının adilmedya.com’da yayınlanması (1) olaya açılım kattı. Kuray’ın yazısının zamanı şimdi gelmiş demek ki, keşke 1960’larda yazılabilseydi. Üstelik Kıvılcımlı da hayattaydı. Yazının ana fikri yerinde ama köken tarihçiliği açısından zaafiyetleri var. Osmanlı’nın kuruluşu ve Anadolu’daki Türk/çe ile ilgili 1071 başlangıçlı Avrupamerkezli (Cahen, Vambery, ilh.) tarih aşılmış durumda. Hiç kimse merak etmiyor, Avrupa 1300’lerde (Marko Polo sonrası) Anadolu’ya Türkiye demeye başladığında, neden Türkoman, Türkmen diye bir ad yok Anadolu’da ama Türkçe denilen dil var? “Men”, “man” eki ne demek? (Osman Karatay’ın Bey ile Büyücü’sünde “mag” deşiliyor ama “man” pek yok.) 8. yy’da Oğuzlar’ın bugünkü Türkmenistan’ı feth etmelerinin hikâyesi doğru mu? 18. yy’ın ikinci yarısına kadar Osmanlı (Ogman/lı- yine bir “man” eki!) neden kendine Türk demiyor? Osmanlı’ya ilk Türk diyen Vambery ve Co/ahen-Khan/Han/Kohen kim? Bugünkü Türkmenistan’a 8. yy’da gittiği söylenen Oğuzlar, neden sonra (hem de 400 yıl sonra) Anadolu’ya geliyorlar? Moğollardan mı kaçıyorlar? Kay ile Kayı aynı mı? (Bkz Velidi Togan ile Fuat Köprülü polemiği) Bu arada Oğuz’sa ilk “gelenler” Anadolu’daki Türklere neden Türkmen deniyor? Anadolu’daki Türkmen kim, Türkmenistan nire? (Avcıoğlu/Divitçioğlu/Hassan) Bu sorulara cevap verilmeden ecdad tarihi yazılmaz, analizi hiç yapılmaz. Her neyse… Değişmiyor.
Bu kadar nesepten sonra “muhteşem” ecdad yazısı yazmalıyken neden yayınlama gereksinimi duydum bu eski yazıyı sorusuna cevabım yok fakat seçim mevsimi yaklaşıyor, Cumhurbaşkanlığı (belki başkanlık), yerel, genel olmak üzere önümüzde en az üç seçim var gibiyken, ecdad yerine seçimi ele almak bana daha yararlı gibi gözüktü diyebilirim. Seçime oldum olası hazırlıklıyız da, hepsinin halkın doğrudan oyu ile ardı ardına yapılması ilk kez olacak. Bu açıdan da önemli bence önümüzdeki yıllar. Bu muhteşem devirde en fazla seçim katli mi yaşayacağız? Sorum bu!Ayrıca (siz bu yazıyı okurken geçmiş zamanda kalacak, sonuç ise şimdiden belli), bir zamanlar ikinci Başbakanlık denilen ama şimdi esamesi bile okunmayan İstanbul Üniversitesi rektörlük seçimleri var: Şu andaki rektör yine aday; onun karşısında muhtelif fraksiyonlarla aynı cepheden üç aday daha yarışacak, mütedeyin kitlenin oyları dörde bölünecek. Bir tane “sol”, bir tane de Parlak gelenekten gelen iki profesör de aday. İlginç bir seçim olacak. Halihazırdaki rektörü Alemdaroğlu ile Parlak tayfasının kahir ekseriyeti de destekleyecek; Abbas Yolcu da dahil. Konsolidasyon mu, yoksa rekonstrüksiyon mu, henüz muamma, ama garip sessizlik pek de hayra alamet değil. [Bu yazıyı üçüncü kez yazarken, seçimi belirleyen seçim belli oldu ve eski rektör yeniden Cumhurbaşkanınca seçildi.]
Şimdi biz esas konumuza dönelim. Siz aşağıdaki yazının uygun cümlelerini lütfen “di”li geçmiş ile okuyun, ama okuyun. Yanısıra dikkat edilecek bir başka husus şu: AKP’nin erken seçim olmayacak deyip durduğu halde aniden bir erken seçim kararı almasının ve işin olumsuz hale gelmesinden sonra hemen vazgeçmesinin amacı aşağıda yazdıklarımdı. Buradan da çıkarabiliriz. AKP bugün Türkiye’de bulunan tüm politik girişimlerden daha fazla strateji biliyor. İstanbul Üniversitesi rektörlük seçimi bu stratejinin en görkemli, affedersiniz en muhteşem göstergesi olacak [oldu]. Lafı uzatmayayım, evet, işte iki kez kazaya uğrayan bu yazımın ilk hali:
Carl Schmitt, “devlet istisna yaratandır” der.
Ülke, Hakan Şükürt nedeniyle seçim için seçim gibi ultra-grotesk, post modern mi modern fakat çok yararlı bu seçime gitmelidir. Yerel seçim zamanı için referandum yapılmalıdır. Karda kışta seçim olmasın diye, karda kışta seçime gidilmelidir. Bu kuyuya düşmüş olan zevatın umudu, “en yüce irade Meclis’in iradesidir, herkes saygı göstermelidir” diyerek her yasaya “geç” diyen Cumhurbaşkanı’na bağlamış görünüyor, oysa devlet bir istisna yarattı ve “hâtâ müstesnâ”dır (Cumhurbaşkanı’nın da veto istisnaları vardır. Bakalım İstanbul Üniversitesi rektörlük adaylarından kimi veto edecek?). Cumhurbaşkanı Meclis’ten “referanduma gidilsin” amir hükmü ile çıkan yasayı veto edemez; devlet organlarının en yükseği olan irade “istisna” yaratır ve istisnanın istisnası olmaz (herhalde Mecellede de vardır bu ilke). Eden kendini de veto etmiş olur, kendi kendini veto etmek tabiikidir, kendi bileceği iştir.
Hakan’ın nerede olduğunu kim bilebilir?
Konumuzun özü bu olduğu halde, benim konum bu öze uygun değil.
Amacım demokrasilerde sık aralıklarla sürekli seçim yapmanın yararlı olup olmadığını araştırmak. Vardığım sonuç şu: Evet yararlıdır ancak elektronik olmamalıdır. Hacklenebilir.
Yararı “nereden anlaşılır” olmanın ötesinde, “kime” diye bir sorunun yanıtlarını gerektirebilir.
Seçim, demokrasi dediğimiz çoğunluk rejiminin (çoğulluk beklentisinin amprik- aritmetik olarak başka türlü ortaya çıkamayacağı için) en temel ögesidir. Russo’nun “evrensel oy” dediği, sözleşmeyi kutsal akitten, toplumsal anlaşmaya çeviren şeydir, seçim. (Erkeklere şartsız evrensel oy hakkı, 1792’de Fransa’da gerçekleşmiştir. Erkeklere şartlı oy hakkı vergi vermek koşulu ile İngiltere’de de vardı. Kadınlara seçme hakkını ilk kez 1893 tarihinde Yeni Zelanda verdi, ancak bu ülkede kadınlara seçilme hakkının verilmesi 1919 yılını bulmuştur. Kadınlara, hem seçme hem de seçilme hakkını birlikte tanıyan ilk ülke ise, 1906 yılında Finlandiya olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk kez 1930 yılında kadınların belediye seçimlerine katılmaları sağlandı, ancak kadınlar gerçek anlamda seçme ve seçilme haklarına 5 aralık 1934 yılında anayasada yapılan değişiklikle kavuştular. Türkiye, 1934 yılında yaptığı yasal düzenlemeyle, birçok Avrupa ülkesinden çok daha önce kadınlara tam ve şartsız seçme-seçilme hakkı veren dünyada ikinci ülke oldu.)
Seçim, kadim, her daim demokrasiyle özdeşleşir. Eski Yunan’da da, Aydınlanma’nın ortasında da bu böyledir. Bu nedenle seçim demokrasilerin en yararlı düzeneklerinden biridir. Ancak Eski Yunan’da seçim, oy ile değil, lotarya ile yapılıyordu. İstatistik olasılığın (randomness) siyasette ilk uygulamalrından biriydi. Öyle ya, herkesin adını yazdığınız taşları bir zeytin selesinin içine atıp, karıştırıp çekerseniz, o toplumu temsil eden bir örneklem seçmiş olursunuz.
Lotarya mı, oy mu? Özgür iradeli olanı mı? Yoksa vesayetlisi mi? Seçimin hangisinin iyi olduğunu seçmek zor. Geçim için olanı mı, seçim için olanı mı, daha da zor.
Peki, varsa yararı seçim için seçimin kimedir?
İlkönce, kamuoyu araştırmacıları denen seçim tahmini yapanlara yarar; onların yapamayacağı bir şeyi gerçekleştirerek, tam sayımla, artık tahmin değil bir sonraki seçimin sonucunu belirtir. Akıllı seçim araştırmacısı, önümüzdeki referandumda exit-poll (sandık çıkışı araştırması) yapıp, iki soruyu da sordu mu, “live” bir araştırma yapmış olur. “Referandumda ‘Evet’ mi, ‘Hayır’ mı” dediniz?” “Bir sonraki seçimde hangi partiye oy vereceksiniz?” Bu iki soru, gelecek seçimi nokta düzeyinde bulur, exit-poll’ün örneklemi doğru seçilmişse, artık başka araştırmaya da gerek kalmaz. İsraf önlenir. Tabii bir başka israfla. İsrafın israfı olur (Mecelle’ye değil, ekonomi kitaplarına bkz). Bu, şu da demektir: Demokrasilerde her yıl bir iki referandum yapılmalıdır. Seçim araştırmacılarının çok yararınadır.
İkinci yarar ise, politik partileredir, kendilerini tazelemelerine yarar ama bizde her dem taze olanı, her zaman seçmendir. Bir zerzevat gibi seçmenin tazelenip tazelenmediği, turfandalığı ve çürümüşlüğü seçimde ortaya çıkar.
Üçüncü yararı ise, uluslararası merkezî merkezleredir, konumlanmaları ve konuşlanmaları için. Boşuna istihbarat toplamaktan kurtulurlar veya topladıkları istihbaratların sonuçlarını görürler.
Dördüncü olarak her seçimin gününe göre sonucunun göstergelediği bir yan yararı vardır. Bu referandumda günümüzün sorunu olan “savaş naraları” da oylanmış olacaktır. Eğer hükümet kazanırsa, ki bu ultra grotesk durumda nasıl kazanacaktır, seçmen yasaya “evet” dese, hükümet kazanacak mıdır, çünkü bugün, “Cumhurbaşkanı veto etse de, yasayı rafa kaldırsak, yüzümüze gözümüze bulaştırdık” demektedir. Eğer seçmen yasaya “hayır” derse, ne olacaktır, çünkü bu yasadan hükümet [o] gün itibariyle artık vaz geçmiştir; “veto yersek, yasayı rafa kaldıracağız” demektedir. Her durumda rafa kaldırılacak bir yasa oylanacaktır. Seçim buna denir.
Vardır demokrasinin cilveleri ama bugün olduğu kadarıyla hiç yaşanmamıştır, der misiniz bilemem ama ben, “Hakan nerededir, bilen var mı?” derim. Liberoydu ama bu kadar da libero olunmaz ki de diyebilirsiniz. Ben demem. Libero olan yoktur, libero “oynayan” vardır.
Seçimde harcanan o kadar para, zaman, masraf peki ne olacak diye, borçlana borçlana yiğit kamçısına duyarlı ve alışık vatandaşlarımız da sorabilir. Onlara da, masrafını demokrasiyi keşfedenler düşünsün demek, ne kadar demokratiktir?
Carl Schmitt, “parlamenter demokrasinin krizi” (1923) derken herhalde içinde bulunduğumuz seçim için seçimler durumunu kast ediyordu. Ama bugünleri göremedi. Hissetmesi bile günümüzü aydınlatıyor. Bizim medyatör MEME kuramcılar hissediyor mu? Hakan’ı saklayanlar bilir. Beceriksizlik ve beceri burada: Oy alacağım diye vasi tayin etmek. [Üniversitelerde rektör seçimleri de seçim için seçim, Cumhurbaşkanı seçsin diye seçiliyorlar.]
Velhasıl seçim için seçim, geçim için seçimden daha mı önemlidir sorusunun cevabını size bırakarak, şu seçimlere baktıkça şu sonuca varmış durumdayım.
Carl Schmitt yanılıyor: Parlamenter demokrasinin krizi değil içinde yaşadığımız; krizin parlamenter demokrasisi.