Bir hafta kadar önce, Twitter isimli sanal paylaşım ağında hakşinas dostlarla bir araya gelerek bir eylem başlattık. “Sarı Eylem” adını verdiğimiz eylemin çıkış noktası ise, İzmir Belediyesi’nin başlattığı ancak AKP’nin başlamadan sonlandırdığı “35 Sarışın Kadın” kampanyasıydı.
Her ne kadar kampanya hedefine ulaşmış bir çalışma olmasa da, kampanyayı hazırlayanlar; amaçları ve programları ile ilgili olarak medyayı bilgilendirecek kadar projelerinin taslaklarını çizmişlerdi. Bu proje muhafazakar zihnin inkar etmekle yetindiği, zahire indirgenmiş kompleksli kadın algısıyla ilgili,güzel bir delil olarak orta yerde duruyordu.
Acziyetin ve dışlanmışlığın çorak topraklara çevirdiği ruhumuza bir yıldırım düşmüştü. Göğsümüzü yaran bir kalp gürültüsü ve sağnak sağnak iç dünyalara akıtılan göz yaşları…
Madem ki sarışınların itibarı başörtülüleri ışık hızıyla sollamıştı, o halde bütün marifet sarışınlıkta olmalıydı. Ve sarılarla doladık başlarımızı… Bir site kurduk, bir manifesto döşendik. “Sarı Eylem Nedir?” sorusuna kısa ve net cümlelerle, şıklar halinde, kalın ve italik cevaplar verdik. Sonra Twitter sahilinden attık şişemizi sanal okyanusun enginlerine…
Şişe önce Mutlu Tönbekici’nin eline geçti. Mutlu hanımın sorularla çerçevelenmiş, teşviklerle süslenmiş, gücümüzü ve kendimize güvenimizi artıran mesajlarından sonra şişenin Yunan sahillerine vurduğunu öğrendik. İlk röportajımızı bir Yunan gazetesine vermiş olmanın hüznüne karışmış haklı bir gururla Türk medyasının mevta-i sukutuna makul gerekçeler aramaya çalıştık. Bulamadık. Ama yılgınlığa kapılmadık. Derin bir nefesle ciğerlerimize oksijen, beynimize taze hava pompaladıktan sonra yolumuza devam ettik.
Eylem yayıldıkça gelen tepkilerin manifestolardaki belli başlı satırlarda toplandığını ve zihinlere asılan bazı soru işaretlerinin, insanları eyleme karşı mesafeli yaklaşmaya sevkettiğini farkettik. Bunlardan biri “sarışınlar” vurgusuydu.
“Sarışınları” bir tarafa ayırarak kadınlar arasında ayrım yaptığımızı ve böylece başlattığımız mücadelede kendimizle çelişkiye düştüğümüzü söylüyorlardı. Eleştiri getirenler; Sarı Eylem’in haddizatında feminist bir faaliyet olmadığını ve bizzat manifestosunda altını çizdiğimiz gibi “tüm kadınları değil, sadece mağdur kadınları” savunan bir oluşum olduğunu gözden kaçırıyorlardı. Belki de feminizmin düştüğü iki çıkmazdan birini bu vesileyle dile getirme imkanına da kavuşuyorduk;
Hiçbir feminist yapılanmada, eylemde veya inisiyatifte başörtülü mağdurlar ele alınmıyordu. Feminizm, seküler ve gayet hali vakti yerinde kadınların dilinde banal ve samimiyetten yoksun bir ideolojiye evrilmişti. Entelektüel derinliğini de kaybettiği için itibar görmüyordu. Örneğin; bu hanımlar, ailesi başörtüsünü dayattığı için okula gidemeyen küçük kızın -ne pahasına olursa olsun- eğitim hakkını savunmak ve korumak yerine, aileyi eleştirmeyi, yasağı savunmayı tercih ediyorlardı.
2) Feminizm; genellikle asrın belli başlı güç enstrümanlarını, yani parayı ve kariyeri elinde bulunduran hanımların ilgi gösterdiği bir dünya görüşü olduğu için, istisnasız tüm kadınların sözde gasbedilen haklarını savunmayı ilke ediniyordu. Esasında yasaklardan rant sağlayanların tamamı erkek değildi, onların arasında pragmatist kadınlar da vardı ve güçlünün yanında durarak malzeme oluyorlardı. Bu kadınları, yanı “sarışınları” savunmak, gerçek mağdur kadınların durumunu daha da çıkmaza sokmak demek değil miydi?
Sarı Eylem’e getirilen eleştirilerden bir diğeri ise “Neo-Osmanlıcılık”, yani “saraylı kadınlar” söylemiydi. İktidardaki siyasi parti gibi muhafazakar yapılanmaya sahip güç odaklarının, kadınlarla ilgili icraat ve tasarruflarının tamamında açık seçik görülen Neo-Osmanlıcı çizgiye getirdiğimiz eleştiri,Osmanlı düşmanlığı gibi algılanıyor ve yadırganıyordu.
Gerçek şu ki, ülkemizdeki sağlıksız ve sübjektif tarih bilinci, toplumdaki derin kamplaşmanın en önde gelen nedenlerinden biri. Laik muhafazakar camia inkılap tarihini kutsarken, müslüman muhafazakar camia ise Osmanlı’ya kayıtsız şartsız sadakat talep eder. Oysa ne cumhuriyet tarihinde yapılan devrimlerin tamamı hatadan ve noksanlıktan beridir ne de Osmanlı padişahları günahtan, kirden münezzeh birer nebidir. Kafamızdaki bu tunçtan heykelleri devirdikten sonra sorulması gereken soru şu olmalı;
Yarını inşa ederken tarihi vasıflarımızdan ne ölçüde faydalanabilir, maziden gelen temayüllerimize dayanarak nasıl bir istikbal inşa edebiliriz?
Osmanlı Devleti, Orta Asya’dan getirdiği; bir başbuğu önder ve rehber edinmek, cesur olmak, göçebe medeniyetlerin müşterek vasfı olan “asabiyet”e sadık kalmak gibi seciyeleri, İslamiyet’le harmanlayarak mesut bir terkib meydana getirmeyi başarmış. Osmanlı bu yeni medeniyeti kurarken kendi kendini de yeniden inşa etmiş.
Türk insanı; İslam’dan önce sahip olup İslam’dan sonra da korumaya devam ettiği fedakarlık ve devletle birleşme gibi hasletlerini tanzimata kadar korumuş. Aynı çağlarda Avrupa’da; patrisyenler, plepler, köleler, feodal beyler, toprak köleleri, burjuvazi, proletarya gibi sınıflar hüküm sürerken Osmanlı’da sınıf yoktu. Para tahakküm vasıtasından ziyade, hizmet vesilesiydi. Batı’da köleler feodal beylerden ancak maddi güce kavuşunca özgürlüğünü satın alabilirken, yani “iktisat” ezilen sınıfların kurtuluşu sayılırken, Osmanlı’da bunlara rastlanmaz. Osmanlı; farklı düşüneni ve inananı korur, fethettiği ülkeleri imar ve ihya eder, adaleti bütün müesseselerinin belkemiği sayardı. Türk insanı mazisinde kapitalizmin yamyamlığına iltifat etmeyen bir medeniyet inşa etmeyi başarmıştı. Bu içtimai nizam bütün sosyalist ütopyaları aşan bir cennetti. Buradan baktığımız zaman “Türk mizacı”yla kapitalizmin asla uyuşmadığını görürüz.
Bu medeniyetin yıkılma sürecine baktığımız zaman ise eski Türkler’den miras alınan; kadına değer, tek eşlilik geleneği, mütevazilik gibi karakteristik özelliklerin ve prensiplerin unutulduğunu görürüz. Belki çok klasik gelecek ama harem entrikalarının, padişahların zafer sarhoşluğu ile gösterişe kapılmalarının ve beşeri hırslara yenik düşmelerinin Osmanlı’nın sonunu hazırlayan etkenler arasında olduğu da bir gerçektir. Yıkılma devrinde Osmanlı; Avrupa’dan geniş ölçüde etkilenmiş, yozlaşmış, mayasına ters kaotik bir kültür içinde çırpınan yaralı bir aslanı hatırlatır.
Bu itibarla Türk insanının istikbalini inşa ederken, tarihi mirasını göz önüne alması gerekirse; kuracağı cemiyet, mutlaka kapitalizmden uzak, sosyalizme yakın ve daha kadın dostu bir cemiyet olmalıdır. Türk insanının anaerkil yapısı, ataerkil ve kapitalist Avrupa’nın doktrinlerine boyun eğmez. Neo-Osmanlıcı zihniyet derken de bu doktrinleri kasdediyor ve Osmanlı’yı diriltmeyi tahayyül eden muhafazakar aklı uyarmaya çalışıyoruz. Eşleri vasıtasıyla Türk kadınına “saraylı kadını” prototip olarak sunan, üniversite yasağını kaldırmaya yanaşırken kamusal alan yasağının kalkması için hiç de hevesli olmayan, yani kadınlara “üniversiteyi bitirip evinizde oturun” mesajı veren liderlerin asıl maksatlarını ifşa etmeye çalışıyoruz. Harem kültürünün Türk insanının karakterine ters düştüğünü ve yeni bir Osmanlı kurgusunun Türkiye’yi yeni felaketlere sürükleyeceğini bu liderlere bildirmek, Türkiye hakkında kafa yoran her entelektüelin vazifesidir.
Sarı Eylem manifestosuna getirilen üçüncü tenkide, yani “Anadolu Kadını” vurgusuna da aynı cepheden bakmak durumundayız. Türkiye tarihi, Osmanlı’dan müteşekkil değildir. Osmanlı’dan önce Anadolu topraklarında hüküm süren uygarlıklardan devr alınan ve hala Anadolu’nun bağrında gizli saklı yaşatılan son derece şümullü bir miras söz konusudur. Anadolu’da, ataerkil Avrupa’nın bütün tahakkümlerine ve tahrifatlarına rağmen kadın sosyal hayatın içindedir ve kendi ayakları üzerinde durur. Erkeğiyle yanyana yürümeye, evini gerektiğinde tek başına çekip çevirmeye alışkın Anadolu kadınının yatırıldığı asırlık uykudan uyanması an meselesidir. Savaşta cepheye silah taşıyan, yaraları saran; barışta tarlada çift süren, buğday öğüten Anadolu kadını, Türkiye nüfusunun yarısını oluşturuyor. Bu kadınların modern hayattaki mekanlarının ev olduğunu ileri sürmek gaflet değilse cehalettir ve bu dayatmanın sonu doğal bir felakettir. Neo-Osmanlıcı muhafazakar zihniyetin artık farketmesi, dikkate alması zaruri olan en mühim realitelerden biri Anadolu kadının mücadeleci ve asil ruhudur.
Boşanma olaylarını azaltmak gibi basit icraatlarda dahi kadını gözden çıkaran ve finansal bağımsızlığını güçleştirerek erkeğine mahkum eden, “kadın para kazanırsa, boşanmalar artar!” cümlesini rahatlıkla kurabilen ilkel anlayışın miadı dolmuştur. “En az üç çocuk doğurun” telkininin arka planını nüfus planlamalarıyla ilgili istatistiki verilerle doldurmak, buna mukabil analığın toplumsal itibarını ve cazibesini artıracak icraatlarda bulunmamak samimiyetsizliktir.
Anadolu kadını zekidir, güçlüdür ve son derece dominanttır. İtaat etmesi gerekeni de, isyan etmesi gerekenleri de çok iyi bilir. Delil için Sarı Eylem’e bakmak kafidir.