Bugün sizlere Fergun Özelli‘nin ”Sarhoş Kapı” isimli kitabını tanıtmak istiyorum. Kendisini daha çok şiirleriyle tanıyoruz. Ödül alan ve bestelenen şiirleri var. Sarhoş Kapı adlı kitabı şiir tadında kısa öykülerden oluşuyor; her bir öykü yaşamımızdan bir sahne. Öyküler kısa ama hafızlarımızda iz bırakacak kadar derin ve sarsıcı. Son yıllarda yaşadığımız olaylara siyasi göndermeler yaparak iktidara karşı gelirken, bireysel ve küçük iktidarları da göz ardı etmiyor. Dolayısıyla öykülerinde aşk, devrim, tesadüf, şarkı, barış ve daha nice konu mevcut.
Fergun Özelli kendisine yetmesini, kendisinden artanları da başkalarıyla paylaşmasını ister ve bunu yaşayarak uygularken, bizde yazarımızla yaptığımız röportajımızı sizlerle paylaşıyoruz.
- Merhaba Fergun Bey, nasılsınız?
Bireysel olarak, “İyiyim.” desem de, şiiri ve sanatın hemen hemen her dalını (dolayısıyla sevgi, vicdan, merhamet ve paylaşmayı, kendisini “öteki”nin yerine koyabilmeyi; yani duygudaşlığı) hoyratça bünyesinden kovan bir dünya ve ülkede yaşamak nasılsa, öyleyim işte. Tıpkı, insanlığın yok ettiği, ormanlar, akarsular, tarım alanları ve doğadaki tüm diğer canlılar gibi.
- Sizin tabirinizle kısa/kıpkısa öyküler yazmaya nasıl başladınız?
Öykü, edebiyat dalları içinde oldukça sevdiğim ve okuduğum bir türdü her zaman; ondan kopmam da mümkün değildi. Hele hele, Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Memduh Şevket Esendal, Haldun Taner, Orhan Hançerlioğlu, Halikarnas Balıkçısı, Necati Cumalı, Oktay Akbal, Füruzan, Oğuz Atay, Selim İleri, Mustafa Kutlu, Ferit Edgü, Necati Tosuner’i okuduktan sonra… Hele hele, Anton Çehov, Edgar Allan Poe, Istvan Örkêny, Eduardo Galeano, Franz Kafka, Philip K. Dick, Stanislaw Lem, Ray Bradbury, Isaac Asimov, Robert A. Heinlein, Julio Cortazar gibi ustaların yazdıklarını okuduktan sonra… İtiraf etmeliyim, daha önceleri, el yazısı ile yazıp bir kenarda unuttuğum karalamalarım da olmuş, ama şiir, hep ağır basmıştı hayatımda. Ta ki, şair Metin Eloğlu’nun 2009 yılında Yapı Kredi Yayınları’nda yayımlanan İstanbullu isimli öykü kitabını okuyana kadar. İstanbullu’yu bir solukta okuyup bitirmiş, oldukça kıskanmış ve “Ben de yazmalıyım.” demiştim kendi kendime. O gün düşünüp de düşlediğimi, yaklaşık beş, altı yıllık zorlu bir çalışma sonrası, Can Yayınları tarafından 2015 Eylül ayında yayınlanan Sarhoş Kapı isimli öykü kitabımla gerçekleştirdim işte. Önceleri “Bu kitaptan sonra başka öyküler yazamam.” diyordum kendi kendime ve bu dediğime inanıyordum da. Ama düşündüğüm gibi olmadı, kısa ve kıpkısa öyküler kendilerini yazdırmak için hâlâ zorlayıp duruyorlar beni, hem de yeni şiirlerle birlikte; üstelik başarıyorlar da; bu da benim için başka bir mutluluk kaynağı.
- Öyküleriniz gerçek olaylardan mı oluşmakta? Yoksa tamamen sanal ve hayal ürünü mü?
Aslında, “Yazar” denilen kişi, sürekli bir gözlemci ve bir veri toplayıcısı bence. Üstelik elinde olmadan yapıyor bunu; içgüdüsel de diyebiliriz. Gözlem ve veri toplama alanları da, kendisi, çevresi, içinde yaşadığı toplum, onu çevreleyen doğa, bütün bir dünya, sonsuz gibi gözüken evren ve elbette kitaplar, resimler, heykeller, filmler, arkeoloji ve bilimin her dalı. Bu toplanan veriler de, kültür, estetik, dil, biçim ve düşünceden oluşan yepyeni ve onun olan bir hamurla birlikte karılıyor onun içinde. Karılan bu hamur da, yazarın kendisiyle ve toplumuyla yüzleşmesini, kendisini ve toplumunu, yüzlerce, binlerce kez yıkıp yeniden yaratmasını, geçmişi yeniden düşünüp geleceği düşlemesini sağlıyor. Bunun için de klasik gerçekçiliğin, yeni gerçekçiliğin, varoluşçuluğun, gerçeküstücülüğün, fantastik ve bilim-kurgunun anlatım olanaklarından yararlanılıyor. Önceleri, “Neyim?”, “Neden varım?”, “Ne işim var burada?”, “Bu sürekli yaşanan monotonlukta ne yapıyorum?” sorularını sadece kendisine sorup kendisi için yazsa da, sonraları, içtenlikle, “Buradayım! Haydi, gör beni!” diye sesleniyor okura “yazar”, kendi dili ve kendi biçimiyle; yaşadığını, düşündüğünü, düşlediğini paylaşmak istiyor. Yarattığı metinler, okur için durup düşünmeyi, zaman zaman geri dönüşler yapmayı, onun önünde hiç düşünmediği yepyeni kapılar açmayı, şaşırtmayı, çevresini, gözlerini, beynini saran kalın mı kalın örtüleri yırtmayı ve metne yepyeni yorumlar katmayı gereksindiren, onu içine alan derinlikler getiriyorsa da mutlu oluyor. Üstelik seslendiği, iletişim kurmaya çalıştığı okur da “Buradayım! Yanındayım!” derse, daha da mutlu, daha da kalabalık.
Evet, bu uzun açıklayıcı girişten sonra, sorunuza yanıt olarak diyebilirim ki özetle, neyin gerçek, neyin sahte olduğunu güçlükle anlayabildiğimiz (hatta çoğu zaman anlayamayıp sürekli kandırıldığımız) bir dünyada, birey olarak da, çok ama çok kısa zaman dilimlerinde yaşıyoruz. İşte böyle bir dünyada da, bir yazar olarak, sadece ve sadece, gerçeğin yalanını söylüyorum; o kadar. Paylaşabilirsem ne mutlu bana.
- Mesela öyküleriniz hayatınızdan bir takım kesitler barındırıyor mu? Hiç olayların öznesi oldunuz mu?
Öykü, bir yazarın hayatından kesitler barındırabilir, bu mümkündür; ama bütünüyle onun hayatını asla kapsamaz; öyle olursa da yazılan şey, öykü değil “yaşamöyküsü” olur. Bu da bir yazar için en kötü, en istenmeyen şeydir. Çünkü o, yeni kurgular, yeni biçimler, yeni karakterler, yeni algılar, yeni yıkımlar, yeni düşler, yeni trajediler yaratmaya uğraşmaktadır yazın cehenneminde.
Ancak, öyküdeki anlatım dili birinci tekil şahıs üzerinden gerçekleşiyorsa ne yazık ki böyle bir algılamanın olması, anlatılan ya da hissettirilen her şeyin “yazar”ın hayatından bir kesiti barındırdığı gibi yanlış bir düşünceye saplanılması da sıkça yaşanan bir gerçek okur açısından.
Bu anlamda, Sarhoş Kapı’daki öykülerin çok ama çok azının hayatımdan kesitler barındırdığı ve beni özneleştirdiği söylenebilir; ama dediğim gibi ne o kesitler ne de özneleştiğim öyküler, benim hayatımdan ve benden hiçbir iz taşımazlar aslında; çünkü onlar, gerçeğin yalanı olmuş başka varlıklardır artık.
- İroni yaparak eleştiri yapıyor ve bunu hikâyeleştiriyorsunuz, özellikle kimlere gönderme yapıyorsunuz hikâyelerinizde?
Bizler ve her şey, “yaşamak” deyip geçtiğimiz, “ömür” diye de (istemeden de olsa) sınırlanıp sınırladığımız bir süreç içinde, üretilmiş ya da ürettiğimiz madde ve mekânları, yaratılmış ya da yarattığımız canlı / cansızları, kendimiz ve başkalarını, bazen neşe, bazen hayret, bazen de öfkeyle görüp tozu dumana katarak, durmadan koşuyoruz hedefe; hedef neyse, neresiyse, işte ona… Sonra da yaşamış ve yaşayan herkesin, oldukça büyük bir yüzdeyle, hiç sorgulamadan yinelediği bu eylemi, “hayat” diye tanımlıyoruz. İşte anlatmaya çalıştığım bu “hayat” kavramının tam da ortalık yerinde, hatta her tarafında, ismine “hız” denilmiş oldukça önemli bir kavram var. Ve bu “hız” kavramı, dünyayı sarıp sarmalamış, sarıp sarmalama araçlarını da birbirine sıkıca kilitleyerek dünyayı işgal etmiş “kapitalist uygarlığın” olmazsa olmazı… Çünkü hız artmadan kazanç artmıyor, gönüllü ya da gönülsüz kölelerin emir alması alabildiğine güçleşiyor. İşte bu bilgi de kapitalistler, politikleşip yobazlaşmış dini çevreler ve yönetme tutkusuna aşkla sarılmış totaliter askeri sınıflarca, uzun yıllar, farklı sınırlar içinde, farklı bayraklar, farklı inanç ve ideolojiler altında, sınana denene, çok iyi anlaşılıp içselleştirilmiş.
“Hız”, hayatımızın asla terk edemeyeceğimiz bir parçası artık; bu kesin. Ama tam da burada şu gerçekliği unutmamak gerekiyor: hızla döndürülen nesnelerde ve hızlanma gücü oldukça yükseltilmiş ulaşım araçlarında (şoför/kaptan ve hatta yolcular için) “hız” ne kadar arttırılırsa, tüm görüntü ve gerçeklikler de o oranda eriyip yok olur. İşte bu eriyip yok olma da tekleşme, şeyleşme, hiçleşme ve renksizleşmeyi taşıyıp getirir beraberinde; bir çeşit askerileşmedir de bu. Ya da daha ayrıntılı biçimde söylersem, kişinin, sürekli korku, panik ve güvensizlik ortamında olduğunu kendi içinde içselleştirmesi, kendisine olan güvenini tümden yitirmesi, başkaları tarafından (yani, her şeyi bilen, kutsal ve erişilmez yöneticilerce) yönlendirilmeye alışması ve emir almadan, değil olduğu yerden bir başka yere adım atma, parmağını bile oynatamaması durumudur.
O zaman da, bu tekleşen, hiçleşen, şeyleşen ve renksizleşeni belki de bilinmeyene dönüşeni arayıp bulmak, yakından görüp tanıyıp bilmek için, büyüteç, dürbün, teleskop, mikroskop, ultrasonografi, MR (emar) ya da Pozitron Emisyon Tomogrofisi (PET/BT-CT) gibi nükleer tıp araçlarına ihtiyaç duyulur. Onlarla da artık görünmez olan ya da olanların hem yüzeysel hem de ayrıntılı fotoğraflarına ulaşılır ve böylelikle de “görmek/görebilmek” gerçekleşir. Ulaşılan fotoğraflarla önümüze gelen “şey”ler, gerçekliğin tutuklanmış “an”larıdır. Bu “an”lardan patolojik raporlara geçilir yavaşça. Patoloji raporlarının da biyoloji, fizik, kimya, matematik, astronomi, arkeoloji, sosyoloji, psikoloji vb. yorumlamalarına açılan daha geniş kapılar olacağı kesindir. Kısa ve çok kısa öykü de bence böyle bir şey. Ayrıca, şiirsel bir dille yazılsalar, metin sonlarını okurun yorumuna açık bıraksalar bile bir “kurmaca” olma özelliğinden kopamıyorlar. O yüzden de, Virginia Woolf’dan da şu alıntıyı atlamamak gerek: “Kurmaca’nın kurallarını kimse bilemez. İçgüdülerimize dayanabiliriz sadece. Her yol mubahtır ve yine her yol ifade etmek istediğimizi ifade eder. Bunu unutmayın, daima dürüst olun, sonuç hayret verici olacaktır.”
Sanırım, yukarıda yaptığım açıklamalar sorunuza bir yanıt olur. Ama beni biraz daha tanımanız açısından şunları da söyleyebilirim.
Fergun Özelli, her insanın, öncelikle hiç kimse önünde eğilmemesini, hiç kimseyi önünde eğdirmemesini; kendisine yetmesini, kendisinden artanları da başkalarıyla paylaşmasını ister. Bu yüzden, hem bireysel hem toplumsal alanda, “iktidar” kavramını hiç sevmediği ve hiç bir zaman da sevmeyeceği kesinlikle doğrudur. Siyaset kavramını ise, bizde ve dünya haritasının büyük bir çoğunluğundaki biçimiyle hiç sevmez; çünkü: sanatın ve bilimin kovulduğu bir siyasettir bu.
Sanatın ve bilimin kovulduğu bir siyaset tarzının oluşturduğu “sistem”ler de, ancak ve ancak, örgütsüz/köle emekçiler ve “nehrin öte yakasına geçmiş” (hırsız-katil-vb.) lümpenler çoğunluğu üretir. “Eylemi linç, vicdanı hiç.” toplumlardır bunlar; değişmez ve tartışılmaz erkek egemen bir dili vardır. Çeşitli “putlar-kavramlar” ve “değişmez kurallar”la “vatandaş” denen kişi ya tek tipleştirilmiş “toplum” içinde “eritilir”, eritilemezse de “saklanmak” zorunda bırakılır, hatta o topraklardan “kaçmak” zorunda bırakılır; elbette, kaçana kadar ortadan kaldırılmazlarsa!
O yüzden, sanata, bilime, vicdana, paylaşmaya, merhamete, sevgiye ve adalete inanan her sanatçı gibi, hem kurumsal hem de kişisel iktidarların olmadığı bir dünyayı özlerim ben de.
- Yaptığınız eleştirilerden ülkenin şimdiki durumundan memnun olmadığınız anlaşılmakta. Mevcut durumun daha iyiye doğru gideceği konusunda ümitli misiniz?
Sadece ülkemin değil, dünyanın durumundan da memnun değilim aslında. “İnsan”dan hiçbir zaman umut kesmem; ama eldeki kanıtlanmış bilimsel veriler, “iktidar” hırsı ve “mülk edinme” hastalıkları, ırkçılık, her anlamda bağnazlık ve tutuculuk, homo sapiens’in barış ve huzurdan çok savaşa, yıkıp yakıp yok etmeye eğilimli olması, varolan “sistem”in kültürsüzleşmeyi ve lümpenleşmeyi özendirip örgütlemesi, gündelik hayattaki “robotlaşma”, hepimizi çok da güzel bir “dünya”nın beklemediğinin sinyallerini zaten veriyor çoktandır. Bakın, en son okuduğum bir makale, Sussex Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma sonucu ile ilgiliydi. Bu araştırmaya göre, dünya üzerinde uçan böceklerin sayısının son yirmi beş yılda yüzde yetmiş beş azaldığı saptanmış. Arılar ve kelebeklerin sayısının da hızla düştüğü bilim dünyasınca zaten biliniyor. Ben buna, sanayi ve radyoaktif atıklarla kirlettiğimiz denizler ve akarsularda yaşayan her türlü canlıyı ve giderek kaybolan kuş türlerini de eklemek istiyorum. Tüm bunlar, bir “ekolojik kıyamet”in kapımızda olduğunu gösteriyor; yani, yeni bir dünya savaşının çıkmasına bile gerek yok. Tüm bunların nedeni de, ormanlık arazileri, tarım alanlarını imara açıp talan etmemiz, yok etmemiz, tarım ilaçları ve küresel ısınma nedeniyle (ki onun da nedeni biziz) gerçekleşen iklim değişikliği. Tüm bu cümlelerden sonra yine de ümitliyim. Yeter ki, şapkamızı önümüze alıp düşünelim ve dünyada yaşayan ve sadece sekiz adet kan çeşidine sahip homo sapiens türü herkesin “insan” olduğunu kabullenerek, dünyamızı, kendimizle birlikte tedavi etmeye başlayalım; çünkü dünyadan başka evimiz ya da vatanımız yok!
- Şair kimliğiniz öykülerinizde de kendini oldukça belli ediyor, okurken öyküleriniz bir solukta bitiveriyor. Öykü yazmaya devam edecek misiniz? Yeni bir çalışmanız var mı?
Yukarıda yanıtladığımı sanıyorum ama yineleyeyim. Evet, öykü yazmayı sürdürüyorum; o beni bırakana kadar da sürecek gibi gözüküyor. Sanırım, bir, iki yıl içinde de ikinci öykü kitabım da yayınlanabilir. Dilerim, Sarhoş Kapı’yı aşan, yepyeni bir dil ve biçime yelken açan da bir kitap olur. Bir yazar da bundan başka ne ister ki…
- Şiir yazmak mı, öykü yazmak mı hangisi ağır basıyor?
Herhangi biri ağır basıyor diyemem. Hem şiir, hem de öykü, ayrı ayrı, müthiş bir serüven benim için; onlar, belli bir süreç (okuma-düşünme-kurgulama) içinde yazdığımda ya da bana kendilerini “pat!” diye zorla yazdırdıklarında (ilham da diyebilirsiniz buna), yalnızlığın tadına vardığım, derin düşünme zamanlarım. Onlarla iç içe, omuz omza yaşamayı çok seviyorum. Zamanları belirsiz ama bazen öykü oluveriyorum, bazen de şiir işte; ikisinden de vazgeçmem olanaksız artık; tıpkı müzik dinlemekten de asla vazgeçemediğim gibi.
- Son olarak okuyucularınıza ne söylemek istersiniz?
Derim ki, öykü, şiir, roman okumaktan ve hatta yazmaya cesaret edip yazmaktan, bunun sonucunda da içlerinden gelen kıpırtılara kulak verip var olan kalıpları kırarak farklı düşünmekten, her kapının bir başka kapıya açıldığını ve her şeyin aslında bir “hiç” olduğunu anlayarak da “birey” olmaktan asla vazgeçmesinler; bir de her tür ve dilde şarkı dinlemekten. Çünkü sanat, tüm dallarıyla insanı, kendisi ve toplumuyla yüzleştirip bir tür tedavi etme görevi gören, kötülüklerden arındırıp iyileştiren ve gerçek anlamda “insan”laştıran, genç ve diri tutan biricik şeydir. Ve elbette, beni de izlemeyi sürdürsünler; hem öykülerim, hem de şiir kitaplarımla. Çünkü o zaman, bir yazar olarak, kuyuya attığım taşın sesini mutlaka hissedip duyacağım; “Birlikteyiz!” diyeceğim kendi kendime. Sevineceğim. Bundan güzel mutluluk olmaz ki.
- Nezaket gösterip söyleşimize katıldığınız için çok teşekkür ederiz. Sevgiyle, şiirle ve hep bizimle kalın.
Ne demek, benim için büyük bir keyifti. Hayatı paylaşmak kadar güzel bir şey yok ki kısacık zamanda. Bakın, küçücük bir öykü kitabından, Sarhoş Kapı’dan yola çıkıp da buluştuk sizinle bugün ve sizin aracılığınızla da hiç tanımadığım, bilmediğim okuyucularla; bundan daha güzel, daha baş döndürücü, daha mutluluk verici ne olabilir ki. Asıl, ben teşekkür ederim size; yaşamak, her şeye rağmen çok güzel, ama hep birlikte. Sağlıkla, sevgiyle, öyküyle, şiirle, şarkıyla kalın siz de…
Adil Medya Röportaj Ayşe Yıldız