Atina Okulu Rafael

Atina Okulu (ya da İtalyanca Scuola di Atene), İtalyan ressam Raffaello Sanzio tarafından 1509-1511 yılları arasında yapılmış fresk. Atina Okulunda ana konu felsefe ve astrolojiyi ilahiyat ile bağdaştırmaktır. Fresk Vatikan’da Stanza della Segnatura’da bulunmaktadır.

Günümüzde “Estetik” deyince burun ameliyatı gibi tıpsal durumlar, saç düzenlemesi ya da göze hoş görünen/görünmeyen giyimkuşam, eşya vb. şeyler aklımıza geliyor. Oysa Estetik’in anlamı çok derinlerde: Eski Yunanca’da “aisthesis” (ilk temel duyum, duyulur algı) sözcüğünden gelen Estetik, geçmişte uzun süre “güzelin bilimi” olarak anlaşılmıştır. Bu bilim, ilk kez Antik Çağ filozoflarının “güzelin ne olduğu” sorusunu araştırmalarıyla başlamış, Batı Felsefesi’nde yüzyıllarca bu soruya yanıt aranmıştır.

 

 

“Güzel olan”ı, “iyi ve doğru” kavramlarıyla birleştiren idealist Antik Çağ Filozofları, “güzellik”i bir “idea”(Platon) olarak tanımlamışlar, matematiksel açıdan (orantı: Aristoteles) belirlemek istemişler, “erdem”le kaynaştırmışlar (Aristoteles),  “güzel=iyi ve doğru” kavramından yola çıkarak, “güzel”i tanrısal olanın nesneler dünyasındaki ışıması (Plotinos) olarak görmüşlerdir. Güzelliği, tanrısal aklın (ideanın, Tanrı’nın) evrende yansıması olarak değerlendiren idealist (metafizik) görüş, tüm ortaçağı etkilemiş ve  Ortaçağ’da dinsel dogmaların buyruğuna giren felsefe, yalnızca Tanrı’nın varlığını kanıtlama çabası içinde mantık ve matematikle uğraştığından “güzel”  de, yüzyıllarca tanrısal bir yaratı (tanrı verisi bir nitelik) olarak kabul edilmiştir.

Gerek Batı gerekse Doğu Felsefelerinde “güzel”, tanrısal niteliğini uzun yıllar korumuş, ancak Batı’da ortaya çıkan Rönesans’la ve bilimsel atılımlarla birlikte insan aklının dogmatik/ inançsal düşüncenin önüne geçmesi, insana özgü bir akılsal etkinlik olan sanatın da “NE OLDUĞU” sorusu üzerinde düşünmenin yolunu açmıştır.

sanat1

Venüs’ün Doğuşu: /Sandro Botticelli.  Ölçüler: 1,72 m x 2,78 m Tür: Tarih resmi Sergilendiği yer: Uffizi Konu: Venüs Oluşturulma dönemi: 1484–1486 Asıl adı Alessandro di Mariano di Vanni Filipepi olan, ama daha çok Sandro Botticelli ya da Il Botticello (“Küçük Fıçı”) lakabıyla bilinen İtalyan ressam (1 Mart 1445 – 17 Mayıs 1510)  https://tr.wikipedia.org/wiki/Sandro_Botticelli

 

Başka türlü denildiğinde; Rönesans’la birlikte felsefe yapmanın artık , en kısasından  “VAROLAN TÜM OLGULAR ÜZERİNDE; TANRININ VARLIĞI DIŞINDA, SALT AKIL YOLUYLA VE HER TÜRLÜ DOGMATİK İNANÇTAN BAĞIMSIZCA DÜŞÜNMEK” olduğu gözönüne alındığında, insana özgü bir yapıp etme türü olan sanatsal yaratılar konusunda da yeni yaklaşımlar ileri sürmenin, filozoflar için kaçınılmaz  olduğunu belirtmemiz gerekir. Bu bağlamda gerçekleştirilen araştırmalar sonucunda da; “Güzelin hakikatle(doğruluk) ilgisi var mıdır?” “Sanat eseri nasıl oluşur?”, “Sanat yapıtını güzel ya da çirkin kılan nedir?”, “Sanatsal anlatım nedir?”, “Sanatsal anlatım, ne çeşitten bilgi aktarır?” türünden sorulara yanıt arayan Sanat Felsefesi doğmuştur. Dolayısıyla sanat ya da felsefe açısından sanat; 18. Yüzyılda metafizikten uzaklaşarak yeni bir yön arayışına girer. Sanatın iyiyi, yani erdemi, buna bağlı olarak ahlaklılığı ifade ettiği görüşü bırakılır; onun yerini her alanda ağırlık kazanan bilimsel dünya görüşüne dayalı, akılcı ve gerçekçi bir tutum alır. Bilimlerdeki atılımlar ve sanayileşmenin getirdiği toplumsal değişimler içinde, ahlaklılığın (erdem/ iyi/ doğru) tartışmalara konu olduğu 18. Yüzyıl Aydınlanma Çağı, “güzel” kavramının da “iyi”den ayırt edildiği dönemdir. İyinin ve erdemin, kişiselliğinin ve toplumsallığının tartışıldığı, yarar kavramıyla ilişkilerinin gündeme getirildiği bu dönemde “güzel”, çeşitli düşünürlerce yeniden ele alınır.

Estetik; bütün felsefe disiplinleri içinde bağımsız bir felsefe dalı olarak ancak 18. Yüzyılda ilk kez Alman düşünürü Baumgarten (1714-1762) tarafından kurulur ve onun “güzel”i; KENDİ BAŞINA  bir değer olarak tanımlamasıyla, bu felsefe dalının temeli atılır. Aydınlanma Çağı’nın büyük filozofu Kant’ın da (1724-1804) “güzel” kavramını “doğru ve iyi” (hakikat) kavramlarından kesin olarak ayırmasıyla estetik yargıların sınırları belirlenebilir.

Bu noktada biraz duralım ve bir parantez açalım: 18. Yüzyıl Avrupasında insan aklı dinsel dogmalardan bağımsızlaşırken ve  bu işi de felsefe ve Batılı filozoflar üstlenmişken, Doğu (İslam) felsefesinde neler olmaktadır? İlkçağ Antik filozoflarını Arapça’ya çeviren, bu çevirilerle de Batılı filozoflara örnek olup  yol gösteren Doğulu (İbni Sina, Farabi vb.) filozoflar dahil, tüm İslam düşünürleri aklı dinin önüne koyup metafiziği aşabilmişler midir? Açıkcası Tanrı’nın varlığını (yok saymadan) bir yana çekip insan aklının yapıp ettikleri üstüne bağımsızca düşünebilmişler midir? İnsanın yeryüzü serüvenini, Tanrı’dan bağımsız olarak değerlendirmeyi denemişler midir? İnsana özgü düşünme yetisinin yaratıları olan Mantık’tan Bilgi’ye,  Ahlak’tan Siyaset’e, Bilim’den Yaratma’ya ilişkin tüm soruların yanıtlarını, Tanrı’dan bağımsız olarak araştırabilirmişler midir? Hayır… Kaldı ki dince yasaklanan sanatların objeleri üzerinde ve sanatla ilgili olarak, metafiziğin dışında nasıl düşünsünler? Bugün bile yeryüzünde ya da uzayda yaşama dair tüm olanbiteni Tanrı’nın varlığına bağlamakla övünen Doğu felsefesi, tüm “oluş”lar gibi sanat üzerinde de düşünmeyi, elbette gereksiz sayacaktır. Sanatı da gereksiz saydığı gibi…

Oysa bilinen gerçek; bugün Batı uygarlığı denilen ne varsa (iyisiyle kötüsüyle), tümüyle Batı Felsefesi’nin Rönesans ve Aydınlanma Dönemi’nde öne çıkardığı “akıl (bağımsız akıl) ve bilimsel düşünme” ile gerçekleştirilmiştir. Tıpkı Tanrısal veri sayılan sanatların yeryüzündeki varoluş serüvenlerinin “kendibaşınalığı” sorgulanmaya başladıktan sonra özgürce atılım yapmaları gibi…  Kanımca sanatın (yaratının) özgürlüğü de buradan gelir.

Sanatın “bağımsızlığı” ve gökyüzünden yeryüzüne inip bakışlarını insanlar arası ilişkilere çevirişi,   ilkin yazıda (edebiyat yapıtları,tiyatro oyunları) ortaya çıkar. Shakespeare’e, Cervantes’in Don Kişot romanına ve Boccaccio’nun Decameron öykülerine, Montaigne’in, Thomas More’un (ki koyu dindardır) denemelerine bu bakışaçısından bakmak gerekir. Klasik Batı müziğinin yaratılarına da… Örneğin operalar, yeryüzünde yaşanan kavgaları, tutkuları, aşkları (aşk artık Tanrısal değildir) anlatırlar. Beethoven’in 9. Senfonisi bu yüzden çok önemlidir: İNSAN’ı “anlattığı” için…Giderek  Aydınlanma Dönemi’nin sonlarına doğru şiirde ve resimde bütün ayrıntılarıyla “İNSAN” ortaya çıkacak, işlenecek ve sergilenecektir. Baudelaire’in şiirinde açan, “insana özgü”  kötülük çiçekleri (Les fleurs du mal) gibi; bütün Rönesans boyu Tanrı-insan ilişkilerini işleyen resimde de, (örneğin Goya, empresyonistler vb.) ve heykelde de (örneğin Rodin) Aydınlanma Dönemi’nde büyük patlamalar olacaktır.

Doğu’da ise  resimde minyatürlerde saklanan ve masallarda hayallere, düşlere bürünen insan ilişkilerinin sorgulanışı, dinsel ağırlık altında ezilecek, tıkanacak, kısırlaşacak ve tanrısal düşüncenin bile insana özgü olduğunu, “Enel Hak” diye haykıran Hallac-ı Mansur (ve başkaları) öldürülecektir. Çünkü din; insanın tanrıdan bağımsız düşünmesini yasaklar.

Yine kanımca, Batı Felsefesi’ndeki “uyanış (Rönesans)” olmasaydı, bugün Batı uygarlığı diye bir şey olmayacaktı. 19. Yüzyılda insan düşüncesini nesnel bir biçimde toplumsallığa, tarihe ve insana yönlendiren Karl Marks (1818-1883), kökenini insan aklının ve yaratılarının nedenini araştıran Kant’ta ve onun “Salt Aklın Kritiği”nde bulmasaydı… Nasıl Hegel’in (1770-1831) metafiziksel felsefesini tersyüz edebilecekti?

İnsan; kendi yapıp ettikleri üzerinde düşünmeye başladıktan sonradır ki ayaklarını yeryüzüne basabildi. Kendi başına bilincini kazandı. Sanatta da böyle oldu bu… “Güzel”i, “iyi”den ve “hakikat (doğruluk)” ten ayırmasaydı… Beğeniye dayanan bir duygu olan “güzel”i, akılla kavranan ahlak değeri “iyi”den kesinlikle ayırmasaydı… Sanat; nasıl insanın dil, din ve bilim gibi “bağımsız kültürel (insana özgü olan)” eylemleri arasında kendi başına yer alacaktı? 20. Yüzyılın büyük düşünürlerinden Ernst Cassirer (1879-1945); “Bilim, bize düşüncelerde düzeni; ahlak eylemlerde düzeni; sanat ise görülür, dokunulur ve duyulur görünümlerin kavranılmasındaki düzeni verir” (İnsan Üstüne Bir Deneme) der.

İşte Sanat Felsefesi’nin anlamı da, gerekliliği de budur. Bunu; “sanatı, toplumların yaşamsal damarı” olarak niteleyen Atatürk’ün sanat konusundaki sözleriyle birleştirirsek; “Sanatın NE olduğu?” üzerinde düşünmemizin, yani Sanat Felsefemizin gerekliliği de kendiliğinden anlaşılır. Büyük Atatürk; Batı Felsefesi’ni ve Aydınlanma Dönemi’ni çok iyi kavramış, ayrıca bunu toplumumuza uygulamış bir dehadır: O; Aydınlanma’nın yalnızca siyaset felsefesini değil, toplumsal, bilimsel, hukuksal ve sanatsal bütün değerlerini benimsemiş ve toplumumuza açmıştır. Ayrıca bu düşünce mirasının yalnızca bizim için değil tüm toplumlar için gerekliliğini görmüş, çağdaş felsefenin önemini de derinden kavramıştır. Cumhuriyetimizin kuruluşundan sonraki dönemde de onun açtığı yoldan yürüyen düşünce akımları içinde Estetik bilimi; bize özgü değerlendirmelerle geliştirilmiş, sanat eserinin ortaya çıkışı üzerinde “düşünen” çok önemli araştırmalar ortaya konmuştur. Bu bağlamda yakın dönemde yitirdiğimiz, Estetik Bilimi Profesörümüz İsmail Tunalı’yı burada saygıyla anmam gerekir. Onun “estetik beğeni” üzerinde duruşu ve gerçekleştirdiği araştırmalar, çok önemlidir.

Yinelersek; insana özgü bir etkinlik olan sanatın “NE olduğu?” sorusu üzerinde düşünmek; sanata felsefe açısından bakmak ve onu bilimsel bir yolla araştırmak demektir. Bu işi de bugüne dek yalnızca Batı felsefesi üstlenmiştir. “Sanat nedir?” sorusuna yıllarca yanıt arayan Batı Felsefesi, sanatı, birbirinden farklı açılardan sorgulayarak  üstünde enine boyuna düşünmüş ve bu düşünce gelgitlerinden de Sanat Felsefesi doğmuştur. Antik Çağdan başlayarak hükmünü tüm Ortaçağ boyunca sürdüren Estetik biliminin Platon’ca metafiziksel etkisi; kimi Rönesans ve Aydınlanma filozoflarınca da benimsenmişse de (Shaftesbury, Hegel, Schopenhauer vb.) sanatın, sezgisel bilgi ya da sanatsal duygudan kaynaklandığını, güzelliğin de mutluluk verici bir izlenim olduğunu kabul eden Marksist filozoflar, insana özgü “ortak estetik yargılar” (doğuştan, metafiziksel) bulunduğunu reddetmişler (Benedetto Croce/ 1866-1952), estetik yargıları insanın ait olduğu grubun, toplumsal sınıfın gereksinimlerini, arzularını yansıtan duyusal yargılar olarak görmüşler, estetik yargıların da tıpkı ahlak yargıları gibi bireylerin ait olduğu toplumsal sınıflar tarafından oluşturulduğunu (G. Lukacs/ 1885-1971) söylemişlerdir. Michel Foucault (1926-1984); “Dil  ve söylem gibi sanat ve sanat eseri de kendi gerçekliğini yaratır” demiştir.

Sanata nesnel olarak baktığımızda onun; “ereği bir şey ortaya koyma, yaratma olan” bir insan etkinliği olduğunu söyleyebiliriz. Bu etkinlik sonucu ortaya çıkan ürün de “sanat eseri”dir. Sanatçı, eserini yaratırken yalnızca yaratma heyecanı ve güzellik duygusuyla hareket etmez. O; içinde bulunduğu sosyal yaşamın zaman ve çevre koşullarına bağlı değerlerini özümseyerek toplumdan ve doğadan aldığı bu etkileri, duyumları özgür, yaratıcı bir dille yorumlar. Sanatçı, sanat eserini kendine özgü bir biçimde, hayal gücünün bir ürünü olarak yaratır. Fakat o, yaratıcılığının başkaları tarafından da paylaşılmasını ister.

claude_monet_impression_soleil_levant_1872

Claude Monet‘nin 1872 tarihli İzlenim: Gün Doğumu (Impression soleil levant) isimli tablosu, akımın adının kaynağıdır. https://abdullahabdurrahman.wordpress.com/2015/02/13/empresyonizm-izlenimcilik-alintidir/

 

Doğadaki güzellik ile sanat eserindeki güzellik birbirinden ayrıdır. Sanat eseri, doğada hazır bulunan şeylere (güzelliklere) karşılık, “insan tarafından meydana getirilen şey”dir. Doğadaki nesnelerin doğal güzelliğinden farklı olarak sanat eserinde bir ESTETİK DEĞER vardır. Sanat eserinin temel işlevi, doğal dünyanın bize sağlayacağı YARAR’dan bağımsız olarak ilgimizin konusu olan şeydir. Sanat eserlerinin bu ayırtedici özelliği ve sanatsal yaratı etkinliği, estetik açıdan ele alınıp değerlendirilmelerini gerektirir. Bu değerlendirme de Sanat Felsefesi’nin konusudur. Sanat eserini; hem düşünsel hem de eylemsel (nesnel) bir yaratı olarak düşünürsek, onun toplumsal yanını da görebiliriz. O biriciktir, tek’tir, benzersizdir ama insanın beğenisine sunulmak içindir. Sanat eseri ya da estetik nesne; onu izleyen öznenin yargısıyla “değer” kazanır (Kant).  Sanatı, toplumsal açıdan (nesnel biçimde) araştırmak, toplum için gerekliliğini tartışmak bu nedenlerle çok önemlidir ve toplumların ufkunu açar. Nicolai Hartmann (1882-1950); “Bir estetik, ne güzelin yaratıcısı ne de onu seyreden için değil de, yalnızca bu her iki tavır ve hareketin kendisi için bir BİLMECE olduğu düşünür için yazılır” der.

Günümüzde sanata ve sanat yapıtlarına bakışaçıları oldukça değişik görünümler sergilemekte: Bugün Aydınlanma’nın ve Akıl Çağı’nın doğruları-yanlışları üzerindeki tartışmalar Batı’da da yoğunlaşmış durumda, insanlık  sanki yeniden bir metafiziksel ortaçağa doğru gidiyor. Bunun siyasal nedenleri (Batı uygarlığının emperyalizme yönelişi vb.) artık bilinen gerçek ya; bunun yanısıra bilim çağından sonra teknolojik bilgi çağına erişmeyle herşeyin “keşfedilmiş olduğu” düşüncesinin rahatlığı içindeki kuşaklar, geçmişin verilerini artık gereksiz bulup belki felsefe yapmayı da önemsiz saymaktalar. Buna Doğu’daki; “düşünme ve aklı” tanrı yaratısı olarak gören, onun “kendibaşına”lığını kabul etmeyen İslamiyet gibi dinlerin (Batı’nın kasıtlı siyasal yönlendirmeleriyle) yeniden atağa kalkarak  sanatı da yoketme girişimlerini eklersek, böylesi bir çağda sanatın felsefesini yapmak  kimilerince anlamsız bir çaba olarak görülebilir. Oysa bilimsel düşüncenin yokedilemeyeceği gibi (ki bu, ortaçağ sonunda kanıtlanmıştır), gerek teknolojik gelişmelerle gerekse hazır bilgi sunan bilgisayar gibi aletlerle olsun,  sanatın da toplumlardan ve İNSAN’dan koparılıp atılamayacağı öngörülen bir gerçek! Bu gerçeği de yeniden  gündeme getiren, felsefe ya da sanat felsefesi olacaktır. Başka türlü dendiğinde; yeniden din ağırlıklı siyasal yönetimlerin buyruğuna sokulmaya çalışılan ve örneğin Batı felsefesinin dışlanıp yerine dinsel yorumlara dayalı, ortaçağda kalmış İslam Felsefesi’nin getirilmeye uğraşıldığı ve sanatın içine tükürüldüğü ülkemizde, sanatın ve sanat eserinin NE olduğu üzerinde düşünmek, gerek sanatçılarımız gerekse toplumumuz için yeniden sanata dönüş çağrısıdır. Büyük Atatürk’ün sanatı değerlendirişini de bu bağlamda anlamak gerekir.

Sanatçılarımızın da, yapıt ortaya koyarken “bunun ereği, nedeni, nasılı, ne olduğu” üzerinde düşünmesi çok önemlidir.

 

article-2199914-0DC0A5F000000578-369_468x627

Mona Lisa: Leonardo da Vinci, 1503–1507, Yağlıboya tablo, 77 × 53 cm, Louvre Müzesi
http://www.dailymail.co.uk/news/article-2199914/Mona-Lisa-Italian-campaigners-demand-Louvre-Paris-hands-painting-home-city-Florence.html

Estetik bilimini (ve çağdaş Sanat Felsefesi’ni) bizlere tanıtan İ. Tunalı; salt “iyi=güzel” ilişkisini incelemekle kalmamış, “estetik beğeni” üzerine de çok önemli araştırmalarda bulunmuştur: “

Ancak bu konuda ilginç olan şey, sanatın; ilk kez ilkçağ (Antik) dönemi filozoflarınca konu edinilip araştırılmaya başlanmasına karşın, ortaçağda düşünmenin Tanrı buyruklarına sokulması sonucunda hiç araştırma konusu yapılmamış olmasıdır.

“estetik” bilimi doğmuş.

“Sanat nedir?” sorusuna yıllarca yanıt aramış Batı felsefesi. Sanatın ne olduğunu sorgulamış, üstünde düşünmüş. Bu düşünce gelgitlerinden “estetik” bilimi doğmuş.

 


YAZAR HAKKINDA

mm

Gerçek adım Filiz Tansu. Yazar adım Tansu Bele. Yazarım. Kırk yapıtım var. İlk öykülerim Sanat Olayı Dergisinde, 1984de yayımlanmaya başladı. İnceleme, araştırma,