İktidardaki parti, resmî 29 Ekim törenleri ile tüm protokol herzesini iptal etmekle çok hayırlı bir iş yapmış oldu. Atatürkçü laikçiler tarafından vatana ihanet olarak görülen ve “lanetlenen” bu iptal kararı umarım sürekli bir hal alır ve 1940’dan sonraki grotesk ve komik Cumhuriyet tören ve “kutlamaları”nın resmi olanlarının tümü artık yapılmaz hale gelir. Hatta, halkın doğrudan katılmadığı, bilerek ve isteyerek yer almadığı ve sadece tirübünlerden ve kaldırımdan, dolma halka (çoğu genellikle dersten kaçamak için gönüllü olan okul çocukları veya boş boş oturan il ve ilçe memurlarıdır) geçit yapan zer-zevat’ın boş ve na-hoş seyrettirilmesi, şehirlerin “kurtuluş” günleri gibi istiklâl kavramını yok sayarcasına kurgulanan ilkokul yaşındakilerce bile hınzır, buruk bir gülümseme ile “alay edilen” tüm kurtuluş ritüelleri (nüsuk) ilelebet yok edilir. Yerlerine kuruluş heyecanı konur.
Grotesk ve otistik törenlerin resmî olarak iptal edilmesinin halk bilincinde yer etmiş hiç bir arketipik veya geleneksel olanı yok etmediği de, ritüelin yerine anti-ritüelin coşkuyla yaşanmasını sağladığı da, artık bu embesil yönetici kadrolar tarafından idrak edilmelidir. İktidardaki partinin bu amaçla, ritüelin yerine anti-ritüeli yaşatmak için yapmadığı kesin olmakla birlikte, amelin hayırlısı olan 29 Ekim tören ve “kutlamalarının” keenlem yekün hale getirilmiş olması, bu 29 Ekim’in en “kutsanacak” yanı olmuştur. İktidarda olmayan partilerin eveleme gevelemeleri de artık can sıkmaktadır.
29 Ekim 2011 günü saat 19:30’da Bağdat Caddesi’ndeki Suadiye tren istasyonunda banliyö treninden indim. İner inmez, kendimi, temiz ve şık giyimli ellerinde bayraklar, benimle birlikte inenler ve yan sokaklardan akın akın gelenlerinden oluşan, hızla caddeye doğru yönelen bir kitlenin içinde buldum. Bağdat Caddesi’ndeki “Cumhuriyet Fener Alayı” adı ile kutlanan, Cumhuriyet yürüyüşündeydim. Etrafımda coşkulu bir kalabalık, kaldırımlar da dahil, bir ucu Bostancı’dan başlayan, diğer ucu Göztepe-Selamiçeşme’ye uzanan, aralarında bu yürüyüşe iliştirilmiş partilerin küçük grupları da olmaz üzere onbinlerce kişi, Cumhuriyete, Mustafa Kemal’e ve laikliğe taraftar çeşitli pankart ve sloganlarla yürüyorlardı. Yer yer iktidardaki parti protesto ediliyordu. Bağdat Caddesi’ndeki Cumhuriyet yürüyüşüne ilk kez katılıyordum. Yürüyenlerin tamamına yakını, orta ve üst orta burjuva sınıfından, hayat tarzlarına ve gelir gruplarına olası bir müdahalenin püskürtülmesi için şimdilik ideolojik direnç gösteren ve gösterecek olan, yarıdan çoğu 30 yaş altındaki gençlerden oluşuyordu.
Bağdat Caddesi’nde, iptal edilen ritüelin yerine anti-rütüel bütün ihtişamı ile dalga dalga ve çok canlı akıyordu.
Selamiçeşme’ye kadar kalabalıklığın yoğunluğu azalmadan, insanlar arasından coşkunun ve hıncın haykırışını izledim. Ezilmişliğin ifadesi olan bir hınçtan ziyade, püskürtülmeye karşı savunma zorunda kalmışlığın hıncı hâkimdi. Hınçla coşmuş kitle ağır ağır yürürken, ben aceleyle yürüdüm. Benim acelem vardı, çünkü saat 22:00’de Taksim’de, Emek ve Adalet Platformu’nun düzenlediği ikinci “sokakta ifade eylemi”ne (birincisi “sokakta iftar” toplantılarıydı), “Birimiz Üşüyorsa Hepimiz Üşürüz” toplantısına yetişecektim.
Saat 22:20 civarında Taksim’deydim. Toplantının sözel ifade eylemi bitmiş, genel olarak orada evsizler ve sokakta yalnız bırakılmışlar için yapılan “sokakta yatarak sabahlama-üşüme” eylemine hazırlık başlamıştı. Yarıdan çok büyük çoğunluğu başörtülü olmak üzere kadınların ve genç erkeklerin (onların da çoğu iyi ve temiz giyimli ve soğukta geçirilecek bir gece için yeteri kadar donanımlı) oluşturduğu, yine coşkulu ve canlı 100-150 kişilik bir grup, Sular İdaresi fıskıyelerinin önündeydiler. Zaman zaman hapörlerle yapılan anonslar ve konuşmalar izleniyordu. Sokağa terkedilmişlerin sözcüleri konuşuyorlardı.
Bir grubun yanındaylen, toplantı kitlesine yaklaşan iki genç, pankartlardan ve sloganlardan yapılan toplantının sol eğilimli olduğunu çıkarttıklarından, başörtülü kadınlara bakarak, “cumhuriyeti savunmak bunlara kaldıysa, vay halimize” dediler ve hemen oradan uzaklaştılar. Bu sözleri duyan toplantı grubu hafif gülümsedi ve umusamaz bir tavır içinde tartışmalarına devam ettiler.
29 Ekim 2011 günü, resmî yetkililer tarafından teleolojik olarak bu sonuca varmak istenmemiş olsa da, iki anti-rütüel yaşandı İstanbul’da.
Biri Cumhuriyet Evi’ni korumak ve kollamak için, iktidarca püskürtülen orta sınıf burjuvalar tarafından; diğeri de 1940’dan bu yana Cumhuriyet’in sağcı ve kapitalist iktidarları tarafından evsizliğe mahrum bırakılmışların ifadesi olarak “ev-bark hakkını” savunanlar tarafından yapıldı. Birbirlerinden kopuk ve belki de habersiz olarak. Ortak noktaları, anti-rütüel olmalarından başka, hiç yoktu. Ama bu geleceğin inşasının ne olması gerektiğini çok açık olarak ifade eder bir olguydu. Hedefleri de çok ayrıydı ama her iki toplantı da, aynı hıncı ifade ediyordu: Evi korumak.
1940’da imha edilmiş Cumhuriyet Evi’ni korumak ile 1940 sonrası Cumhuriyet’in evsiz bıraktıklarını korumanın bir 29 Ekim’de buluşmuş olması oldukça anlamlıdır.
Bu çakışmayı, ritüeli yok etmek olarak anladığımızda da, ideolojinin örtemediği, temel insanlık gereksinimlerinin karşılanması, ifade ve toplantı özgürlüğü ile barınma ve aç kalmama hakkının en azından kitlesel talep olarak olmasa da, konjektürel bir zamasallıkla aynılaşmasından çıkartılacak çok önemli sonuçlar bulunmaktadır.
Simgesel olarak, Bağdat Caddesi’nde Cumhuriyet için yürüyenlerin aralarında başörtülülerin çok az; Taksim’deki “Evsizliği Protesto” toplantısında da başı açık kadınların bir o kadar az olması, Türkiye’deki uzlaşmazlığı değil ama uzlaşabilirliği göstermesinin, her iki “ifade toplantısını”, ritüeli yıkmak olarak anladığımızda mümkün olabileceği kanısının uyanmış olmasını düşündürtme isteği ile yazıyorum bu satırları.
İktidardaki partinin “hayırlara vesile” olan resmi 29 Ekim ritüelini iptal etmesi ile ortaya çıkan Bağdat Cumhuriyet yürüyüşü; konut yapmakla övünen iktidara, “on binlerce evsiz neden o halde sokakta aç ve üşüyor” diyecek bir ifadenin ortaya çıkmasının simgesi olan Taksim toplantısı, ülkedeki tüm sorunların medya tarafından gizlenen yoğunlaşma noktalarını gösteriyor. Bu yoğunlaşma, gaz sıkışması sonucunda patlama ile de sonuçlanabilir; evsiz-barksız ve aç olanların kalmadığı, tüm özgürlüklerini yaşadığı adaletli bir kalkınma (ben kalkınmaya “ilerleme” diyorum, kalkınma sözünün kapitalist konatasyonunu sevmediğim için) modelinin laik Din ile (Bkz: bu konudaki önceki yazılarım: 1, 2) uygulanarak, “Medine”deki medenî komün haline dönüşmesine de.
29 Ekim 2011’in, 1940’dan sonraki tedrici dönüşümsel restorasyonuna karşıt, bu iki anti-ritüeli ortaya çıkartması açısından çok olumlu bir Bayram olduğu kanısındayım.