Eğer RTÜK diye bir şey varsa, sansür vardır. Gelişmiş toplumlarda sanatsal yaratıcılığın önünü açabilmek için saçmalama özgürlüğünün önünü açarlar ve sanat için büyük alanlar yaratırlar. Çünkü saçmalama özgürlüğü ile mucizevi şeyler yapılabilir
DERYA AYDOĞAN
Ünlü oyuncu Reha Özcan’la Ruki oyununun Türkiye’deki son gösterimi öncesi buluştuk. Seçim gündemini, sanatı ve sansürün sanatçı üzerindeki etkilerini konuştuk
»Shameless, ırkçılık, cinsellik, aile ve yoksulluk kavramlarının rahatlıkla konuşulduğu, eleştirildiği bir dizi. Dizi Türkiye’ye uyarlandığında birçok eleştiri geldi. “Konuşamayacağınız konuların dizisini niye çekiyorsunuz” diye. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Toplumsal tartışmalar, toplumun endişeleri doğrultusunda doğan tartışmalardır. Bizim endişelerimiz çok daha uç noktalarda. Biz şimdi nasıl hayatta kalırız onun denklemlerini yapmaya çalışıyoruz. Hayatın içersinde dejenere olmuş ve o yüzden de toplumsal defekte dönüşmüş olan temel sorunları çözümleyici sokak ağzı oluşturma şansımız yok. O şans daha çok bilim insanlarının işi. Tarihi oluşturan ve toplumlara kader biçenlerin işleri. Bizim yapmamız gereken şey sadece yaşamın içerisinde yolunda gitmeyen şeylerle ilgili, ilgi çekebilmek. Aslında dizinin orjinalinde de ben böyle olduğunu düşünüyorum. Sistem eleştirisi evet ama zaten yapmış olduğunuz her şeyde bir sistem eleştirisi var. Töre cinayeti üzerine kurmuş olduğunuz bir dizide de sistem eleştirisi vardır. Zengin kız fakir oğlan’da da bir eleştiri vardır. Biz de onu yapmaya çalışıyoruz. Yaptığım işlerde beni ilgilendiren şey, Türkiye’de yazılmış bir eserin ya da yabancı eserin evrensel olarak dünyada bir karşılığı var mı yok mu ona bakarım. Her geçen gün aramıza biraz daha mesafe koymuş olduğumuz genetiğimiz ile ilgili problemler bizi aşan meseleler. Biz yaşama sevinci satıyoruz. Bizim işimiz umutsuzluk üzerine kurulan bir şeyin içinden bile bir umut, bir ışık göstermek. Sanat süresine bakılmaksızın bir an vaad eder. Bu diziler içinde geçerli. Diziler çok uzun 3,5 saat yayınlanıyor ama o 3,5 saatlik zamanın içinde 2 mucizevi an bekliyoruz aslında. Ve buluyoruz. Bu popüler kültür ama popüler olmayan sanatsal dünya da başka türlü donanımlara sahip olmalı. Üretmek için uzun araştırmalar gerekiyor. Paylaşacak insanın da aynı şekilde o sürece ihtiyacı var.
»Tabu olan konuları anlatmanın yolu yok mu?
Kapitalizmin oluşturmuş olduğu özgür alanlar aslında küçücük dairelerdir. Bilgisayar başında ya da odanda tek başına kaldığın anlar ya da kendi oluşturduğun çekirdek hayat. Senin özgür alanın ve özgür anlarda bile konuşulamayan şeyler. Özgür alanlar genişlemedikçe sonuçta ne yaparsan yap afaki olur ve derdini anlatmaz. Politik tiyatro yapmıyorsan ya da politik söylemli bir sinema ya da dizi yapmıyorsan o zaman bir şeyleri direkt değil dolaylı olarak anlatma yolunu seçmek zorundasın. Ve şu anda yapılan bütün işler dolaylının da dolaylısını anlatarak yapılıyor. Çünkü önümüzde baskıcı bir durum var. Sansür var. Bu kimsenin inkar edemeyeceği bir şey. Eğer RTÜK diye bir şey varsa, sansür vardır. Gelişmiş toplumlarda sanatsal yaratıcılığın önünü açabilmek için saçmalama özgürlüğünün önünü açarlar ve sanat için büyük alanlar yaratırlar. Çünkü saçmalama özgürlüğü ile mucizevi şeyler yapılabilir. Hayata alternatifler getirebilirler ve hayat ona tutunabilir. Bizde durum tam tersi. Bütün bunların önüne ket vuruluyor. Hatta 1800’lü yıllardan itibaren oluşan edebiyata bile blokaj getiriliyor. İşin içinden çıkılamaz bir hal alıyoruz. Öneriler, cahil cesareti ile yapılıyor. “Politik, erotik olmayan komediler yapın” diyorlar mesela, zaten komedinin karşılığı politik ve erotik olmasıdır. Bunlar olmazsa zaten komedi olmaz. Bu kuralları biz yazmadık, bunlar 2000 sene önce yazıldı. Yapmaya devam edeceksin ama yaptığın şey seyirci getirir mi, getirmez. O zaman ne olacak, dünyaya açılacaksın. Yaptığın şeyin dünyada karşılığı var çünkü.
»Sanatsal alanda özgür olmamak demek bu dediğiniz.
Bence bireysel özgürlükler kazanıldığı zaman bunları uzun uzun konuşabiliriz. Bireysel özgürlük olmadan sanatsal özgürlük olmaz. Bireyci özgürlükten bahsetmiyorum. Özgürlüğü biraz ciddiye almak gerekiyor. Sanatçının görevi muhalefettir. Dünyanın neresinde olursa olsun böyledir. Benim istediğim X parti,Y parti Z parti değil, muhafazakar, sosyalist, sosyal demokrat ya da liberal değil… Hangi parti iktidar olursa olsun, sanatçının görevi ona muhalefet geliştirmektir. O yüzden karikatüristler çizer, o yüzden tiyatrolar dolar. Bir şeyi manipüle etmekten bahsetmiyorum gerçek üzerine yorum yapmak manipülasyon değildir. İşimiz budur. Bir gerçek üzerine yorum yapabilmek. Hayatımızda o kadar korkunç şeyler oluyor ki, çok kolay affedebiliyoruz ama bir sanatçı bir şey yaptığı zaman ahlaki ya da politik anlamda değerlendirip anında yaftalayıp, cezasını kesebiliyoruz. Oysa ki, sanatçı gülen yüz tarafıdır. Türk edebiyatına dönüp baktığınız zaman Ahmet Haşim dışında aklınıza karanlık gelmez ki Ahmet Haşim de bize bir sürü ümit vaad eder o karanlık içerisinden…
‘Hayatta kalmayı cebe koymadan yaratıcı olunamaz’
Bir çıkış noktası bulabilmek için ortak bir konsansüs sağlanması gerekiyor. Artık git gide insanlar dağıldılar. Onlar ve bunlar diye ayrıştı. Sanatsal camiada da öyle. Tiyatro topluluklarına baktığınız zaman dirsek teması içinde olan topluluklar var, o dirseğin dışında olanlar var. Kurumsal yapılar içinde var olmaya çalışanlar var. Giren herkes de girdiği yeri seviyor çünkü sevmek zorunda. Hayatını devam ettirmesi gerekiyor. Yaratıcılıkla hayatta kalmak arasında çok büyük fark var. Hayatta kalmayı cebine indirmeden yaratıcı olma şansın yok. Şu anda herkes hayatta kalmanın yollarını beşeri ilişkilerde bulmaya çalışıyor.
»Sinema filmini tamamladıktan sonra Ali İsmail Korkmaz’ın ailesini ziyaret ettininiz. Film, Ali İsmail ile mi ilgili?
O yüzden kızgınım aslında size, ziyaretimi haber yapmışsınız. Film Hatay’da çekildi. Nasıl olacağını bilemeyiz ama filmin enerjisi çok güzel olacağını hissettirdi. Uzun Zaman Önce adlı filmin yönetmeni çok sevdiğim Cihan Sağlam, yapımcısı ise Cavit Çetin Güner. Filmde Sevinç Erbulak ve Serdar Orçin gibi çok değer verdiğim oyuncular var. Çok ilginç bir film olacak bence. Filmin çekimleri bittiği gün, yapmamız gereken şeyi yaptık ve Ali İsmail’in ailesini ziyaret ettik.
»Daha önce Gezi’de sahneye çıkmıştınız, bir performansınız olmuştu.
Evet, Özen Yula’nın yazmış olduğu Gezerken oyununu oynamıştım. Bir tek orda oynayabildim sonrasında Antalya’ya koşturdum çünkü Nazım Hikmet’i oynuyordum ve 3 Haziran’a denk gelmişti. Gezerken’i sadece Gezi Parkı’nda oynadım ve hayatımın en güzel gösterisiydi. Özen Yula çok iyi bir yazardır ve çok güzel bir şey yazmıştı. 1 Mayıs 1977’de ölen bir işçinin ruhunun Gezi Parkı eylemleri sırasında çocuklara verdiği nasihatları üzerineydi oyun. Özgürlüğün topluma ve bireye şiddete dönüşmesinin insanlara ne gibi zararlar verebileceği üzerine ilginç bir oyundu. Çok heyecanlıydım çünkü bir gecede ezberledik ve ertesi gün çıkıp oynadık. Çok güzeldi.
»O performansın kaydını izlemiştim.
Benim için aslında pek iyi olmuyor. Şöyle aslında kimse bilmez benim hangi partiye oy verdiğimi. Kimseyi de ilgilendirmez zaten. Genel olarak hayata partiler üstü bakıyorum. Oynadığım karakterler için de böyle bu. Mesela şimdi kötü bir adamı oynadığım düşünülebilir ama ben onun kötü tarafı ile ilgilenmiyorum. Ted Bundy’i bir seri katili oynadım geçen sene. Onun katil tarafı beni ilgilendirmiyordu. Ordan nasıl bir insan çıkartabilirim ona bakıyorum. Bazı ustalarımız bir şeyleri söylerken, “FAŞİZM” diye üstüne basa basa faşizmi kocaman harflerle söyleyince değeri daha çok artmıyor. Bence ‘faşizm’ denebilir sadece ve diğerinden daha güçlü olabilir.
‘Bu faşizmi biz icat etmedik’
»Büyük harflerle ya da küçük harflerle… Önemli olan faşizm olduğunu söylemek değil mi?
Vurgulayarak söylediğin zaman onun çok da dışında olmuyorsun. Bazen kötü adamı oynarken kendisine öyle maskeler kurar ki oyuncu, hiç inandırıcı değildir ve sen seyrederken dersin ki, “adam tam kötü, mimiklerine baksana” dersin. Seyirci çelişkiye düşmeli hakikaten bu adam kötü mü ya demeli. Bizi çok fazla kısıtlayan yolculuklar yapmamamız gerekiyor. Hepimiz bu hayatın bir parçasıyız. Biz o hayatın dışına çıkıp da kendimizi farklı yerde gördüğümüz bir mevki kurduğumuz zaman kızdığımız krallardan farklı bir tarafımız olmuyor. Bu faşizmi biz icat etmedik. Bu başımızdaki ve kendimize kader olarak gördüğümüz dünyayı biz yapmadık. Daha önce örneklerini gördük; Afganistan’da, Irak’ta, Vietnam’da… İnsanlar faşizmin altında ezilmiyor, yukarı çıkıyorlar. İnsanlar da bilim ve sanat da saygı görmediği, yok edilmeye yüz tutulduğu yerlerden kaçarken, kendilerine yeni yerler bulur. Bunun sınırı yoktur. Engellenemez. Mümkün değil. Sanata, bilime yani insanlara özgür alan bıraktığınız zaman hayat daha güzel olur. İyilik ve kötülüğün birbiri ile çok iç içe şeyler olduğunu düşünüyorum. Yıllar önce bir oyuna çıkmadan önce çok heyecanlıydım İngiliz yönetmen bana “Hep böyle heyecanlı mısın” dedi. Ben de “Evet hep heyecanlıyım. 1,5 ay prova yaptık ya şimdi çok kötü bir şey yaparsam” dedim. “Yapma şansın yok ki, o kadar çalıştın. Eğer bunları öğrendiysen göreceğiz, öğrenmediysen zaten yapacak bir şey yok. Oyunculuk umursamaz enerjisi ile yapılan bir şeydir”dedi. Tak diye aydınlandım. Herkes kadar korkağız, herkes kadar cesuruz, herkes kadar cahil herkes kadar entellektüel. İngiltere’de bu oyunu oynayacağım zaman bir hoca “senin aksanın çok kötü” demişti. Beni ilgilendirmiyor ki, ben sadece buradaki derdimi dünyaya anlatmak istiyorum ve İngilizce bu yüzden aracı. Yoksa oyunu Türkçe oynamaktan acayip gurur duyuyorum. Daha önce hep Türkçe oynadım ve ilk defa İngilizce oynayacağım ve bu yüzden de çok heyecanlıyım. O yüzden gidiceğim ve kendi aksanımla bizi ilgilendiren bu hikayeyi bütün dünyada oynayacağım. Bu derdin bütün dünyayı ilgilendirdiğini biliyorum ve Erdal için de babam için de bunu yapacağım.
»Yakın tarihte bir seçime giriyoruz. Bir sanatçı olarak beklentileriniz neler? Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birincisi, ben daha hiçbir politikacıdan kültür sanat politikası hakkında bir şey duymadım. İkincisi ise şiddet politikalarının değişmesi ve bunlarla ilgili herhangi bir değişiklik talebinde bulunan bir politikacı göremedim. Şu anda hiçbiri beni ilgilendiren konulardan bahsetmiyor. Ben giden ya da kalanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini düşünüyorum. En azından bu adaylardan bir tanesi ceza evinden çıkmadığı sürece de eşit platformda yer alacaklarını düşünmüyorum. Dolayısıyla eşit bir seçime girilmeyecek. Umudu toplumsal uzlaşmada buluyorum ve bunu yapacak bir politikacı görmüyorum. Uzlaşmanın temelden kişisel talepler ve birey örgütlenmeleri ile olacağını düşünüyorum. Fakat birey örgütlenmelerinin başındaki insanlardan da memnun değilim. Cumhuriyet çocuğu olarak ve Cumhuriyet çocuğunun çocuğu ve torunu olarak yine de umudum var. Umudum var çünkü, gençler hayatı farklı yaşıyorlar. Bu yasaklar bitecek, korkular azalacak.
***
‘Biz sağ kalabilenlerin çocuklarıyız’
»Neden bir ırkçılık hikâyesi ve Ruki?
Ruki birkaç katmandan oluşuyor. Öncelikle neden Ruki’yi oynadığımı anlatayım. 2016 yılında Ocak ayında babamı kaybettim. 2016 yılının Kasım ayının sonunda da kan kardeşim Erdal Tosun’u kaybettim. 2017’nin şubatından itibaren bir şeyler yapmak istedim ve bu oyunu yapmaya karar verdim. 10 Mayıs 2017’de yani geçen sene kızımın doğum gününde bu oyunu sahneledim. Oyunu sahneye koyma nedenim şuydu; Hakan Günday’ın ‘Daha’ romanında ve filminde dikkatinizi çekmiştir belki bir cümle vardır, “Biz sağ kalabilenlerin çocuklarıyız”diye. Erdal, hayatım boyunca benim bir işte çalışma kararı aldığım zaman ilk danıştığım arkadaşımdı. Çok bilgili bir aktördü.Sadece aktör de değildi, iyi bir gazeteciydi. Gazetecilik okumuştu. Çok iyi bir filozoftu. Sürekli okuyan biriydi. Babam da çok okurdu, devrimci bir askerdi. O yüzden hep doğu bölgesinde geçti çocukluğumuz. Babam boksör ve boks hakemiydi. Onunla Ruki’nin o gençliğindeki boks hayatını birleştirdim. Biz de küçükken boks yapıyorduk. Erdal’la da dostluk hikayesini birleştirdim. Fakat daha önemlisi Hakan Günday’ın “Biz sağ kalabilenlerin çocuklarız” cümlesiydi. Neleri feda ettik sağ kalabilmek için? Birileri öldü birileri sağ kaldı… Biz de işte o sağ kalanların çocuklarıyız. Bir şeylerden feragat ettikçe aslında hayat daha çekilmez bir hal alıyor. 1928’li yıllarda başlayan ve 1945’e kadar devam eden Alman faşizmi ve bu faşizm içinde bir çingene boksörün başına gelenlerden ziyade bizim nasıl seyirci kaldığımızla ilgili kısmı beni daha çok ilgilendiriyordu. Ve ben bu oyunu onun üzerine yaptım. Hans karakterinde buldum anlatmak istediğim şeyi. Hans karakteri çok önemli çünkü o biziz. Bu röportaj yayımlandığında Ruki bitmiş olacağı için bunları anlatıyorum. Türkiye’deki son oyunu bugün oynuyorum. Bundan sonra 15 gün boyunca İskoçya’da ingilizce oynayacağım. Oyun bundan sonra ingilizce olarak yoluna devam edecek. Türkiye’de hiç para kazanmadığı gibi, yapımcı da ben de üzerine para verdik. İskoçya’da Edinburg Tiyatro Festivali’nde oynamak için hiçbir sponsor bulamadığım için, diziden kazandığım paralarla karşılıyorum. Bunu gururla söylüyorum. Zaten ben bunun için varım. Tiyatro yapmak için varım.
»Asıl yapmak istediklerinizi diziden kazandığınız gelir ile bir şekilde hayata geçiriyorsunuz. Birbirlerinden çok da uzak işler değiller sonuçta.
Kesinlikle tiyatro, sinema ve dizi bunlar kardeş işler. Sadece disiplinleri farklı. Bu disiplinler arasındaki farkı bilerek ve yaptığımız işin farkında olarak ona göre tedbirler alıyoruz. Bunlar birbirlerinden besleniyorlar. Bazen ekonomik olarak bazen duygusal olarak. Dünyaya açılım olarak besleniyorlar. Mesela bu dizi ile Arjantin’den, Meksika’dan, Şili’den, Kolombiya’dan ve daha birçok ülkeden hayran kitlelerimiz oluştu. Meksika televizyonundan Mariana Castaneda geldi ve bizimle bir röportaj yaptı. Diziden dolayı tanıdıkları için Buenos Aires’teki tiyatro festivalinden davet aldım. Bunlar inanılmaz olaylar. Bazen neyin şansınız olacağını bilemeyiz. Biz sadece niyetimizi koruyabiliriz.