Dikkatlerden kaçan detay, Lübnan ordusunun emekli generallerinden birinin Farsnews haber ajansına verdiği söyleşide İsrail’deki yangının Lübnan sınırında çok hassas askeri tesislerin ve silah depolarının bulunduğu, çok gizli askeri projelerin ve casusluk faaliyetlerinin yürütüldüğü merkezlerin yeraldığı bölgede çıktığını hatırlatmasıydı. Başbakan Erdoğan’a konunun “insani bir görev” olduğunu söyletenler bu hassas bilgiyi kendisine ulaştırmayı ihmal etmiş olmalılar. Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara’ya baskın düzenleyip düpedüz katliam yapan İsrail askeri güçlerine müdahele etmek bir yana, 12 saat boyunca ağzını bıçak açmayan iktidarın, yangına ilk yardıma koşanlar arasında yer alması bu nedenle manidar bulunmalıdır.
İsrail’in işgali altındaki Filistin topraklarında çıkan yangın hassas askeri tesislerin yok olmasına neden olmakla kalmadı, bu topraklarda yaşayan insanların sadece savaş nedeniyle değil, böyle afetler nedeniyle de canlarının hiç güvende olmadığını ve İsrail devletinin onları koruyacak güçte olmadığını gösterdi. Bu sebepledir ki büyük bir ülkede geniş ormanlara sahip millet olarak böyle bir yangının, küçük topraklara sıkışmış bir halka yaşattığı travmayı anlamakta zorluk çekebiliriz. Netice itibariyle ancak 400 km uzunluğu ve sadece 130 km genişliği olan alana sıkışmış 7 milyon nüfustan söz ediyoruz. İsrail ordusunun ağır hezimetiyle sonuçlanan 2006’daki Lübnan savaşı sırasında bu nüfusun başta kuzey bölgesinde yaşayanlar olmak üzere 2 milyonu aniden yer değiştirmişti. Anlaşılabilmesi için bir kıyas yaparsak, Türkiye’de 20 milyon insanın kısa süre içinde ve birdenbire yer değiştirmesine benzer bir demografik hareketliliktir bu.
Masadaki senaryoya göre bir gün İsrailli idareciler en çılgın hamleyi yapar da İran’a saldırmaya kalkarlarsa ve bunun sonucunda kâbusumuz olan savaş patlak verirse o daracık alanda İsrail’in kendisine karargah edineceği stratejik derinlik bir yana, sığınacakları bir tek güvenli nokta, ardına gizlenecekleri bir tek ağaç kalır mı? Kalsa bile o ağaç, uygulanan onca zulümden sonra arkasına gizlenmiş siyonist bulunduğunu haykırmayacak mı?
2006’daki Lübnan savaşı gibi son yangın olayı da, Filistinlilere uygulanan etnik arındırmayla elde edilmiş topraklarda yaşayanların yalnızlık duygusunu pekiştiriyor ve onları bulundukları yere yabancılaştırıyor. Burada yaşayan 7 milyon nüfusun bu kez yangın tehdidiyle bir kez daha bölgeye aidiyet duygusunun zayıfladığı bir anda Türkiye’nin İsrail’e moral destek anlamına gelecek yardıma koşması manidardır. Ayrıca bununla eşzamanlı olarak Tel Aviv’in Türkiye’ye Mavi Marmara şehitleri için özür dileme ve tazminat ödemeyi gündeme getirmesi sakın minnettarlığın büyüklüğüne işaret olmasın!
İsrail’in travmatik koşullardan birinden daha geçerken henüz ilk saatlerde yardıma koşmayı Başbakan’a kimin telkin ettiğini ciddiyetle sorgulamak lazımdır. Meselenin ağaçların yanması veya güç durumdaki sivil insanlara yardım gönderilmesi biçiminde masumlaştırılması eğer Başbakan’ın eline tutuşturulmuş yanıltıcı bilgi değilse ve Erdoğan doğruyu bildiği halde kamuoyunu yanıltıyorsa Erbakan’ın onlar hakkındaki suçlamalarının hepsi doğru demektir.
Başbakan Erdoğan’ın bu konuda bizi aydınlatması gerekir!
İşte bu büyük resim içinde, Gazze’ye yardım götürürken Akdeniz’de İsrail askerlerinin saldırısına uğrayarak 9 kişinin hayatını kaybetmesi, çok sayıda kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan baskın/katliamın mağdurları ve onların aileleri, bu çok denklemli, kamuoyuna yansımayan yönü yansıyandan çok fazla işlerin orta yerinde şaşkın şaşkın etrafa bakınıp hâlâ oyun kuruculara minnettar kalıyor, teşekkür ediyor! IHH’nın düzenlediği basın toplantısında İsrail’in “kuru özür”ünün ve “sadaka gibi tazminat”ının kabul edilemez olduğu açıklanıyor, laf arasına “Gazze’ye uygulanan ablukanın kalkması” sıkıştırılıyor. Sanki İsrail IHH’yı muhatap alıyormuş veya müzakere IHH ile İsrail arasında cereyan ediyormuş havası uyandıran ifadelerin zerre kadar değeri olmadığını, meselenin Mavi Marmara mağdurları ve ailelerini hiç hesaba katmayan, Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesiyle ilgili eksende yürümesinden biliyoruz. Mavi Marmara mağdurlarının, iktidarın onlar adlarına İsrail’le müzakere yürütmesine itiraz etmeleri gerekirken İsrail’e hitaben konuşmaları da kamuoyunu yanıltmaya dönük ve dikkatleri “dış düşman”a çekmeyi amaçlayan taktik gibi gözüküyor.
Benzer durum, yine IHH organizasyonuyla Gazze’ye Mısır üzerinden yardım götürme sırasında yaşanmıştı. IHH başkanı Mısırlıların kendilerine nasıl saldırdığını, nasıl komplo kurduğunu ama bunu nasıl püskürttüklerini, Mısırlı ajanlara nasıl karşı koyduklarını televizyonların canlı yayınlarında cephe komutanı edasıyla anlatıyorken Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Mısırlılarla görüşmesi ve bu görüşmenin ardından Gazze’ye yardım ulaştırılmasında sorunun Mısır yönetiminin yardım ve desteğiyle aşıldığını açıklamasının ardından birden üslubunu değiştirerek Mısır yönetimine teşekkür faslı açmamış mıydı?
Bütün bu yaşananlar reelpolitisizmin sefaletidir!
Reelpolitisizm, Türkiye’nin dışpolitika aklına egemen tarzın dalga dalga iktidarın sivil toplumuna da hükmeder hale gelmesi ve tek tek tüm iktidar yanlılarının reelpolitik düşünce biçimi ve hayat tarzını derinden içselleştirmesidir. İktidarın sivil toplumu haline gelmiş muhafazakâr camia, bağımsızlığını tamamen yitirmiş, eleştirel aklı terk etmiş ve devlet aygıtının elinde araçsallaşmıştır.
İktidarın, Gazze yolunda can vermiş veya yaralanmış hiç kimsenin iznini almaya ihtiyaç bile duymadan İsrail’le ilişkilerin normalleşebilmesi çerçevesinde Mavi Marmara katliamı için özür ve tazminat şartlarını öne sürdüğü ilk andan itibaren devletin ne hakla kendi kanı üzerine pazarlık yapabildiğini sorgulamayan muhafazakârlık, reelpolitisizm sefaletinde kalakalmış yoksun, yoksul, biçare ve zavallı fotoğrafın kıymet biçilmeyen öğeleri oluvermişti zaten. O günden beridir içlerinden bir cesur sesin çıkıp bu pazarlığa meydan okumasını boşuna beklemişiz bunca zamandır!
Reelpolitisizmin bireyine dönüşmüş muhafazakâr vicdan, Mavi Marmara’da katliam başladıktan itibaren, duruma müdahale bir yana, 12 saat boyunca ağzını bıçak açmayan iktidara hesap sormak yerine, türlü aşağılanmalardan sonra İstanbul’a gönderildiklerinde toprağa ayak basar basmaz ilk cümleyi iktidara teşekküre tahsis etmekle hangi bağımlılık ve ilişki evreninde nefes alıp verdiğini kanıtlamıştı zaten. O nedenle İsrail’in, kıydığı canlara karşı özür dileyip para ödemesi “kaç paraysa verelim” anlamına geliyor olsa bile iktidarın ayak izlerinden dışarı taşmamaya özen gösteren muhafazakâr vicdanın ‘tüccar siyaset’in manevra bayrağı olmaktan huzursuzluk duymadığını duvara raptiyeleyebiliriz.
Kabul etmek zor gelse de Mavi Marmara’da İsrailli askerlerin kurşunlarıyla hayatını kaybedenler niyetlerinin müteal azametiyle değil, Türkiye-İsrail ilişkilerini normalleştirmenin araçları olarak tarihe kayıt düşülecekler. Bunun kabahati kuşkusuz onların omuzlarına yüklenemez. Kabahat, geride bıraktıklarının onların mirasını hangi harcama kalemi olarak istihdam ettiğindedir. Gerçi bu macera Türkiye-İsrail ilişkilerinin eski görkemli günlerine dönmesiyle sonuçlanırsa medyadaki ‘USrail’ lobisinin gayretiyle Mavi Marmara mağdurları ve aileleri Türkiye ve İsrail’i biraraya getirmenin kahramanları olarak manşetlere altın harflerle kazınmayla teselli bulabilirler! Bu işin medyatik organizasyonu ve halkla ilişkilerini tanzimde de medyanın amiral gemisinin kaptan köşkünde 28 Şubat’ın psikolojik savaşını yürütmüş zâttan destek alabileceklerine şüphe yoktur!
Sorumuz şudur: İktidar, Mavi Marmara’da kanlı katliam devam ederken ve sonrasında 12 saat boyunca tek kelime etmemişken, konuşmaya başladığında da bütün o vahşete rağmen yasak savma kabilinden açıklamalarla zaman satın almaya çabalarken, iktidara bir kelimeyle olsun sitem bile etmemiş IHH yönetimi, Mavi Marmara’cılar ve muhafazakâr toplum, başından beri iktidarla koordineli şekilde özür ve tazminat pazarlığı yürüttükleri için mi bunca zamandır ve halen sessizliklerini koruyorlar? Yoksa iktidar, onları yok sayarak bu şartları ileri sürdüğü halde mi buna seslerini çıkartamıyorlar mı?
Bu benzeri bir soruyu TV5’te canlı yayında programa katılan IHH yönetim kurulundan iki isme sormuştum. Hükümet, 12 saat boyunca tek kelimeyle olsun tepki vermediği halde neden iktidara bir cümlelik sitemleri bile olmadığını sorduğumda kendilerinin bağımsız bir kurum olduğunu, siyasilerle organik bağları bulunmadığını söylemişlerdi. Yani itiraz ve eleştiri bir yana, “haklısınız, iktidara sitemimiz var” dahi diyemediler!
Neden Mavi Marmara platformu, Akdeniz’de dökülen kan ile Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesinin ne alakası olduğunu haykırmıyor? Başta iktidar olmak üzere bu ilişkiyi kuranlara küçücük bir eleştirileri bile yok?
Köşeye kıstırılıp üzerine mermi yağdırılan körpecik Furkan’ın babasına “kuru özür”, “sadaka gibi tazminat” tartışmasına girmek yakışıyor mu? İsrail yangınına gönderilen uçakların Mavi Marmara için neden gönderilmediğini sorduktan sonra siyasetin ve bürokrasinin duygularla hareket etmeyeceğini belirtip olayı anlayışla karşılamak bir yüreğe nasıl dayatılabilir? Mavi Marmara’da kocası katledilirken kılını kıpırdatmayan, ama askeri tesislerin bulunduğu bölgelerdeki yangına anında yetişen iktidara ürkek ve çekingen lisanla, dilinin ucuyla sitem eden hanımefendi, bunun hemen arkasından adeta hatasını telafi etme telaşıyla Başbakan’a ve Dışişleri Bakanı’na teşekkür ve minnetini ardarda sıralıyorsa bu durumu tarif edecek esaslı bir izaha ihtiyacımız vardır.
İktidarda muhafazakar toplumun içinden gelmemiş başkaları olsaydı onları masanın karşı tarafına oturtup hesap soracakları yüzde yüz kesin olan bu insanlar, sırf iktidardakiler kendi aralarından çıktı diye nasıl bu kadar anlayışlı, hoşgörülü, özenli ve dikkatli olabiliyorlar?
Bunlar mümkün olabiliyor, çünkü devlet aygıtının kullanabileceği araçlardan reelpolitik, muhafazakar iktidar zamanlarında reelpolitisizm cereyanına dönüşüp muhafazakar toplumun hayat tarzı ve düşünme biçimi olmuştur.
Devlet aygıtının dışpolitika aklı için seferber olanların yol açtığı sonuç, Gazze yolunda verilen canların iktidarın dışpolitikasının basit birer enstrümanı olması ve manevra zayiatı sayılmasıdır.
Yıllardır söyleriz: İslami kesimin STK’larının tamamına yakını iç ve dış politikanın enstrümanı, devlet aygıtının departmanı olarak çalışmaktadırlar ve iktidarın sivil toplumu olmuşlardır. Halkın dertlerinin devlet katında takipçisi olacaklarına bin bir gerekçe ve meşrulaştırma ile devlet katına eklenip halkın dertlerine yabancılaşmışlardır. O yüzden asla iktidarla karşı karşıya gelemezler, iktidarı eleştiremezler. Talepte bile bulunamazlar. Otorite kaşını çattığında köşelerine çekilirler. Erbakan’ın söylediği gibi, ‘demokraturg’un, yani halkın yönetime alet edilmesinin taşıyıcı aktörleri haline gelmiş durumdadırlar.
Muhafazakar iktidar zamanlarındayız dostlar, iktidar uğruna “yeni NATO”ya asker yazılmaya âmâde, sırasını bekleyenlerden müteşekkil yeni dindarlık zamanları bunlar. Reelpolitisizme kapılmış, ruhu savrulmuş, vicdanen doğrulara karşı kılıç doğrultmuş dindarlığın zamanları!
Şükür ki iktidarın da, onun sivil toplumunun da dışında kalmayı başarabilmiş devrimci dindarlık da var, vahyin arı duru bedenine sahip çıkan. Hakikati maslahata kurban vermemeye azmetmiş devrimci dindarlar, binlerce yıllık insanlık çağrısını şaibeye bulaştırmadan yükseltmeye gayret gösteriyorlar.
Maslahatçılığın dindarlığı köhne, eski, yozlaşmış ve tabela inmesin diye bin kılığa girebilen güruhlara kalsın, biz soylu itizalin insanlarıyız. Özgürlük ve adalet davasının insanı, iktidardan da, onun sivil toplumu muhafazakârlıktan da sıyrılmış pâk mümindir. Yeni sözü işte bu mümin söyleyecek.
Muhafazakârlığın iktidarından da, sivil toplumundan da hicret etmiş özgürlük ve adalet devrimcisi eleştirel ruhu yeniden inşa edecek.
Dostlar, muhafazakâr iktidar zamanlarında zemini ıslak olmayan hiçbir dükkân yok. Eleştiri yok, çünkü kimse kimseye söz söyleyecek halde değil! O sebeple özgürlük ve adalet davasının devrimcileri işe iktidardan ve onun sivil toplumundan hicretle başlamalılar; Ebu Zer gibi tek başlarına kalma pahasına ve Mevlana’ya kulak vererek: “Her iki cihanı da bırak, yalnız kal, yalnız yaşa / Mülk ve melekût derler oraya, yalnızlığın mübarek olsun”